“Düşünmeyen – sorgulamayan insanın geleceği,
ne cezaevi ne sürgün ne de şizofreni ile kararır.”[ii]
“Tecritin ağır koşullarında insanlığın adeta öldürüldüğü yerlerde yaşamaya mahkum edilen insanlar ağrılarıyla, yaralarıyla, çaresizlikleri ile baş başa. Devlet hapishanelerde mahkumlardan intikam alıyor. Bizim de dışarıda insanlığımız sınanıyor. İnsan onurunun hiçe sayıldığı devlet otoritesi karşısında mahkumlar en insani durumlarından askıya alınıyor. En son siyasi mahkumlardan Yaşar Dere hapishane yetkililerine bilgi verilmesine rağmen tedavisi yapılmayarak ölümüne neden olundu. (…)İnsanlığın sıfır noktasına çekildiği, iktidarların ve egemenlerin en kontrol edilemez davrandıkları yerler kuşkusuz bu kapalı kapılar ardında beter bir dünya olan hapishanelerdir.”[iii] diyen Nuray Çevirmen’i, “Cezaevlerine kulak vermek zorundayız. Bu memleketin bütün yaraları orada, gözümüzden uzak kanayıp duruyor,” diye tamamlıyor Yıldırım Türker.
Ve Temel Demirer ekliyor: Onlara kulak vermeli; onları kopartıldıkları hayatın ortasına taşımalıyız. Çünkü onlar, “adalet(sizlik)” denen bir zulmün hedef tahtasıdırlar… Onların efkâr, hüzün, özlem ve dirençle yoğrulmuş, “görülmüştür” damgalı mektupları, Özdemir Asaf’ın, “Bana bir mektup geldi/ İçinden ben çıktım,” diyen dizelerindeki gerçeğin haykırışıdır… Onların yazdıkları, anlattıkları Adres-Siz mektuplardır… Tıpkı 21 yıl boyunca gezmediği cezaevi kalmayan Nevin Berktaş’ın işaret ettiği türden: “Hücreler çok yönlü bir savaş alanı. İdeolojik bombardıman ve psikolojik çöküntü içine girmen için öyle çok uğraşıyorlar ki, “ama”larla başlayan hiçbir bahaneye sığınmadan yaşamak, diz çökmeden onurunla yaşamak için her açıdan direnmek gerekiyor. (…)
Şebnem Korur Fincancı, cezaevlerindeki ağır hasta tutukluların durumuna dikkatimizi çekmek için uzun zamandır çırpınıyor. TİHV Başkanı ve eski Adli Tıp Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Fincancı, cezaevlerindeki ağırlaşan tecrit koşullarının ölüme davetiye çıkardığını söylüyor. Fincancı, hâlâ sürmekte olan işkence uygulamalarının cezasız geçiştirilmesine isyan ediyor: ‘Kamu görevlileri soruşturma izni verilmeyerek korunuyor. Yargı da bu kişiler için bir daha suç işlemeyeceği gerekçesiyle takipsizlik kararı veriyor. Cezasızlık olunca ister istemez işkence de sürüyor. Çünkü işkencenin yapılması gerektiği gibi bir algı yaratılıyor.’”[iv]
Son günlerde hapishaneden gelen ölüm haberlerinde artma başladı. Bu insanlar İsmet Ablak gibi son ana kadar tahliye edilmeyip, yakınlarıyla “dışarıda“ helalleşemeyip hayatını kaybeden insanlar. Veya Güler Zere gibi öleceği kesinleşince kamuoyu baskısı sonucu son anda serbest bırakılanlar. Politik veya değil, 2014 yılı itibariyle Türkiye hapishanelerinde 235’i hapishane koşullarında tedavi edilemeyecek kadar ağır olan 642 ağır hasta tutuklu ve hükümlü var. Adalet Bakanlığı verilerine göre, Cezaevlerinde –tahliye edilmeden- Yaşamını Yitiren Hasta Mahpusların sayısı (2004 yılında 54 iken), 2012’de 346, 2013 yılında ise 316’yı bulmuştur. Yine raporlara göre Adalet bakanlığı hasta mahpusların serbest bırakılması için yapılan başvuruların yalnızca %9.5 ine olumlu yanıt vermiştir. Bürokrasinin ruhsuz duvarları devletin “ölsünler” politikasıyla birleşince ölümler kaçınılmaz olmuştur. Benim hakkımda hapishaneye yolladığım bir fotoğrafla “firar örgütlediğim” gerekçesiyle “salyangoz davası” açan devlet, bu traji komik soruşturmada onlarca memur- emniyet görevlisi- bilirkişi görevlendirir ve kamu kaynaklarını fütursuzca çar çur ederken, devletin “himayesinde” olduğu söylenen hasta tutuklu ve hükümlülere karşı cimri davranmaktadır.
