Kürt hareketinin tabanının önemli bir kesiminin savaş ve neoliberalizmin kümülatif tahribatına maruz kalmış kent yoksullarından, mevsimlik işçilerden, genç işsizlerden, esnek ve güvencesiz işlerde çalışmaya mahkûm edilmiş emekçilerden oluştuğunu herhalde herkesin malumu. Bu durum bazen “işçi sınıfının Kürtleştiği” gibisinden abartılı söylemlere zemin hazırlıyor. Son dönemde sıkça dillendirilen bu ifade, sınıf ile etnik aidiyet arasındaki dinamik bağları es geçen oldukça mekanik bir önerme. Dahası, akla “proleter ulus” gibi, sınıfı milliyete tabi kılan oldukça sorunlu tanımları getiriyor. Neoliberal yapısal dönüşüm devrinde Kürtlerin enformel, güvencesiz işlerde yoğunlaşmasının sınıf hareketi üzerinde ciddi etkileri var elbette. Ancak buradan hareketle işçi sınıfını etnik terimlerle tarif etmek ya da sınıfı etnikleştiren tanımlara müracaat etmek çok problemli siyasal sonuçlara kapı aralayabilir. Neoliberal yapısal dönüşüm devrinde Kürtlerin enformel, güvencesiz işlerde yoğunlaşmasının sınıf hareketi üzerinde ciddi etkileri var elbette. Ancak buradan hareketle işçi sınıfını etnik terimlerle tarif etmek ya da sınıfı etnikleştiren tanımlara müracaat etmek hayli sorunlu.
“İşçi sınıfının Kürtleşmesi” şeklinde tarif edilmeye çalışılan durum, kapitalizmin önceki evrelerinde de varolan, ancak bilhassa neoliberalizm devrinde daha kesif bir hal alan iş pozisyonlarının, kaynakların ve maddi ya da sembolik ödüllerin dağılımında etnik/kültürel bir işbölümünün oluşmasının bir örneği olarak görülebilir. Bilindiği gibi, Kürtlerin zorunlu göçe tabi tutulması[1], metropollerde emek piyasasının esnekleştirilmesi ve çalışma ilişkilerinin deregülasyonuna dönük neoliberal siyasalara zemin hazırlayan bir ucuz iş gücü yığılması yarattı. Savaş nedeniyle göçe zorlanarak mülksüzleştirilen yüz binlerce, belki milyonlarca Kürt enformelleşen üretim ve hizmet sektörlerinde iş güvence ve güvenliğinden yoksun bir biçimde istihdam edildi ve böylece işçi sınıfının ücretler ve çalışma koşulları açısından en alt katmanlarında yer tuttu. Kısacası, savaşın yarattığı demografik çalkantılar, Türkiye’de özellikle işçi sınıfının etnik kompozisyonunda önemli değişimler meydana getiren bir sürece neden oldu. Zorunlu göçle büyük kentlere gelen Kürtler, güvencesiz ve ucuz emek arzını muazzam ölçüde artırdı ve bu şekilde enformel taşeron ağları ucuz ve güvencesiz emek ile doldu.[2]
Bu anlamda yerlerinden edilen Kürt nüfusunun durumu, Batı Avrupa ülkelerine göç etmek durumunda kalan Güneyli/siyah emekçilerle pekâlâ kıyaslanabilir. Bu ülkelerde de göçmen emek gücü, hem işçi sınıfının içerisindeki ayrımları kışkırtan ve sınıfın bütünleştirilmesine set çeken politikaları hayata geçirmede hem de emek piyasalarının esnekleştirilmesine dönük neoliberal yapısal dönüşüm siyasalarının uygulanmasında kritik bir konumda bulunmuştur.[3]Türkiye’de de sermaye, göç nedeniyle mülksüzleştirilmiş, etnik aidiyeti nedeniyle kriminalize edilmiş, yani toplumun marjinalize edilmiş ve pazarlık gücünden yoksun kesimi olan Kürtleri (bu arada kadınları da) enformel işçi arzının ana unsurları olarak piyasa ekonomisine dahil etti. Üstelik Kürtlerin yerinden edilmesinin yarattığı bu emek arzı ile birlikte Türkiye’de üretim yapan sermaye, dünya piyasalarında büyük bir maliyet avantajına sahip oldu.[4] Bu anlamda, Kürt illerinde yaşanan savaşın yürütülme biçimiyle neoliberal yapısal dönüşümün hayata geçirilmesi arasındaki içsel bağlantılar üzerine düşünmeksizin yürütülecek bir sınıf politikasın bir ayağı havada kalmaya mahkûmdur.
