DİLEK HATTATOĞLU yazdı: “Kadınlar olarak birliğimizin maddi temelini, ortak ezilmişliğimiz, sömürülmemiz oluşturuyor, tüm kadınlar eviçi üretim tarzının emeğine ve emeğinin ürününe el konulan, sömürülen sınıfını oluşturuyoruz.”
DİLEK HATTATOĞLU*
Bu, TMMOB’un “Mesele Kadın Olmak” başlıklı kadın sempozyumunda yaptığım sunuşun elden geçirilmiş hali. Makale şekline getirilmiş değil; belirli bir topluluk önünde sunulmak üzere tasarlanmış olmasının ona kazandırdığı forma, yani akışa bağlı kaldım; çünkü, hiçbir sunum ya da hatta hiçbir “eser”, kime nasıl sunulduğundan bağımsız oluşmuyor, kendisi olmuyor.
Dolayısıyla burada da oturma düzenine daha doğrusu toplantıların, “toplantılarımızın” yapıldığı yerlerin biçimine ilişkin rahatsızlığımla başlayacağım. Konferans salonları öyle hiyerarşik düzenleniyor ki, sahnedekiler, yukarda, herkesi görebilen pozisyondayken dinleyici koltuklarında oturanlar sadece sahnedekini görebiliyorlar; birbirlerinin ancak sırtını görebilir durumda oluyorlar. Sahnede konuşmayıp aşağı inmek, sorunun ancak tek tarafını, yani konuşanın yukarda olması tarafını çözüyor. “Dinleyiciler” gene birbirlerinin sadece sırtını görebilir kalıyorlar. Bu sunumu yaptığım salon da böyle bir salondu ve sorunun ancak yukarda oturma kısmını çözebildik. Ama salonlara, salonların “mimarisi”ne kesinlikle müdahale etmek gerektiğini düşünüyorum.
Biz kadınlar çok bölünüyoruz. Kadınlar olarak çok bölünüyoruz. Belki ilk akla geldiği gibi “burjuva kadın” “emekçi kadın” diye değil. İki temel bölünme olduğunu ileri süreceğim ve Christine Delphy’ye dayanarak aslında kadınlar olarak tek bir sınıf oluşturduğumuzu, hem “burjuva kadın”ların hem “emekçi kadınların” o aynı kadınlar sınıfının mensubu olduklarını da.
Birinci bölünme, okumuş olanlarımız, “iyi” meslek sahibi olanlarımız ve olmayanlarımız arasında. Ve karşılaştığımız, yanyana geldiğimiz ortamlarda, birbirimize davranış biçimimizde kristalleşiyor. CV’mde özellikle söyledim, ben 1994’ten beri ev-eksenli çalışanlar hareketiyle çalışıyorum. Çok yoksul, kadın. En güvencesiz. Böyle bir kesimle çalıştığınızda önce size “ben bilmem, sen bilirsin” yapıyorlar. Aslında “bilmiyor” değiller, fazlasını biliyorlar; onlardan bunu beklediğinizi biliyorlar ve bu bilgiyle davranıyorlar. Biz okumuşlar da ilk karşılaştığımızda hemen ezildiklerini onlara “haber vermeye” çalışıyoruz ve hatta “neden üç kuruşa çalışıyorsun?” gibilerden sorular soruyoruz. Yani onların gerçekten “bilmediklerini” düşünüyoruz. Sömürüldüklerini bilmedikleri için sömürüldüklerini! Bir anlasalar bir bilseler artık sömürülmeyeceklerini! Çalışmayacaklarını artık! Oysaki bir kere sadece onlar değil sömürülenler. Kapitalizmde yaşıyoruz ve hepimiz sömürülüyoruz. Bu elde var bir. İtiraz şu: Ama onlar daha ağır sömürülüyorlar, daha sefil koşullarda sömürülüyorlar. Şimdi sömürü oranının yüksekliği ile sefaletin fazlalığının aynı olmadığını da Marx’tan beri biliyoruz.
Bu bölünmenin kendini en ağır gösterdiği örneklerden birini anlatayım: 2008’di yanılmıyorsam, Heidi Hartmann, Jean Gardner, Helen Hirata’nın katıldığı Kadın Emeği Konferansı yapılmıştı ve oraya Türkiye’nin çeşitli yerlerinden ev-eksenli çalışan arkadaşlar da gelmişlerdi. Ve benim de üyesi olduğum Eğitim-Sen’den çeşitli arkadaşlar, büyük bir iyiniyetle ev-eksenli çalışan arkadaşlara evde çalışmanın onları eve hapsettiğini, sömürüldüklerini anlatıp evde değil fabrikalarda çalışmalarını ciddi ciddi önermişlerdi.