4 yıl önce, dönemin Adalet bakanı Sadullah Ergin’e kızım Öykü’nün mahpus teyze ve amcalarına yolladığı renkli balonların yasaklanması üzerine basın önünde açık mektup okumuştum. O mektubun sonu şöyle bitiyordu: “Sadullah Bey, siz hiç cezaevlerinde araştırma yaptınız mı? Örneğin İHD’nin, TİHV’nın, ÇHD’nin, TTB’nin raporlarını okuyor musunuz? Sizi ziyarete gelen ve cezaevlerindeki insanlık dışı uygulamaları anlatan, yönetmeliğe uymadığınızı belgelerle kanıtlayan bu örgüt temsilcilerini dinleyip, ‘haklısınız’ demekten başka ne yaptınız. Mahpusların mektuplarına yer veren gazete ve dergileri okuyor musunuz? (…) Okuduysanız bunların dolaylı sorumlusu olarak hiç hicap duymuyor musunuz? Selefiniz M. Ali Şahin, Engin Çeber’in gardiyanlar tarafından işkence ile öldürülmesi üzerine, “Devletim ve hükümetim adına özür dilerim” demişti. Siz, bakanlığınız döneminde tedavileri yapılmadığı için cezaevinde hayatını kaybeden tutsaklar Ali Çekin, Hasan Kert, Beşir Özer, Kuddusi Okkır, İsmet Ablak ve Kırklareli cezaevinde işkence sonucu öldürülen Mehmet Kılınç için özür de dilemiyorsunuz Sadullah Bey. Ya Güler Zere?”
Bu mektubu yazalı dört yıl oldu. Ergin gitti başkası geldi. Ve ne eski ne yeni adalet bakanları bu konuda ciddi bir adım atmadı. Ve son dört yılda hapishanelerde hayatını kaybeden tutuklu ve hükümlü sayısı bini geçti.
“Ben Çıkana Kadar Büyüme e mi…” adlı son kitabımda, hasta tutsaklara ve onlardan gelen mektuplara yer vermiştim. Birkaç örnek aktarıyorum:
Erol Zavar
Aşağıda mektubunu okuyacağınız Şair Erol Zavar kanser hastasıdır. Cezaevinde kaldığı sürece 21 kez ameliyat olduğu halde tahliye edilmemektedir. Buna rağmen kızıma yazdığı mektupta hayata ve insana dair sevgisini koruduğu görülmektedir.