Kürt hareketinin siyasal ve programatik pozisyonunda neoliberalizme karşı toplumsal adalet talebi merkezi bir yer bulmasa da, yani tabanının bahsi geçen sınıfsal pozisyonunu siyasal bir dille ifade etmese de tabi sınıflar nezdinde büyük bir siyasallaşmaya yol verdiği aşikâr. Her ulusal karakterli hareket gibi sınıflararası bir hareket olarak Kürt muhalefetinin temel siyasal motifleri bugün daha çok demokrasi, siyasal haklar ve kendi kendini yönetme çerçevesinde şekilleniyor. Bunun böyle devam edip etmeyeceği elbette meçhul; ancak toplumsal adalet talebinin Kürt hareketinin ayırt edici bir siyasal teması olmadığı da açık. Yani Kürt hareketinin (programatik ve pratik düzeylerde belirginlik kazanmış bir Kürt sosyalist hareketinin de yokluğunda) Kürtlük deneyimini sınıf terimleriyle siyasallaştırıp inşa etmediği ortada. Alt sınıfları mobilize etse de, tabanı önemli ölçüde emekçilerden müteşekkil olsa da Kürt hareketi antikapitalist bir programatik zemine yaslanmıyor.
Sosyalistlerin Kürt hareketinin antikapitalist temelde siyasallaştırmaktan imtina ettiği, daha doğrusu ezilmişliğine sistematik bir sınıfsal ton vermediği bu alt sınıf mobilizasyonu hususunda nasıl bir tavır alması gerektiği önemli bir tartı��ma konusu. Yapılması gereken, Kürt hareketini sınıf temelinde politize etmeye, harekete antikapitalist bir şuur zerketmeye dönük suni “bilinç aşılama” operasyonları değil elbette. Yani ulusal-etnik aidiyetlerin tali, sınıfsal aidiyetin asli olduğuna dair didaktizmle varılacak bir yer yok. Önemli olan tam da ulusal ile sınıfsal olanın hangi özgül pratikler aracılığıyla kesiştiği ve sınıf mücadelesine nasıl bir renk verdiği üzerine düşünmek. Yani kastedilen, Kürt siyasallaşmasının “aşağıda” nasıl deneyimlendiği, Kürt ezilmişliğinin başka ezilmişliklerle nasıl eklemlendiği ya da bütünleştiği sorularının cevabını pratikte arayan, dolayısıyla hareketin “sıradan” militanlarıyla “aşağıdan” bağlar inşa etmeye dönük bir faaliyet biçimi.
Sosyalist hareketin günümüze değin (elbette istisnalar hariç) bu hususta iyi bir sınav veremediği ortada. Yukarıda da vurgulandığı üzere, savaş politikalarıyla işçi sınıfının siyasal, iktisadi ve sosyal gücünü kırmaya dönük neoliberal gündemin hayata geçirilişi arasındaki ilişkiyi es geçen bir sınıf siyaseti eksik kalacaktır. Savaşın iktisadi-sosyal hayata etkilerini askeri bütçenin şişmesinin sosyal refah uygulamaları açısından yarattığı sıkıntılarla sınırlı olarak ele alan yaklaşımın (örneğin “savaşa değil eğitime bütçe”) ötesine geçmek gerek. Teşbihte hata olmaz diyerek yukarıda verilen örnekten devam edersek, Avrupa’da göçmen karşıtı ayrımcı ve ırkçı politikalara karşı mücadele, radikal ve devrimci sol açısından sadece bir temel haklar ve siyasal eşitlik meselesi değil, esas itibariyle sınıfın mücadele içerisindeki birliği meselesidir. Çoğu taşeron-enformel istihdam ilişkilerine tabi kılınan göçmen işçileri sınıfın bir parçası, hem de en alttaki parçası olarak seferber edemeyen bir emek hareketinin sermayenin saldırısına karşı etkili bir savunma hattı inşa edemeyeceği, edemediği son yirmi yılın acı bir deneyimi olmuştur. Aynı şekilde, Kürt meselesini sadece kültürel haklar temelli bir demokratikleşme çerçevesine sıkıştıran ve dolayısıyla savaşın Türkiye’deki genel neoliberal dönüşümle ilişkilerini dikkate almayan sosyalist hareket, sınıfın son on, on beş yıl içerisinde yaşadığı dönüşüme büyük ölçüde bigane kalmış oluyor.
