SAİT DEMİR’in Siyaset dergisinin 4. (Mart-Nisan 2018) sayısında yayımlanan yazısı*: “Yapılması gereken; kamuda taşeron olarak çalışan tüm işçilerin öncelikle geçmişte uğradıkları hak kayıpları da tazmin edilerek yeni duruma intibaklarının sağlanması, hukuksuzluğa ve keyfiyete dayalı uygulamalarla hiçbir taşeron işçisinin işinden edilmemesidir.”
M. SAİT DEMİR
Sovyet Bloku’nun yıkılması ile korkularından kısmen kurtulan ve güçlenen burjuvazi açısından küreselleşen dünyada işçilerin kazanılmış hakları dahi rekabet gücü için “ayak bağı”dır. Neo-liberal dünyada “işçiyi değil işletmeyi korumak” çok daha önemlidir. İşçi emeğinin bölünüp parçalanması ve güçsüzleştirilmesinin adı olan taşeron sistemi, kapitalizmin işçi sınıfının kazanılmış haklarından öç almak için kullandığı bir araçtır. İş güvencesinin kademeli olarak ortadan kaldırıldığı, esnekliğin, kuralsızlığın egemen kılındığı, kiralık işçiliğin tedavüle sokulduğu taşeronluk sistemi, sermayenin işçi sınıfı mücadelesine yönelik en büyük saldırılarından biridir.
İşgücü maliyetlerini düşürmek amacıyla asıl işin ya da yardımcı işin alt işverenler eliyle yaptırılması anlamına da gelen taşeronlaştırma; işçiler açısından çalışma haklarının zayıflatıldığı, çalışma koşullarının kötüleştirildiği, toplu sözleşme ve sendikalaşma hakkının fiilen yok sayıldığı, güvenli çalışmadan yoksun, karnesi iş cinayetleriyle dolu bir sömürü alanıdır.
Türkiye’de taşeron sistemi, 24 Ocak Kararları sonrasında ANAP Hükümeti tarafından 12 Eylül 1980 darbe anayasası ile çalışma yaşamımıza sokuldu, ANAP sonrası gelen hükümetler ise taşeron sistemini kaldırmak yerine daha da güçlendirdi. Taşeron sisteminin ne denli güçlendiği 1980 öncesi ve sonrası Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı ile İŞKUR verilerine bakıldığında görülmektedir. 15 yıllık AKP iktidarının bilançosu ise 1 milyonu kamuda olmak üzere sayısı tam olarak bilinmemekle beraber en az 3 milyon civarında taşeron işçisidir.
Taşeron işçiliğe yönelik sürdürülen mücadelelerin bir sonucu olarak iş mahkemelerinde açılan pek çok davada alınan, kamuda benzer işlerde çalışan işçilerin, esas işverenin yükümlülüğünde olduğu ve eşit haklara sahip olması gerektiğine ilişkin kararlar görmezden gelindi. İşçi sınıfının güçsüzlüğüne ve dağınıklığına rağmen, daha çok sınıf bilinçli işçi kadrolarının öncülüğünde devam eden çeşitli direniş ve eylemlilikler “Kadro lütuf değil haktır” şiarının toplumun tüm kesimlerince benimsenmesini de beraberinde getirdi. Yürütülen mücadele sonucu binlerce işçinin başvurusuyla açılan muvazaa davalarının işçiler lehine sonuçlanmasına rağmen, mahkeme kararlarını uygulamayan AKP, seçimlerin hemen öncesinde muhalefetin de sıkıştırmasıyla kamuda çalışan taşeron işçilere kadro hakkı verileceğini ilan etmek zorunda kaldı.