“Not: Sevgili Adil, tüm aileye selam ve sevgilerimi yolluyorum. Öykü’ye de bir mektubum var ekte. Onun yolladığı deniz kabukları zarftan çıkmadı. Yarın soracağım nedenini Öykü’ye bundan söz etmedim, üzülmesin diye. İşte bir deniz kabuğunu içeri vermeyecek denli güvenlikli bir devlet. Sevgilerimle
Sevgili Öykü, Merhaba,
Mektubun ve resimlerin hücreye ikinci kez baharı getirdi. Aslında tek bahar demeliyim. Çünkü burada havalar bir ısınıyor, sonra yağmur, soğuk oluyor. Ne yapacağımızı şaşırdık. Hem de gün içinde birkaç kez oluyor bu. Sizin oralar da böyle mi? Gerçi hücre arkadaşım “Mersin böyle değildir, yağmur da yağsa sıcaktır hava, dokunmaz, öyle çok fazla değişmez dereceler” diyor. İşte böyle bir ortamda senin mektubun ve resimlerinde ki gülüşün baharı getirdi. Çocuklar ziyarete gelmişti. Senin mektuptan önce, böylece onların gülüşleriyle birleşti gülüşün. Kocaman bir bahar havası doldu hücremiz… Bunu söylerken geçmiş demeyi unuttum. Hasta olmuşsun kışın. İyileşmene sevindim ama. Biliyor musun hastalığı atlatınca daha güçlü oluyor insan sende tamamen yenmişsindir onu umarım. Babana da geçmiş olsun dileklerimizi ilet olur mu? Ve de ki, “Erol amcam kötü hastalığa yakalanıp Ankara’ya gelince, hücredeki arkadaşı sigarayı bırak demiş, ben de bırakayım, birlikte bırakalım demiş, bende bırakayım, birlikte bırakalım demiş, zorlamış, sonunda bırakmışlar ikisi de, 5 yıldır içmiyorlarmış. O günden sonra Erol amcamın kötü hastalığı gerilemeye, iyileşmeye başlamış, az kalmış tamamen iyileşecekmiş. Ve Erol amcam ve arkadaşı seninde sigara bırakmanı istiyorlar.” Aynen böyle söyle olur mu?” Erol Zavar.
Sinan Gülüm
“Sevgili Okay ailesi, merhaba,
Şu an önümde dört ayrı tarihte yollamış olduğun kartlar var. (…) Umarım ve dilerim keyfiniz ve sağlığınız iyi ve yerindedir. Ben de genel anlamda iyi sayılırım. (…) Doktorlarımız “nefes al, nefes ver, bu gün git, yarın gel…” esprisinde olduğu gibi, denenmemiş ilaçları “kobay” misali üzerimizde deneyerek, piyasaya da ondan sonra sürüyorlar. Yani bir anlamda kapitalist sömürücülerin bu alandaki işçiliğini üstlenmiş gibiler. (…) Şimdi durumumu gözden geçiriyorum. Sağlam bir uzuv, organ kalmamış. Böbrek problemli, ciğerler sorunlu, gözler ha keza, dişler dersen yarıdan fazlası takma. Boyun fıtığı, bel de problem. Kafa dersen zaten o da kırıkJ. Bir kulak vardı o da sorunluymuş. Hepatit B hastasıyım. Bütün bunlar bilinen doktor tasdikli, reçeteli, raporludur. Bir de bilmediklerim veya bilinip bilinmezden gelinenler. Ama her şeye rağmen iyiyim. Moralim yerinde.” Sinan Gülüm
Halil Güneş
Ağır hasta tutsaklardan Halil Güneş’in bana ve kızım Öykü’ye yazdığı mektuplar onun hastalığı ile ilgili bilgi veriyor:
““Merhaba Sevgili Adil,
07.08.2013 tarihli mektubu, Kartı ve Öykü’nün fotosunu aldım. İlgin, duyarlılığın için teşekkürler. En son Gün Radyo’da seni ve Nihal’i (Boyacıoğlu) dinleme zevkine ulaşmış, selamlarınızı almıştım. Şu an yazmaya çalıştığım; iki-üç yıldır yazmayı düşündüklerimin nihayet kâğıda akışıdır. Gecikmenin birçok nedeni var. En önemlisi de hafıza problemi; kolay değil! 34-35 yıl öncesini hatırlamam. Son 21 yılın zindanda geçişi kadar, dağ ve kentlerde yaşanan yüzlerce çarpışma ve eylemin anılarının üstüne basarak gerilere uzanabilmem. Buna bir de çok ağır, ciddi sağlık problemlerimi ve doğru-düzgün sandalyeye oturamayışımı da eklersen gecikmeme hak verirsin sanıyorum… ”
“Sevgili Öykü, (…) Sana resimlerimizi de gönderiyoruz. Yaşar amcan hep hastalıklarla uğraşıyor. Bir sürü hastalığı var. En son damarlarında da hasar olduğunu öğrendik. Hasta insanların buradan çıkarılmasını istiyoruz. Kemal amcanın da şeker hastalığı var. O da hastalıklarla uğraşıyor. Onlar için burada yaşam daha zor. Dışarıda hasta tutsakların bırakılması için eylemler oluyor. Baban onları biliyor ve gidiyor olmalı. Arada babana sor, neler yapıyorsunuz diye.” Halil Güneş.