Dahası, sosyalist hareketin azımsanmayacak bir bölümünün neoliberalizme karşı mücadeleyi önemli ölçüde yurtseverlik ya da antiemperyalizm parametrelerine sıkıştırması ya da daha vahimi, sendikal hareketin ulusal kalkınmacı paradigmadan kopamaması, Kürt işçileri içerip seferber etmede ciddi zorluklar yaratıyor. “Yurtseverlik” kampanyalarının, özelleştirmelerle ilgili “vatan satılamaz” söyleminin, son günlerde yeniden popüler olan “tam bağımsız Türkiye” şiarının bu yolda pek açıcı olmadığı aşikâr. Enformel taşeron ağları sendikal mücadele bakımından zaten büyük sıkıntı ve handikaplar yaratıyor. Bu handikapları aşmaya dönük sistemli bir faaliyetin ve dolayısıyla işçi sınıfının en alt katmanlarını örgütlemeye dönük bir hattın daha fazla “Kürtçe konuşur” olması gerekiyor.
Burada küçük bir paranteze ihtiyaç var: Çoğu zaman etnik, dinsel vb. ayrımların sınıfı böldüğünden bahsedilir. Sınıfı bölen ayrımlara dair anlatı, işçi sınıfının kendiliğinden ve doğal olarak bir bütün olduğu varsayımından hareket eder. Oysa işçi sınıfı bir istatistik kategorisi olmadığı, somut ortak deneyimler aracılığıyla şekillenen ve kanlı canlı insanların oluşturduğu bir sosyal gerçeklik olduğundan genellikle etnik, dinsel, cinsel olarak bölünmüştür. İşçi sınıfı ancak kolektif mücadele deneyimleri ve siyaset aracılığıyla bir bütün haline gelir. “Doğal olarak” bir bütün değildir; ancak ortak mücadeleler aracılığıyla birleşik bir sosyal-siyasal güç ve aktör haline gelir. Bu anlamda, yukarıda da ifade edildiği gibi, sosyalistlerin milli/kültürel taleplerin sınıfı bölen tali ve suni ayrımlar olduğundan hareket etmesinin bu “doğal olarak” birleşik işçi sınıfı mitini yeniden üretmekten öte hiçbir pratik sonucu olamaz. Sınıfı bütünleştirmek ancak sınıf içi bölünmeleri kapsayıp/içerip ortak mücadele içerisinde aşmaya dönük bir hatla mümkün olabilir. Dolayısıyla Kürtlüğü emekçi sınıfı gereksiz olarak ayrıştıran bir vasıf olarak değil, sınıf hareketinin güncel bir kipi olarak değerlendirmek gerekir. Kadınların neden bütün dünyada en düşük ücretli ve güvencesiz işlerde yoğunlaştığı sorusuna cevap aramayan bir sınıf hareketi nasıl sahici olamazsa, Kürtlerin de neden ve nasıl sınıfın en alt katmanını oluşturdukları sorusunu dikkate almayan bir sınıf siyaseti de gerçekçi olamaz.
