Halkların Demokratik Partisi’nin (HDP) aşması gereken önyargılar nelerdir?
Türkiye demokratikleşme hareketine ivme kazandıracak dinamiklerin başında Kürt sorunu gelmekte. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda girişilen ulus-devlet politikası Kürtleri yok sayan bir dayatmayla sürdürüldü.
Kürt varlığından söz etmek ağır cezalık bir suçtu. Amaç, Kürt varlığını unutturmak ve zaman içinde asimile etmekti. Kürtlere dönük inkâr politikası, yerine göre, ”bölücülük”, ”yabancıların aleti olma” ve benzeri düşmanlaştırma siyasetiyle birlikte yürütüldü.
Yüzyıla yakın bir süreyle ağır yaptırımların eşliğinde yürütülen bu ikili siyaset, toplumda onarılması güç insani ve ahlaki tahribata yol açtı. Bu siyasetin İnkâr öğesi ancak uzun erimli bir mücadele sonunda dönemin Başbakanı Süleyman Demirel’in 1992’de “Kürt realitesini tanıyoruz” demek zorunda kalmasıyla tavsadı.
Bu tarihten sonra ise Kürtleri ötekileştirme ve düşmanlaştırma siyaseti yoğunlaşarak ön plana çıktı. Bugün de aynı tempoyla devam ediyor.
Unutmamak gerekir ki, Kürtleri ötekileştiren düşmanlaştırma siyaseti, çoğulculuk, katılımcılık ve eşit haklı vatandaşlık temelinde birlikte yaşama konseptiyle ikame edilmeden, Türkiye’nin önü açılamaz, halkın beklediği değişim, dönüşüm ve demokrasi gerçekleşemez.
Bu amaca ulaşmak için de HDP’nin mutlaka yığınlaşarak etkin bir siyasal parti konumuna gelmesi gerekir.
Kürt özgürlük hareketinin kadroları Kürtlerin varlığını benimsetmek için mücadele ederken muhatapları devletti. Çünkü Kürtlerin yok sayılması bir devlet politikasıydı.
Rejimin otoriter karakteri de bu dayatmacı siyasetin bir ürünüydü. Nitekim Türkiye’de Kürt varlığının yaygın biçimde tanınmasıyla militarizmin gerilemesi ve demokrasinin göreli gelişmesi eşzamanlı olarak ilerlemekte…
HDP, Kürt varlığının tanınmasından sonraki dönemin yeni siyasetini yürütmek için kuruldu. Bu yeni siyaset, başta Kürtler olmak üzere dışlanan ve ötekileştirilen tüm demokrasi güçlerinin çoğunluk üyeleriyle eşit haklara sahip vatandaşlar olarak birlikte yaşamalarının koşullarını oluşturma amaçlıdır.
Bu siyasetin öncelikli hedefi, ötekileştirmenin, düşmanlaştırmanın, ret ve inkârın tahribatını ortadan kaldırmak ve toplumun önyargılardan kurtarılmasını sağlamaktır. Bunun için de HDP’nin, ağırlıklı olarak toplumu muhatap alacak bir siyaset izlemesi gerekir.
Demokrasi güçlerinin bileşenlerine dönük ötekileştirici ve düşmanlaştırıcı önyargıların toplumda somutlaştığı en belirgin alan Kürt sorunudur. Bunu, çoğunluk grubunun Kürtlere bakış açısını yansıtan anketlerde somut olarak görmek mümkündür:
Örneğin Türkiye’de Kürtlerin anadilde eğitim görmelerine karşı çıkanların oranı yüzde 72’dir(KONDA-2007). Bugün de Kürtlere kültürel hakların tanınmasını gerekli görenler yüzde13 ve mantıken karşı çıkanların oranı da yüzde 87 olmalıdır (Açık Oturum Vakfı-2014).
Kürtlerin Türkiye’den ayrılacaklarını varsayanların oranı yüzde 74 (KONDA-2007), Kürtlerin demokratik taleplerinin bir hak değil, dış kışkırtmaların bir ürünü olduğu algısını taşıyanların oranı yğzde 87 (KONDA-2007). Bu oran bugün ancak yüzde 57’ye gerileyebilmiş (Açık Oturum Vakfı-2014).
Kürtlere komşu olmak, onlarla evlenmek ve iş ortaklığı yapmak istemeyen Türklerin oranı yüzde 47 (T24, 30.05.2011). Oysa Kürtlerin bakış açısı, çoğunluktaki toplumun bakış açısının tam karşıtıdır.
