TOLGA TÖREN yazdı: “Barışa, ulusal soruna, ulusal sorunun sınıf temeline ilişkin bir sözümüzün olup olmadığını, varsa ne olduğunu… Kötünün görece iyisine razı olmayalım; ama soralım: Kürt ve Türk emekçiler arasında köprü kurmadan, ulusal sorunun sınıfsal temelini atlayarak, mümkün mü?”
TOLGA TÖREN
Türkiye sosyalist hareketi 2010 referandumundan bu yana yapılan neredeyse bütün seçimlerde, üstü kapalı bir taktik / strateji tartışması yaşıyor demek abartı olmaz.
Söz konusu tartışmanın asıl olarak iki tarafı var.
Bir tarafta stratejik yönelimini, CHP içerisinde yer alan, her ne kadar son seçim listelerinde yer bulamadılarsa da, görece solda duran kimi isimlerle birlikte belirlemeye çalışanlar; diğer tarafta ise, stratejik yönelimini Kürt siyaseti ile belirleme çabasında olanlar.
Elbet her iki yönelim de belirli ön kabullere sahip.
Taktik yönelimlerini CHP ile ya da CHP içerisinde yer alan görece sol isimlerle belirlemeye çalışan kesimler, Kürt sorununa verilen önceliğin sınıf siyasetinin önünü kapattığı ya da batıdaki kitlelere ulaşmada sorun yarattığı ön kabulünden hareket ediyorlar.
HDP’yi en genel manada solda görseler de daha çok “kimlik siyaseti” yürüten bir özne olarak görmek de cabası.
Bu kesimlerin bazılarının çok değil on, on beş yıl öncesinde, sınıf siyasetinde ısrar edenleri, ‘arkaik’ olarak tanımladığını geçerken anımsatalım… Ve ekleyelim!
HDP’nin adayları arasında Türkiye sosyalist hareketinin önemli bileşenlerinin bulunması bir yana, taktik / stratejik nedenlerle bünyesinde toplumsal muhalefetin farklı kesimlerini barındırsa da, programının kapitalizmi aşmayı öngören öğeleri diğer yana…
Tarihsel ve güncel birçok olgu, sınıfsal bağlam da dahil, sosyalistler açısından HDP ile birlikte davranmayı olmazsa olmaz yapıyor.
Kuşkusuz bu ayrı, önemli ve uzun bir tartışma konusu; ancak bu yazının derdi başka.
Sınıftan kaçış bitti, ama!
Sosyalist hareket içerisinde, reel sosyalizmin çöküşünün yarattığı ‘marjinalize olma travmasını’ atlatmak için kendi sözünden kaçma önemli bir pratiği ifade ediyor. Bunun 1990’lı yıllardaki biçimi “sınıftan kaçış”tı.
Örneğin, başta Özgürlük ve Dayanışma Partisi (ÖDP) içerisindeki ana eğilim olmak üzere, Türkiye sosyalist hareketinin bir kesimi, post-Marksizmin ve Türkiye’deki temsilcilerinin etkisi altında, söz konusu dönemde sınıf analizlerini bir hayli ‘arkaik’ buluyor, bunu da bu şekilde ifade etmekten kaçınmıyorlardı.
Birikim dergisinin 1990’ların ortası ile sonları arasındaki sayıları bu konuda iyi bir kaynaktır. Örneğin, bahsi geçen dönemlerde Murat Belge’nin önerdiği ‘liberal cephe’ bir hayli ses de getirmişti. O liberal cephe, 2000’lerde “yetmez ama evet”çilik biçiminde karşımıza çıktı ve sonuçlarını da hep birlikte yaşıyoruz.
Kürt meselesi de ÖDP’nin bölünmesinde temel rolü oynayacak düzeyde büyük bir tartışma alanıydı ve aynı dönemde sınıftan kaçanlar, Kürt meselesinden de kaçıyorlardı.
Sermaye ideologlarının “tarihin sonu”, “sınıf mücadelelerinin sonu”, “büyük anlatıların sonu” biçimindeki “büyük anlatı”larının büyük birer yanılgı olduğunun kısa zaman içerisinde anlaşılmasının da etkisiyle, sınıf kavramının uluslararası sosyalist çevrelerde ve akademik yazında yeniden hak ettiği yeri almasına paralel olarak, dün sınıftan kaçanlar, zaman içinde bu konudaki çekingenliklerini attılar. İyi de oldu.
Kürt meselesinden kaçış ise baki kaldı.
Barış siyaseti marjinalleştirmez!
Milliyetçiliği kışkırtacağı, batıdaki halktan kopmaya yol açacağı ya da sınıf siyasetinin önünde engel oluşturacağı gibi gerekçelerle Kürt meselesinden ve barış siyasetinden uzak durma hali hala önemli bir eğilim.
Oysa Türkiye’nin yakın dönem geçmişi, milliyetçi kesimlerin dahi önerdikleri “çözüm politikaları” nedeniyle elde ettikleri meşruiyet hikayeleri ile dolu.
1991 seçimlerinde iktidara gelen Süleyman Demirel’in en önemli söylemlerinden birisi, “Kürt realitesini tanımak” idi örneğin, “karakollar pembe kol olacak” yanında. Aynı dönemlerde bir başka sağcı, Mesut Yılmaz, “Avrupa Birliği’nin yolu Diyarbakır’dan geçer” diyerek, yani barışa kapı aralayarak önemli bir meşruiyet elde edecekti.
Sosyal Demokrat Halkçı Partisi (SHP) gene aynı dönemlerde hazırladığı Güneydoğu Raporu ile önemli bir ‘açılım’ sağlar ve meşruiyet elde ederken, 1990’ların karanlığında tek başına bir siyasi parti gibi çalışan Eşber Yağmurdereli’nin başını çektiği “Barış için bir milyon imza kampanyası” ise neredeyse bir toplumsal hareket halini alacaktı.