Aslında solda etnik aidiyet; sınıfsal ilişkiler, kentsel yoksulluk ve neoliberal dönüşüm dışında/ötesinde şeyleştirilmiş bir “kimlik” olarak algılanıyor ve istisnalar hariç sınıfsal ilişkilerle etnik aidiyetler arasındaki dinamik ilişkiler üzerine pek gidilmiyor. Sınıf siyaseti ile “kimlik siyaseti” arasında sıkça yapılan mekanik ayrımlar bu husustaki eksikliğin bir ifadesi. Ulusal-demokratik taleplerin basitçe bir “kimlik” meselesine indirgenmesi, sosyalist saflarda Kürt meselesine dair esaslı bir kafa karışıklığına neden oluyor. Oysa milli meseleler hiçbir zaman sadece kimlik temelli ya da dar anlamda kültürel meseleler değildir. Etnik farklar daima başka toplumsal farklılık ve çelişkilerle (sınıf, cinsiyet ya da din farklarıyla) iç içe geçerler. Yani milli talep ve çatışmalar sadece kültürel alandaki farklarla açıklanamazlar; çoğu zaman bu farklar maddi ezme-ezilme ilişkilerini içerirler ve bu anlamda sınıfsal ezilmişliklerle iç içe geçerler. Filistinliler ya da Güney Afrikalı siyahlar İsrailli ya da beyazlardan “farklı” oldukları için değil, maddi olarak da ezildikleri ve bu ezilmişliği siyasal bir hareket aracılığıyla anlamlandırdıkları/dillendirdikleri için mücadele ederler. Sadece kültürel-kimliksel farklılıklar bir milli mesele yaratmazlar; farklılığın maddi bir ezme ezilme ilişkisine karşılık gelmesi, bir tahakküm/sömürü ilişkisinin parçası olarak anlamlandırılması temel önemdedir. Çelişki ve çatışmanın bu “maddi” veçhesinin ihmali, Kürt sorununa yaklaşırken meseleyi Türkiye’nin genel demokratikleşme sorunundan kaynaklı bir kimlik meselesinden ibaret olarak gören liberal çerçevenin hâkim olmasına, sosyalist solun kendisini bu çizgiden ayrıştıramamasına yol açıyor.
Unutmamak gerekir ki Kürt olmanın bağlam dışı ve özsel bir anlamı olmadığından Kürtlük çeşitli siyasal söylemlerin gündelik deneyimlerle kesişmesi yoluyla farklı anlamlar taşıyacaktır. Bir Kürt işadamıyla örneğin zorunlu göç sonucu geldiği şehirde vasıfsız işçi olan Kürdün “Kürt” olmaktan ne anladığı, Kürtlüğe nasıl anlamlar yüklediği farklı olacaktır. Bu anlamda bu ikisinin Kürt sorununun çözümünden ne anladığı da farklı olacaktır. Ulusal hareketlerin sınıflararası bir doğaya sahip olması, tam da o ulusal harekete ve o ulusal kimliğe ilişkin farklı yorum ve beklentileri kışkırtır. Dahası, Kürt meselesinin nasıl yaşandığı, insanların Kürt hareketi etrafında nasıl harekete geçtiği, doğrudan çatışma bölgelerinde mi, Diyarbakır ya da Van gibi bölge merkezlerinde mi ya da zorunlu göç sonucunda büyük Kürt kitlelerin yaşar hale geldiği Mersin, Adana, İzmir ya da İstanbul ve Ankara gibi Batı merkezlerinde mi yaşanıyor olmasına bağlı.