Türklerle birlikte yaşamayı arzu eden Kürtlerin oranı yüzde 77, onlarla komşu olmak, evlenmek ve iş ortaklığı yapmak isteyenlerin oranı yüzde 78’dir(Milliyet, 02.07.2014).
Kürtleri ikinci sınıf yurttaş konumuna indirgeyen çoğunluk grubunun bakış açısı değişmeden Türkiye’de barışın tesisi, bir arada yaşama koşullarının oluşması ve özgürlükçü çağdaş bir demokrasinin kurulması ütopya olmaktan öteye geçemez.
HDP’nin görevi, devletin izlediği şoven milliyetçi politikaların oluşturduğu önyargıları doğru ve gerçekçi politikalarla aşmak ve eşit haklı vatandaşlığın koşullarını oluşturmaktır.
Bu hedefe ulaşmak kolay değil. Uzun erimli, bilinçli ve sabırlı bir mücadele ister. Einstein’ın belirttiği gibi yerleşik önyargıları parçalamak atomu parçalamaktan daha zordur. Özellikle siyasal amaçlarla Kürt düşmanlığı yapan çevrelerin kışkırtmaları devam ettiği sürece önyargıları aşmak ve eşit haklarla bir arada yaşamanın koşullarını oluşturmak kolay değil.
Ege bölgesinde Akil İnsanlar heyetinin yaptığı çalışmaların nasıl ve kimler tarafından sabote edildiğini anlatan Prof. Baskın Oran’ın ‘Kürt Barışında Batı Cephesi’ adlı kitabında ibret verici pek çok örnek vardır.
Bu düşmanlaştırıcı önyargıların gerçeklerle bağdaşmadığını somut sosyolojik çözümlemelerle ortaya koymak HDP’nin örgütlediği demokrasi güçlerinin birinci görevidir.
İkinci olarak da Kürtlere dönük itici ve ötekileştirici önyargıların, tüm demokrasi güçleri için de geçerli olduğunun bilinçle algılanmasını sağlamaktır.
Türkiye demokrasi hareketinin motor gücünü oluşturan dezavantajlı grupların her birinin ötekileştirilip düşmanlaştırıldığı alanlar farklıdır.
Bu farklılıklardan yararlanan egemen güçler anılan grupları kolayca karşı karşıya getirmekte ve dayanışmalarını engelleyebilmektedir.
Örneğin, çoğunluk grubuna mensup işçiler ve diğer çalışanlar, milliyetçi duyguları kışkırtılarak Kürtlere düşman konuma getirebilmekte. Sünni Müslümanlar da Alevilere ve gayrimüslimlere karşı kışkırtılabilmektedir.
Keza, kimi bireysel çıkışlar genelleştirilerek, demokrat aydınların bile Kürtlerin bölücü amaçlar taşıdıklarına ikna edildiklerine ve hasım konuma getirildiklerine ilişkin örnekler az değil.
Böylece dayanışma içinde olmaları gereken Türkiye demokrasi güçlerinin karşı karşıya getirilebileceği ve birlik siyasetini temsil eden HDP’nin yığınsallaşıp güçlenmesinin engellenebileceği unutulmamalı.
Bu engelleri aşmanın yolu tutarlı bir ideolojiye dayanarak doğru ve gerçekçi çözümlemelerle demokrasi güçlerinin dayanışmasını sağlamak ve toplumdaki düşmanca tahribatı bertaraf etmektir.
Kürtlerin, ötekileştirilip düşmanlaştırılmasında en çok başvurulan yöntem, Türkiye’den ayrılacakları tezviratıdır. Bu suçlamanın hiçbir maddi temeli yoktur. Ama son derece etkili ve yaygındır. Özellikle çoğunluktaki toplumun geniş orta katmaları bu suçlamayla şartlanmıştır. Üstelik şartlanmışlık kışkırtmalarla sürekli canlı tutulmaktadır.
Oysa Kürtler, çeşitli anketlerde görüldüğü gibi büyük bir çoğunlukla, Türklerle birlikte, ortak vatan belledikleri Türkiye’de, eşitlikçi ve katılımcı bir demokratik düzende yaşamak istediklerini ortaya koymuşlardır. Bununla birlikte Kürt toplumunun sosyal ve sınıfsal analizinden bilimsel olarak da bu sonuca varmak mümkündür.
Bilindiği gibi Türkiye Kürdistan’ında egemen üretim biçimi kapitalizmdir. Kürdistan’da kapitalizmin öğeleri tarım ve ticaret burjuvazileridir. Kürt tarım burjuvazisi devletin sağladığı kredi ve sübvansiyonlarla gelişti. Bugün de devlet desteğine muhtaçtır.
