Emine Kocadağ, yüzyıllardır kan ve gözyaşıyla yıkanan bir coğrafyanın, Mezopotamya’nın çocuğu. Bu coğrafyada doğan çocuklar oyuncaklarını tez kırıp, taş alırlar ellerine. Ne o taşı yontmaya ne de estetize ederek betimlemeye zamanları vardır. Ninelerin mesellerinden öğrendikleri ile yani sözel kültürle beslenirler. İşte, bu tez büyüyen çocuklardan biri de Emine Kocadağ’dır. Kocadağ, zulme karşı eline aldığı taşı zindanda yontmaya ve “acı”yı estetize etmeye zaman bulmuştur. Yabancı diliyle yani Türkçe yazdığı öyküleriyle kan ve gözyaşını, taşı ve taşı atan çocuk ellerini ve sevdayı ak kâğıda nakşetmiştir.
Ehmedê Xanî’den, Feqiyê Teyran’dan, Cigerxwûn’dan, Apê Musa’dan ve ninesinin mesellerinden beslenen Kocadağ “Ay ışığı” ile edebiyat dünyasına ilk adımını attı. 17 Öyküden oluşan bu kitabında yazar, sadece savaşı ve zindanı betimlemekle kalmamış, zor geçen çocukluğunda yaşadıklarını ve yaşayamadıklarını çağrışımlarla, bilinç akışı yöntemiyle işlemiş.
Ve nihayet kaba gerçekliğe itibar etmeyen Kocadağ, öykülerinde kapitalist dünyada, erkeğin eğe kemiğine asılan, reklamlarda metalaştırılan aşk’a dair de kelam etmiş.
Kocadağ’ın sesi, “Mezopotamya’nın yaralı ve yanık bağrında nice uygarlıkların sessiz çığlıklarına şahitlik eden Dicle’ nin o hırçın sesi, ceviz ağaçlarının her bir dalından diğerine atlayan sincapların sesi, karıncaların boylarından büyük bin bir zahmetle taşıdıkları esmer buğday tanesinin sesi, karanlığa yüz tutmuş, akşamüstlerinin sessizliğini buğulu sesleriyle bölen kurbağaların sesi, kısacası seslerin sesi…”[i]ne karışmış.
Velhasıl Kocadağ öyküleriyle bizi bin yıllık, geçmiş/bugün/gelecek yolculuğuna davet ediyor. Bu davete icap gerekir.
Künye: Emine Kocadağ, Ayışığı, Öykü, Leto Yayınları, Temmuz 2014.