Ergül Çiçekler
Korsakof hastalarından Ergül Çiçekler de uzun yıllardır zindanda. Şiir, öykü çalışmaları var. Son mektubunda hastalığından ve hapishane koşullarından ve dışarıda başta İHD olmak üzere kurumların çalışmalarının yararlarından söz etmiş:
“Sevgili Adil, Merhaba.(…) Belki Ayşe söylemiştir. Ben yine de kampanyaların zaten içinde olduğun için anlatmak isterim. Hasta Tutsaklar listesinde olduğumdan dolayı savcılık bir iki ay önce benden hastalığım nedeniyle cezamın ertelenmesini istiyorum diye bir dilekçe istedi. Bizde sorduk nerden çıktı bu, on senedir bir kere sormayanlar neden hasta olduğumuzu hatırlamıştı. Cevap siz AİHM de konuyla ilgili dava açmışsınızla başlayan uzun bir cümleydi. Cümlenin devamını unuttum gerekte yok hatırlamaya zira açtığımız böyle bir davada yok zaten. Neyse istenilen dilekçeyi verdik. Ardından Devlet hastanesine götürdüler. Üstün körü bile olmayan muayenelerden geçtik. Zaten adli tıptan raporlarım olduğu için raporları gören doktorlar bir şey sormuyordu. Sonunda heyete çıkardılar heyette karar vermeyip tıp fakültesine sevk etti. Anlamıyorum nedir konu benim zaten Adlı Tıptan alınan korsakof raporlarım var. İyileşmeyen bir rahatsızlık diye de belirtilmiş. (…) Bu hastane fakülte yolculuklarından sonra sağlık durumum epey olumsuz etkileniyor. Mesela ilk hastaneden döndüğümde ring öyle sarstı ki FMF nöbeti geçirmeme neden oldu. (Bende FMF, Akdeniz Anemisi var.) bu atak 4 gün sürdü ilaçlar fayda etmedi iğneyle serumla biraz rahatladım sonra tam düzeldim derken Üniversite yolculuğu… sonrası önce mide bulantısı başladı sonra çarpıntı, 112 acili aradı revir görevlileri, geldiler bu defada tansiyonum çok ama çok düşmüştü serum verildi hemen iğneler vb. ama hala tansiyonum çok düşük ve yoğurt, salata dışında her şey midemi bulandırıyor. Yani devlet gene bildiğini okuyor. Evet adli-tıp raporlarının verilmesi 7-8 yıl oluyor ama ne önemi var Wernike-korsakof hastalığı iyileşmez bir meret ne diye aynı testler yapılıyor. Bu hastalık uzaktan anlaşılmıyor ama işte 20 dakikalık sarsıntılı bir yolculuk bile çok ciddi şeylere neden oluyor. (…) Eğer sizlerin bu kampanyalarda bu kadar emeği olmasa ben bunlara hiç katlanmazdım…” Ergül Çiçekler
Zeynel Karabulut
Hasta tutsaklarla yazışırken, onların bize moral vermeye çalıştığını gördüm. Hastalıklarından dönem dönem söz etseler de genel olarak onlar bizim halimiz hatırımızı soruyorlar. Elbette bir ideal için, “başka bir dünya, daha adil bir dünya mümkün” şiarıyla yola çıkan ve uğurda esir düşen politik tutsakların bu iradesine hayran olmamak elde değil. Örneğin yazıştığım hasta tutsaklardan Aynur Epli kara kalem çalışması yanında kız kardeşi ile içeride ortak çeviri yapmaya çalışıyordu. Zeynel Karabulut resim yapıyor. Erol Zavar şiir yazıyor, Sami Özbil edebiyata devam ediyor. Zeliha Bulut çocuk romanı çalışıyor. Sancılara- sanrılara rağmen. İşte bu hasta tutsaklardan Zeynel Karabulut kızım öykü’ye yazarken kendi dertlerinden söz etmiyor. Tersine sevgi dağıtıyor.