Demek ki “barış siyaseti” marjinalleştirmiyor, batıdaki halktan, hatta muhafazakar olanından dahi koparmıyordu.
AKP ve açılım siyaseti
Benzer şeyleri Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) iktidarı için de söylemek mümkün.
Her ne kadar, Kürdi siyasetin ilerici, yüzünü (ve programını) sola çeviren öznelerini tasfiye etmek, ulusal sorunu sınıfsal bağlamından kopararak salt bir kimlik politikasına indirgemek ve Kürt coğrafyasını sermayeye açmak biçiminde de şekillense de, AKP’nin batıda ve Kürt coğrafyasında elde ettiği meşruiyette ‘açılım siyaseti’ önemli rol oynadı.
Bu durum sosyalist solun bir kesiminin barış sözünü daha da sakınmasına, yalnızca kapitalist üretim ilişkilerinin kuruluşunun açığa çıkardığı bir sorun olması hasebiyle değil, sermayenin Kürt coğrafyasına yayılmasının işçi sınıfı içerisinde açığa çıkardığı dönüşümler itibarıyla da sınıfsal bir boyutu olan ulusal sorundan kaçınmasına da yol açtı.
Kimi, Kürt halkının siyasal temsilcilerinin AKP ile barış görüşmeleri yürütüyor olmasından hareketle üstü örtük ya da açık bir ‘ittifak’ vurgusu yaparken, kimi de, Kürt siyasetinin AKP’nin tasfiye politikalarını boşa düşürmek için, programını aynı tutmak şartıyla Kürdi muhalefetin farklı kesimlerini bünyesine katmasını dert edindi.
Bütün bunlar böyle olduğu ölçüde de barış sözünün ya da siyasetinin, başta AKP olmak üzere başka aktörler tarafından kendi meşruiyetini sağlamlaştıracak şekilde yeniden kurulmasına yol açtı.
Sosyalist solun boş bıraktığı bir alan olarak barış siyaseti ve ulusal sorun, sağın ya da sermayenin şiddetinin devletin şiddeti ile ilişkisini görmezden gelip kerameti kendinden menkul bir “ceberrut devlet” eleştirisi yapan sol liberallerin, yakın dönem için örnek olsun, “yetmez ama evetçilerin”, meşruiyetini ya da hareket alanını arttıran bir konu olarak kaldı.
Bir başka ifadeyle, sosyalist sol barış sözünü sakındığı ölçüde, beklenen etki, örneğin batıdaki halkla buluşma, ortaya çıkmadığı gibi, siyasal hasımlara ya da mahalle içindeki! liberallere bir meşruiyet zemini açılmasına da yardımcı oldu.
Sözünü sakınma hali: Barış ya da ulusal sorun
Barış ya da ulusal sorun bağlamında sözü sakınma halinin son örneklerinden birisini de çalışmalarından neo-liberalizmin tahribatından sömürü ilişkilerine kadar birçok alanda faydalandığımız Gamze Yücesan Özdemir hocamızın yakın zamanda, 27 Mayıs 2018 tarihli Birgün’de kaleme aldığı yazı oluşturuyor. Yücesan hoca haklı olarak şu sözleri dile getiriyor:
Bağımsız solu var etmek! Yeni bir ülkenin ancak solun kurucu ilkeleri üzerinde yükselebileceğini vazgeçmeden, usanmadan ve yorulmadan söylemek. Seçim aritmetiği içinde, günlük ittifaklar içinde, müzakereler içinde yitip gidenlerin, yitip gitmemesi için çaba sarf etmek! Tek adam yerine halk egemenliğini, piyasacılığa karşı kamuculuğu, gericiliğe karşı bilimin aydınlığını, emperyalizme karşı tam bağımsızlığı, bireyciliğe karşı dayanışmayı her yerde, herkesle ve herkesin parçası olarak paylaşmak! Herkesin, ‘olağanüstü bir dönemden geçiyoruz’ diyerek, neoliberal siyasal alanının içine sıkışıp kaldığı ve kötünün görece iyisine razı olmaya başladığı anda, bu fikri, ufku ve iradeyi var etmek!
Söylenenlere katılmamak bir sosyalist açısından elbette mümkün değil. Ama, insan gene de örneğin HDP listelerinden aday olan, Ezilenlerin Sosyalist Partisi (ESP), Sosyalist Yeniden Kuruluş Partisi (SYKP), Halkevleri, Halkın Türkiye Komünist Partisi (HTKP) ve diğer sosyalist örgütlerden hangisinin yukarıdaki ifadelere itirazı olabileceğini merak etmiyor değil…
“Bağımsız sol” ifadesinin devletten ve sermayeden bağımsızlık anlamı dışında nasıl bir anlamı olabileceğini…
Ve nihayetinde, hele de yıkılan Kürt kentleri hala kanarken, yüzlerce akademisyen “Bu suça ortak olmayacağız” başlıklı metnin imzacısı olması hasebiyle işinden ya da yurdundan edilmişken, devletin zor aygıtları ile yıkılan Sur ve Cizre için, hemen sonrasında sermayenin zor aygıtı olarak kentsel dönüşüm projeleri gündeme alınmışken, barışa, ulusal soruna, ulusal sorunun sınıf temeline ilişkin bir sözümüzün olup olmadığını, varsa ne olduğunu…
Kötünün görece iyisine razı olmayalım; ama soralım: Kürt ve Türk emekçiler arasında köprü kurmadan, ulusal sorunun sınıfsal temelini atlayarak, mümkün mü?