Kamuda çalışan bir kısım taşeron işçisine Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Jülide Sarıeroğlu’nun müjdelediği gibi “direkt, tertemiz kadro” hakkının verileceği iddiası doğru değildir. Güvencesiz çalışmayı teşvik eden, geçici işçilik ve özel istihdam büroları gibi uygulamalarla işçinin emeğini sermayenin sömürüsüne daha da açık hale getiren AKP, kadro vaadi ile bu uygulamalarına bir yenisini daha eklemiştir. 24 Aralık 2017 tarihinde Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren 696 sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile kamuda çalışan taşeron işçilerinin kadroya geçişlerinde uygulanacak düzenlemenin, konunun taraflarıyla hiçbir tartışmaya ve müzakereye ihtiyaç duyulmadan bir gecede çıkarılması düzenlemenin asıl amacına dair ipuçlarını açığa çıkarmaya yetti.
Öncelikle kamuda “taşerona kadro” düzenlemesinin KHK ile yapılmasının Anayasaya aykırılığı ortadadır. Zira Anayasa’nın 121. maddesi “olağanüstü halin gerekli kıldığı konularda, kanun hükmünde kararnameler çıkarabilir” hükmünü içeriyor. Kamuda çalışan taşeron işçiye kadro düzenlemesinin “OHAL ile ilgisinin olamayacağı” son derece açıktır. Asıl dert işçiyi taşeron sisteminden kurtarmak olsa yapılacak iş oldukça basitti: Taşeron işçilerin kamuda kadrolu çalışan işçilerle aynı haklara sahip olmasını öngören bir kanun tasarısını Genel Kurulda görüşülmek üzere Meclis’e sunmak.
Kadro ama nasıl bir ‘kadro’?
Her şeyden önce, “kamuda çalışan tüm taşeron işçilere koşulsuz kadro” sözünün yerine getirilmediğini belirtmek gerekir. 696 sayılı KHK ile kamuda çalışan taşeron işçiler kadrolu kamu işçisi olamayacaktır. Belediye ve il özel idarelerinde çalışan yaklaşık 450 bin taşeron işçiye kamu işçisi kadrosu verilmemiştir. Bu işçiler yerel yönetimlerin kurulu şirketlerinde, çalışma koşullarında ve haklarında hiçbir değişiklik olmadan, “kadrolu taşeron işçileri” olarak çalışmaya devam edeceklerdir. KİT’lerde ve bazı özel bütçeli kuruluşlarda çalışan taşeron işçiler ise yapılan bu düzenlemenin kapsamı dışında tutularak adeta cezalandırılmışlardır. Yine kadroya alınacak taşeron işçiler için yapılan düzenlemede “personel çalıştırılmasına dayalı hizmet alım sözleşmeleri kapsamında çalıştırılanlar” belirlemesi yapılmış, diğer hizmete dayalı açılan ihalelerde “personel gideri yüzde 70’in altında olan işçiler ile mal, yapım ve danışmanlık ihalelerinde çalıştırılanlar” kısıtlaması olduğu gerekçesiyle bu kapsamda çalışan taşeron işçiler kadroya alınmamışlardır.
“Kadro” kapsamına alınan işçilere hiçbir hukuki dayanağı olmayan bir güvenlik soruşturması engeli çıkarılarak önce yazılı, sonra sözlü sınav şartı getirilmiştir. Yine kadro için açılan davalar ile geçmişe yönelik hak ve alacaklardan feragat koşulu getirilmiş ve gelecekte dava açma hakkından vazgeçilmesi istenmiştir. 15 yıldır iktidarda olan AKP, asıl işi yaptığı iddiasıyla dava açan taşeron işçiler lehine verilen yargı kararlarını Anayasa’ya aykırı bir biçimde uygulamadığı gibi, işçilerin benzer davalardan elde edecekleri hak kazanımlarından feragat etmelerini kadroya başvuru için ön şart olarak dayatmıştır. Bu durum dahi hükümetin kadro düzenlemesi ile işçi lehine sonuçlanan davaların idareyi karşı karşıya bıraktığı idari ve mali yükten kurtulmayı amaçladığını göstermektedir. Kamuda çalışan taşeron işçilerin lehine sonuçlanan davaların emsal gösterilerek hükümet tarafından haksızlıkların giderilmesi gerekirken, yangından mal kaçırırcasına sorunu KHK ile çözmeye çalışmak sermaye yanlılığı ve hak gaspı değil de nedir?