Kürt ticaret burjuvazisi de Batı’daki tekellerin temsilciliğini yaparak palazlandı. Kürt sermayedarlarının, son yıllarda, Batı illerinde turizm, inşaat ve hizmet sektörlerinde önemli yatırımlar yaptıkları biliniyor.
Sonuç olarak Kürt burjuvazisinin, bağımlı konumu ve Türkiye sathındaki yatırımları nedeniyle büyük Türkiye pazarında kalmayı küçük ve gelişmemiş bir Kürt pazarına yeğleyeceği açıktır.
Kapitalist bir toplumun bağımsızlık talebi burjuva sınıfının kendi ulusal pazarına egemen olma dürtüsüyle oluşur. İspanya’nın Katalonya ve Bask bölgelerinin gelişmiş zengin ulusal pazarları vardır. Her iki toplumda da burjuvazi bağımsızlık hareketine öncülük etmekte…
Keza, İngiltere’nin İskoç bölgesinde de sanayileşme ile birlikte petrol gelirine dayalı zengin bir ulusal pazar oluşmuş. İskoç burjuvazi de bu zengin pazara tek başına egemen olmak istediği için bağımsızlıktan yanadır.
Türkiye Kürdistan’ında ise ulusal pazar gelişmemiş ve yetersizdir. Kürt burjuvazisi gelişmiş Türkiye pazarında kalmayı, küçük bir Kürt pazarına egemen olmaya tercih ettiği için bağımsızlık talebi yoktur.
Dolayısıyla Kürtlerin Türkiye’den ayrılacakları iddiası sosyolojik olarak da asılsız bir bühtandır. Amaç, Kürt halkının demokratik taleplerini güvenlikçi yöntemlerle bastırmaktır.
Cumhuriyetin kuruluşundan beri topluma dayatılan egemen devlet ideolojisi de eşitlikçi ve katılımcı bir demokrasinin kurulmasına engeldir. Atatürkçülük ya da Kemalizm olarak adlandırılan devlet ideolojisi gelmiş geçmiş tüm anayasaların temel felsefesini oluşturmakta.
Bu felsefe otoriterliğe elverişli ve özendiricidir. Faşizm heveslisi şoven milliyetçilerin, ulusalcı siyasetçilerin, İkinci Kuvva-i Milliyeci’lerin, emekli generallerin ve ordudaki darbeci kadroların ideolojik mücadele aracıdır.
Atatürk ve Atatürkçülük tabulaştırılmış. Yasalarla korunmakta ve her türlü eleştiriden münezzehtir. Mustafa Kemal Türkiye’de tek kültürlü ulus-devlet fikriyatının kurucusu ve uygulayıcısıdır.1925’te kabul ettiği ‘Şark Islahat Planı’ ile Kürt varlığının inkârını, Kürtçenin yasaklanmasını ve Kürtlerin geniş Türk nüfusu içinde dağıtılarak asimile edilmelerini planlamış ve uygulamıştır.
Daha sonra çıkarttığı ‘1935 tarihli Mecburi İskân Kanunu’ ile de Kürtlerin Batı illerine sürülerek asimile edilmelerini yasal bir zorunluluk haline getirmiştir. 1938 tarihli Dersim tedip ve tenkil harekâtı da Atatürk’ün emriyle uygulanmış, tenkilden kurtulanlar da iskân kanunu uyarınca sürgüne gönderilmişlerdir.
Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) ve Milliyetçi Hareket Partisi’nin (MHP) yapılması öngörülen yeni Anayasa’da eskinin değiştirilemez maddelerinin korunmasını kırmızı çizgi ilan ederek Atatürk ilke ve inkılâplarına sahip çıktılar.
Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) kesin bir tavır almamakla birlikte öneriyi uzlaşma marjı içinde tutmaktadır. Anayasa’nın tümü için mutabakat sağlayabildiği takdirde Atatürk ilke ve inkılâplarını kanun metnine almakta sakınca görmeyecek. Oysa temel felsefesi Atatürk ilke ve inkılâpları olan bir anayasa ile ne barış olur, ne de özgürlükçü, eşitlikçi ve katılımcı bir demokrasi kurulur.
İkinci Dünya Savaşından sonra Küreselleşme olgusu ivme kazanarak ilerlemekte. Dünya adeta tek bir pazara dönüşmüş. Ekonomiler karşılıklı etkileşim içinde, farklı fikirler, ideolojiler süratle yayılmakta. İnsan hakları, hukukun üstünlüğü, eşit haklı vatandaşlık kavramları ön plana çıkmaktadır.