“Sevgili müzik yoldaşım, Merhaba!
Öyle suratını asma, geldim işte biliyorum bu aralar seninle sohbet etmeyi ihmal ettim. Ama inan ki bilerek yapmadım. Elimden olmayan nedenlerden dolayı. Bu aralar biraz yoğunum onun için. Neyse bunları bir kenara bırakalım. Ben bu gecikmeden dolayı hem özür diliyorum, hem de özeleştirimi veriyorum. Bundan böyle bu mektup yazma konusunda daha dikkatli olur senin göndermiş olduğun mektuplarına zamanında yanıt vermeye çalışacağım. Ha şöyle gül senin gülüşün bahar mevsiminde kırların renk renk çiçeklenmesi demektir.
Eh nasılsın? Annenle baban nasıl? Umarım cümleten iyisinizdir. Bende yoldaşlarım ve dostlarımla gayet iyiyiz, baharın tadını çıkarmaya çalışıyoruz.
Sevgili minik 11 yıl aradan sonra dostlarımızla 10 kişi gurup olarak bir araya geldik yani sohbete çıktık. Birbirimize sarıldık. Yani haftada 10 saatlik sohbet hakkımızdan 6 saatine izin veriyorlar. 4 saatlik sohbet hakkımızı bize kullandırmıyorlar…”
Zeynel Karabulut.
Kanser hastası Aynur Epli’nin hapishanede resim çalışmalarından bir örnek
Hasta tutsak Zeliha Bulut’un mektubundan bir bölüm
“Basından takip etmişsinizdir. Bizim dosya onaylandı. Bütün arkadaşlara ağırlaştırılmış müebbet verdiler. Bana normal müebbedi. Bir arkadaşa üst düzeyden üyelik! Üstelik hakim ‘daha fazla ceza olsaydı, daha fazlasını verirdim’ diye açıklama yapmış. Nedense hiç şaşırmadık. 12 Eylül’de babamlar yatıyordu, onun bir mantığı vardı en azından mantıksızlıklarının. Şimdi normal müebbede seviniyoruz! Cezalar o kadar üst perdeden veriliyor ki. Ne Allah duyuyor sesimizi, ne de paketler çözüyor. (…)
Papatya zamanında görüşmek dileğiyle… Serkeftin…
Zeliha Bulut…
Sincan Kadın hapishanesi.” Ocak 2013.
Resul Kocatürk
Hasta tutsaklardan Resul Kocatürk’ün Mart 2013’te Giresun cezaevinden yolladığı çarpıcı mektubundan bir bölüm paylaşıyorum. Mektubun bütününe www.gorulmustur.org web sitesinden ulaşabilirsiniz:
“Sevgili Adil Merhaba; (…)Yıl 2003 Nisan’ı ortaları ve ben wernicke-korsakoff sendromu rahatsızlığım dolayısıyla altı aylığına bırakılıyorum ve tedavi sürecine başlıyorum. Yarim içeride ben dışarıda… Kısa süreliğine yarimin ziyaretçisi oluyorum. Ama ne var ki henüz TİHV’in olanaklarıyla tedavi sürecindeyken hareketimize yönelik bir operasyon saldırısıyla tekrar tutuklanıyorum ve hapislik kaldığı yerden başlıyor. Yarim bir mahpusta ben bir mahpusta… Ve 2004 yılı içinde yapılan infaz düzenlemesi ile yarim bir buçuk yıl önceden onuncu mahpusluk yılında tahliye oluyor. Ve denklem birden bire tersine dönüyor! Yarim dışarıda ben de içeride… Yarim ziyaretçim oluyor ve şimdilik böyle devam ediyor… Ama biliyor ve inanıyoruz ki gün gelecek bedenimize, ruhumuza yerleşen o yakıcı hasreti söküp atacağız. Büyük sevdamızın bağrında özgürlük türküleri söyleyip coşkuyla horon tepeceğiz…” Resul Kocatürk
Dar alanda fotokopi yaşamın etkileri
Hapishane hastalık üretiyor. Bu konuda ağırlaştırılmış müebbet hapse mahkum olan ve yıllardır tek kişilik hücrede tutulan Ali Gülmez ve Muzaffer Öztürk yolladıkları mektupta şu saptamaları yapıyordu.