Kürt meselesini farklı sosyal bağlamlarda ve farklı coğrafyalarda çok çeşitli biçimlerde ve farklı dolayımlarla tecrübe eden Kürt nüfusunu bugün birlikte ve ortak biçimde harekete geçiren programatik zeminin bu beceriyi ne kadar zaman devam ettirebileceği müphemdir. Bu, Kürt hareketini hemen yarın (mesela hali vakti yerinde olanlarla yoksullar arasında) bir büyük bölünme bekliyor anlamına gelebilecek bir şey değil elbette. Ancak hareketin kitleselleşip farklı sosyal kesimleri seferber etmeye başlamasıyla beraber ister istemez gündeme gelen çoğullaşma belli bir kırılganlığı da gündeme getiriyor. Mesela Kürdistan’da hizmet ve ticaret sektörlerinde son on, belki on beş yılda yaşanan gelişmeler daha özgüvenli ve dinamik bir yeni orta sınıfın gelişimine yol açtı. Bu kesim gerek tüketim kalıpları gerekse kültürel kodlarıyla giderek daha görünür hale geldi. Bölge siyasetinde de gerek STK’lar gerekse yasal Kürt partisi aracılığıyla etkisini hissettiren bir kesim bu. Bir sosyolojik indirgemecilik (yani siyasal tutum alışı doğrudan sınıfsal konuma dayandırmak) riskiyle de olsa, bu kesimin daha çatışmacı ve keskin bir muhalif tarz yerine Kürt kimliğinin yasal düzeyde tanınması hedefli daha müzakereci ve mutedil bir tarzı temsil ettiği söylenebilir.[5] Önümüzdeki süreçte işsizliğe-geleceksizliğe mahkûm edilmiş Kürt alt sınıf gençliğiyle bu yeni orta sınıf arasındaki tarz-ı siyasete dair farkların daha akut hale gelmesi pekâlâ beklenebilir. Ancak sosyalistler açısından önemli olan, hareketin çoğulluğuna ve potansiyel parçalılığına dair bu tarz genel tespitler yapmakla yetinmeyip, özellikle alt sınıflar nezdinde Kürtlüğün hangi siyasal ve toplumsal konotasyonlara sahip olduğu üzerine düşünmektir.
Bunu yapabilmek için sosyalist hareketin Kürt alt sınıflarının kendi mücadeleleri içerisinde biriktirdiği “gündelik” direniş deneyimlerinin oluşturduğu birikimle öğrenen-öğreten ikiliğini aşan aşağıdan karşılıklı bir pratik ilişkiye girmesi gerekiyor. Unutmayalım: Kürt meselesi bir kimlik meselesi, neoliberalizm de sadece bir iktisat siyaseti değil. Kürt meselesinde tutumumuzu neoliberal kapitalizme karşı mücadeleyle bütünleştirmediğimiz, neoliberalizme karşı mücadeleyi tabir caizse “Kürtleştirmediğimiz” müddetçe tutarlı, bütünlüklü ve reel bir antikapitalist politik hattı inşa etmemiz mümkün olamayacak. Bir yerlerden başlamalıyız. Başlangıç için hayli debdebeli görünen ama “yukarıdan” birlik projelerine değil, “aşağıdan” somut mücadele alanlarında birleşik eylem zeminlerinin inşasına ihtiyacımız var.
(Yeniyol, Güz 2011)
[1] Burada kullanılan “zorunlu göç” kavramı, devlet güçlerinin doğrudanmüsebbibi olduğu köy ve mezra yakma/boşaltma uygulamaları sonucu veya asker ya da korucu baskısı nedeniyle gerçekleşen göçün yanı sıra, savaşın yarattığı koşulların yaşamın sürdürülmesini imkânsız kılması nedeniyle (yiyecek ambargoları, yayla kullanımının yasaklanması, ekonomik faaliyetin durma noktasına gelmesi vb.) gerçekleşen göçü de kapsamaktadır.
[2] Bu konuda Tuzla tersaneleri örneğinden yola çıkan kapsamlı bir değerlendirme için bkz. “Türkiye’de Neoliberalizm, Kürt Meselesi ve Tuzla Tersaneler Bölgesi”, Tuzla Araştırma Grubu, Toplum ve Kuram, sayı: 1, Mayıs 2009.
[3] Neoliberalizm ile göçmen emeği arasındaki ayrıcalıklı ilişki için Fırat Genç’in Yeniyol’un bu sayısındaki yazısına bakınız.
[4] Bu hususta bkz. Erdem Yörük, “Zorunlu Göç ve Türkiye’de Neoliberalizm”, bianet, 21 Kasım 2009.
[5] Bu konuda bkz. Fırat Aydınkaya, “Yeni Kürt Milliyetçiliğinin İnşası ve Yeni Kürt Orta Sınıfının Pasif Devrim Ütopyası”, Dipnot, sayı 5, Nisan-Haziran 2011.