Ulus-devlet konsepti geriliyor; yerini çok kültürlü, çoğulcu devlet anlayışı almakta… Bu süreçte Avrupa Birliği (AB) aşama katederek bir barış ve demokrasi projesi olarak temayüz etti.
Türkiye, Batı Avrupa ülkelerinin öncülüğünde kurulan Avrupa Konseyi’ne 1949’da üye oldu ve İnsan Hakları Sözleşmesi’ni 1954’te onayladı. Uzun yıllar sonra da Konsey bünyesinde yer alan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) bireysel başvuru hakkı tanıdı.
Türkiye, artık AB ülkeleri ile ortak değerleri benimseyen bir ülke konumunda. 2005’te AB ile üyelik müzakerelerine başladı. Ancak, insan hakları, demokrasi ve hukukun üstünlüğü konularında AB standartlarına ulaşamadığı ve başta Kıbrıs olmak üzere kimi dış politika sorunlarını aşamadığı için üyelik müzakereleri tıkanmış durumda.
Bugünkü dünya koşullarında demokrasinin en gelişmiş biçimi AB’de uygulandığı için Türkiye’nin AB’ye üyelik başvurusu gerçekçidir. AB’nin yaptığı öneri ve uyarılar Türkiye’nin demokratikleşmesine ivme kazandırmakta.
HDP’nin özgürlükçü bir demokrasi kurma amacı da ancak AB üyeliğiyle somutluk kazanır. Bu nedenle de HDP’nin AB üyeliğini savunması ve bunu parti üyeliğinin bir koşulu olarak benimsemesi kuruluş amacının gereğidir.
Kriminalize edilen Kürt özgürlük hareketi ayni zamanda toplumda güven bunalımının da konusu. HDP güçlenerek yığınlaşabilmek için bunları da aşmak zorunda. Kürt özgürlük partileri, 30 yıl süreyle hitap ettikleri toplum kesimi, siyaset yapma biçimleri ve etnik öğeyi ön planda tutmalarıyla bölge partileri olmaktan öteye geçemediler.
Bu nedenle Kürt siyasetine karşı bölgecilik algısı oluştu. Bu da, Kürt özgürlük hareketinin soyutlanmasına neden oldu. Ne var ki, bir süre için, bölgeci politika izlenmesi zorunluydu. Bu zorunluluk son bulduğunda da HDP kuruldu. Bölgecilik suçlaması bu kez HDP’ye geçti. Bu suçlamaların bertaraf edilmesi ülke sorunlarının tümünü kapsayan kararlı ve tutarlı bir siyaset izlemeyi gerektirir.
Bu bağlamda artık başka bir bölge partisi kurma düşüncesi söz konusu olmamalı. Aksi halde güvensizlik devam eder. Ama Kürtlerin birlik, dayanışma, dil ve kültür sorunları yanında bölgenin kimi özgül sorunlarıyla uğraşacak ve bu sorunları aşmak için düşünce üretecek DTK ve benzeri kitle örgütlerine duyulan ihtiyaç artarak devam edecek.
Bu tür sivil toplum örgütleri uzmanlık dallarına göre arttırılmalı ve yaygınlaştırılmalıdır.
2015’te yapılacak milletvekili genel seçimlerinde HDP’nin yüzde on barajını aşacağı kuşkuludur. Bu seçimlere de, muhtemelen son kez, bağımsız adaylarla girmek gerekebilir. Milletvekili seçileceklerin en az üçte biri HDP’nin Kürt olmayan üye ya da yandaşlarına tahsis edilmeli. Bu tercih, bölgecilik suçlamasını gerileteceği gibi HDP’nin güçlenerek yığınlaşmasına da katkı sağlar.
Ülke çapında yapılan anketlerde seçmenlerin yüzde 40’ı yeni bir partiye ihtiyaç olduğunu açıklamaktadır. Keza, seçmenlerin önemli bir bölümü de var olan partilere, beğendikleri için değil, kerhen oy verdiklerini beyan etmekte.
HDP, demokrasi güçlerinin birliğini sağladığı ve toplumdaki ön yargıları aştığı takdirde, iktidar alternatifi güçlü bir parti, yakın bir gelecekte de iktidara aday, olmasının önünde hiçbir engel kalmaz.
Bunun için, eşit haklı vatandaşlık temelinde özgürlükçü, katılımcı, özerk yerinden yönetim ilkesine, hukukun üstünlüğüne ve AB perspektifine bağlı ileri bir demokrasi kurmayı amaçlı bir siyaset izlemesi yeterlidir. (Bianet – 02 ekim 2014 – Tarık Ziya Ekinci)