“Tarihsel deneyimlerden de bilinmektedir ki, uzun süreli dar alanda hücre yaşamının getirdiği fiziki ve psikolojik etkiler mevcuttur. Yanınızda ikinci üçüncü kişilerin olmaması nedeniyle günlük yaşam esas olarak fotokopi bir yaşamdır. Okuma yazma günlük zorunlu ihtiyaçlar, temizlik vb. belli bir zaman sonra ŞARTLANDIRILMIŞ gibi alışılan bir yaşama dönüşür. Yaşamın farklı renkleri yok olur. Tek farklılık, zaman zaman çevre-yakın hücrelere gelen yeni birileridir. Yüzünü görmeseniz de yeni bir insan tanıma heyecanı hissedilir, yaşanır. Okumak, yazmak, çizmek siyasal tutsağın en güçlü can simidi olmasına rağmen, rutin birbirinin aynı (fotokopi) yaşam koşulları beynin faaliyetlerini doğal olarak sınırlar. Ve kısa süre sonra UNUTKANLIK, DALGINLIK başlar. Çünkü her ne kadar okuduğumuz her yeni şey, yazdığımız her çalışma beynin reflekslerini harekete geçirse de önceki yaşamdan farklı olarak sınırlanmış olması nedeniyle durağanlık başlar. Bunun sonucu unutkanlık ve dalgınlıktır. Yaşamın beynin faaliyetlerini bu denli sınırlanması, mevcut organlarının duyu organlarının yeterince faaliyeti olmaması, henüz ayırtına varılmayan pek çok rahatsızlığın önünü açmaktadır. Kendini ifade etme, rastlantı ile mahkeme ya da hastaneye gidişlerde birden fazla kişiyle karşılaşınca nasıl sohbet edeceği konusunda bocalama, kendini kontrol etme çabası vb. etkilerle kendini duyumsatır. 24 saatin 1-2 saati dışında (ki o birkaç saatte de en fazla 7-8 metrelik uzaklık görebilirsiniz) gözünüz bakış uzamı en fazla 3-4 metredir. Ağırlıklı bölüm ise 1-2 metre… Kilometreler ötesine göre evrimleşmiş göz, uzun süre birkaç metre ile sınırlanınca çeşitli rahatsızlarda başlar. Bu bakış açısı-uzam-zamanı vb. sınırlılığı, yaşamda da bir “darlaşma” yaratmaktadır…”
Not: Muzaffer Öztürk 4. Yargı paketinden yararlanıp tahliye oldu.
SONSÖZ: Peki hasta tutsaklar için neler yapılabilir. Ülkenin başındaki ceberut hükümetin kara propagandası ve yandaş medyanın yarattığı sanal alem, halkın büyük çoğunluğunu kör –sağır -dilsiz eylemiş. Ama bizim ödevimiz bıkmadan, usanmadan bu insanların seslerini duyurmaya çalışmaktır. Sesimizi bu insanların sesine katmaktır. İlk yapılacak iş tüm hasta tutsakların “devlet” şemsiyesi altında görev icra etmeye çalışan kurumlardan (ATK) değil, bağımsız hastanelerden-kurumlardan alacakları raporla tahliye edilmelerini sağlamaktır. İkinci adım da yasal düzenleme olmalıdır. Evrensel hukuk ve normlar ülkemize taşınmalıdır. Zira -var olan hasta tutsaklar çıksa bile- bu hapishaneler yeniden hastalık ve ölüm üretecektir.
Kaynakça:
Adil Okay, “Ben Çıkana Kadar Büyüme e mi…”, NotaBene yayınları, Ankara, Ocak 2013.
www.gorulmustur.org
[i] Grafik: İsmail Cem Özkan.
[ii] Adil Okay
[iii] Nuray Çevirmen, Sesimizi Duyun Ölmeyelim, ozgurmedya.org
[iv]Temel Demirer, Hapishane(ler): “(C)eza” içinde “(C)eza, Newroz, no: 192, 10 kasım 2011…
[v] Fotoğraf: Ömür Eğribel.