Bir başka garabet ise kadroya geçişte çıkarılan güçlüklere rağmen yazılı ve sözlü sınavda geçer not alan işçilerin mevcut hak ve ücretlerinde hiçbir iyileşmenin öngörülmemiş olmasıdır. Düzenlemeyle kamuda “ikinci sınıf işçilik” statüsü yaratıldığı için taşerondan kamuya kadro yoluyla geçen işçilerin toplu pazarlık haklarının gasp edildiğini söylemek yanlış olmaz. Yine yayımlanan KHK ile toplu sözleşme hakkını ortadan kaldıracak ve toplu sözleşme düzenini alt üst edecek bir hükme yer verildi. Bu hükme göre; kadroya alınan işçilerin tarafı olduğu ve devam eden toplu iş sözleşmelerinin bitiminde hükümet ile kamu işveren sendikaları ve işçi konfederasyonları arasında kadroya alınan işçileri kapsayan çerçeve anlaşma protokolü imzalanabilecek ve bu protokol konfederasyona üye sendikalar için bağlayıcı olacak. Böylece kamu kesiminde toplu iş sözleşmelerinde işkolu sendikaları artık taraf olamayacak ve bu sözleşmeler memur sözleşmeleri gibi bağıtlanabilecek. Buna bağlı olarak çerçeve sözleşmelerde uyuşmazlık ve grev prosedürü uygulanmayacağı için grev hakkı da fiilen gasp edilmiş olacaktır.
Bütün bunlar gerçekleşene kadar geçecek sürede ise kadroya geçen işçiler için bir ayrımcılık ve eşitsizlik sürprizi daha var. Ara düzenlemelerle yukarıda belirtilen kısıtların esnetilmesi ve taşeron işçilerin toplu sözleşme yapma hakkına kavuşmaları durumunda da daha önce Yüksek Hakem Kurulu tarafından bağıtlanmış olan son taşeron toplu iş sözleşmesinin süresinin bitmesi beklenecek. Bu süre bitimine kadar kadrolu kamu işçileri yılda dört ikramiye alırken, düzenleme ile kadroya geçişleri yapılan kamu işçileri, eğer alabilirlerse, yalnızca yılda 52 günlük ikramiye alabilecek. Kurumlarda kadrolu işçi olarak çalışan işçilerin yıllık izin süreleri imzalanmış olan toplu sözleşmelerle ortalama 25 günden başlarken, taşerondan kadroya geçen işçiler 14 günden başlayan süreleri ile yetinmek zorunda kalacak. Kıdem sürelerinin hesaplanması ve sosyal haklardaki farklar da bunlara eklendiğinde arada büyük bir uçurum oluşacaktır. Bu örnekler dahi uygulamanın toplu iş sözleşmelerinin ruhuna aykırı hükümler içerdiğini göstermesi bir yana, aynı işyerinde çalışan farklı statülere sahip işçilerin arasında kamu eliyle ne denli bir ayrımcılık ve eşitsizlik yaratıldığını gözler önüne sermeye yetecektir.
Yine, her ne kadar başvurucularda yaş ve öğrenim şartı aranmayarak taşeron işçilere kadroya geçişte kolaylık tanınacağı söylenmiş olsa da, İş Kanunu’nda yer almamasına rağmen 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu’na göre istenen “güvenlik soruşturması ve/veya arşiv araştırması” belgesinin başvuru aşamasında dayatılması kazanılmış çalışma hakkının gaspına yol açabilecek bir uygulama olarak karşımıza çıkıyor. Bilindiği gibi 657 sayılı Kanun’un 4. maddesinin (D) bendine göre 657 sayılı Kanun hükümleri kamu işçileri için uygulanan koşullar arasında değildi. KHK ile getirilen bu uygulamanın esas amacı olsa olsa kayırmacılık ve tasfiyedir. Yalnızca bu maddenin varlığı dahi kadroya geçişte siyasal iktidarın daha çok kendine yakın isimlere bu hakkı tanıyabileceğine ve kendisi gibi düşünmeyen taşeron işçileri işe kabul etmeyeceğine yönelik kaygıları arttırmaktadır. Sağlık Bakanlığı’nda taşeron olarak çalışan 1.949 işçiden 929’unun kadro başvurusunun kabul edilmemesi, bu kaygıları haklı çıkaran ilk örnek olmuştur. Kamuoyundan gelen tepkiler üzerine yapılan açıklamada, işçilerin başvuru koşullarını taşımamasının başvuruların reddedilmesinin gerekçesi olarak gösterilmesi durumun daha başlangıç aşamasında bir vahamete dönüştüğünü düşündürüyor.
696 sayılı KHK’da eski hükümlü taşeron işçilerine ilişkin düzenleme bu işçilerin kadroya geçişini hukuka aykırı şekilde engellemektedir. 4857 sayılı İş Kanunu’nun 30. maddesinde “İşverenler, elli veya daha fazla isçi çalıştırdıkları kamu işyerlerinde yüzde iki eski hükümlü çalıştırmakla yükümlüdürler” denilmesine rağmen, kadroya geçiş başvurusunda konulan “güvenlik soruşturması” şartı kamuda taşeron işçi olarak istihdam edilmiş olan eski hükümlü işçilerin kadroya alınmalarında hak gaspına yol açmaktadır.
Bir başka açmaz ise, 696 sayılı KHK’ya göre, emeklilik, yaşlılık veya malullük aylığı almaya hak kazanan ve kamuda çalışan taşeron işçilerinin kadroya alınmamalarıdır. Daha önce bu durum çalışmaya engel değilken, getirilen bu düzenleme ile emekli olup çalışmaya devam eden işçiler ile emekliliğe hak kazanmış olup henüz emekliye ayrılmayan işçilerin kadro başvurularının kabul dahi edilmemesi tam bir hukuksuzluk ve hak gaspıdır.
Bianet’ten Tansu Pişkin’e konuşan DİSK/ Genel-İş Çapa Tıp Fakültesi İşyeri Temsilcisi Caner Şahin’e göre bu düzenleme ile aslında “Bir işsiz ordusu yaratılıyor.” Şahin durumu şöyle özetliyor: “Aslında bizim istediğimiz kayıtsız şartsız, sınavsız tam kadroydu. Bugüne kadar vermiş olduğumuz mücadelenin karşılığı şu an bulunduğumuz nokta değildi… Belediyelerde de taşeron kalkıyor ama bu sistemde belediyelerin kendisi şirket oluyor. Cumhurbaşkanı açıklamasında herkese kayıtsız şartsız kadro dedi. Ama görüyorsunuz bir ihtimal kadroya alınacak diye insanlar perişan oluyor…”
Yapılması gereken; kamuda taşeron olarak çalışan tüm işçilerin öncelikle geçmişte uğradıkları hak kayıpları da tazmin edilerek yeni duruma intibaklarının sağlanması, hukuksuzluğa ve keyfiyete dayalı uygulamalarla hiçbir taşeron işçisinin işinden edilmemesidir. Yine kamuda taşeron işçisi olarak çalışan tüm işçilerin kıdem tazminatları ile yıllık ücretli izin haklarının taşeron şirketlerde çalışmaya başladıkları süreden itibaren hesaplanarak eşitsizliğin giderilmesi sağlanmalıdır. Bu işçilerin kamuda kadrolu olarak çalışan sınıf kardeşleri ile eşitlenmesi, yürütülen kadro mücadelesinin olmazsa olmaz bir talebi olarak savunulmalıdır. Caner Şahin’in de söylediği gibi “Grevse grev, direnişse direniş; biz her şeye hazırlıklıyız ve işçinin yanında olmaya devam edeceğiz.”
* Bu yazı Siyaset dergisinde "KHK'dan kadrolu taşeron işçiliği çıktı!" başlığıyla yayımlanmıştır.