Tabii okumamışlar da okumuşlarla karşılaştıklarında akıl sorma tavrı alıyorlar çoğunlukla. “Ben bilmem” diyorlar, “sen bilirsin”. Aslında okumamışların okumuşlarla karşılaştıklarında neden böyle akıl sorma tavrı aldıklarına dair kuramsal açıklamalar var Habermas’tan Bourdieu’ya kadar, fakat burada bu patikaya geçmeyeceğim, sadece varlığını hatırlatıp geçiyorum[1].
Bir de araştırmacılar söz konusu olduğunda aldığı biçime değineyim. Biz araştırmacılar, klasik araştırma konularının dışına çıkıp işte bu en “dezavantajlı” deniyor ya şimdi, o kesimle çalışmaya gittiğimizde, büyük bir şey yapmış oluyoruz, öyle hissediyoruz. Aslında gerçekten de büyük bir şey yapmış oluyoruz, çünkü bize çalıştığımız üniversitelerde, kurumlarda açık bir yasak olmasa da bazı konuları çalışmamamız üstü değişik derecelerde örtülü olarak “bildiriliyor”. Biz o “netameli” konuları çalışmak için büyük bir uğraş vermiş oluyoruz. Biz sanıyoruz ki o yoksul kadınlar, bunun yerine Kürt kadınlar da diyebilirsiniz, aslında sadece kadınlardan bahsetmiyorum, ama şu anda kadınlardan bahsediyorum, “dezavantajlı” denen tüm grupları diyebilirsiniz, sanıyoruz ki biz o zorlukları aşarak gittik ya, onlar da nihayet “hah bizim dertlerimizi dinleyecek, bizim ne durumda olduğumuzu anlayacak birileri geldi nihayet” diyecekler ve hemen anlatmaya başlayacaklar. Oysa bu eşyanın tabiatına aykırı. Gerçeklik dediğimiz şey, öyle tek katmanlı değil. Kendimizden pay biçelim: biz herşeyi, herkese aynı mı anlatıyoruz?[2] Hayır tabii ki. Peki niye o yoksul kadınlar yapsın? Onlar da yapmıyor zaten. Ama bizim böyle bir yanılgımız var, okumuşlar olarak.
Biz kadınlar arasındaki ikinci temel bölünme, ezen ulusun kadınlarıyla ezilen ulusun kadınları arasındaki bölünme. Bu doğrudan patriyarkanın ve kapitalizmin eklemlenme biçimiyle ilgili olduğu için önemli. Ve ezen ulusun kadınlarının farkı tanımama eğilimi diyeceğim, bölünmenin en tipik tezahürlerinden biri. Bir feminist toplantıda bir arkadaşımız, “aramızda fark yok, hepimiz kadınız ve önemli olan da bu” anlamında “hepimiz kardeşiz” demişti de, bir Kürt kadın arkadaş da cevaplamıştı: “ama biz üvey kardeşiz.” Üveyliği bir yana bıraksak bile, bu kardeşlik benzetmesinin kendisi sorunlu zaten; çünkü kardeşlik eşit bir şey değildir. Küçük kardeşler, ortanca kardeşler, büyük kardeşler, ayrıca kız kardeşler, erkek kardeşler ve abiler ve ablalar, hepsi farklıdır, “aynı” ailede, “aynı” anne babanın çocukları olsalar bile. O yüzden kardeşlik üzerinden gitmek sorunlu. Bu, “inkar”, “tanımama” tavrının bir diğer örneği de şu: “biz de eziliyoruz”, “biz de sömürülüyoruz.” Yani, ezilen ulustan kadınlar kendi durumlarının “farklı” olduğunu dile getirmeye kalktıklarında aldıkları ilk tepki bu oldu yıllar yılı.
Kadınlar arasındaki iki temel bölünme, bunlar. Yani, kadınlar arasındaki bölünme, “burjuva kadın”la “emekçi kadın” arasındaki bölünme değildir. Tüm kadınlar bir sınıf oluştururlar, yani bir üretim tarzı içersindeki ezilen sınıfı oluştururlar, Delphy’ye göre. Ve burjuva kadın olarak andığımız kadınlar da bu sınıfın mensubudurlar.
Christine Delphy, feminist bir kuramcı. Türkçe’de tek kitabı var: Baş Düşman[3]. Fransız bir feminist, Delphy. Ve doktora çalışmasında kadınların ezilmesini açıklamak istiyor. Yani kadınlar eziliyor, kadın emeği daha ucuz, kadınlar sömürülüyor, bunu ampirik ve tarihsel olarak gösterebiliyoruz ama neden kısmı eksik. Ayrıca bazı alanlar değerliyken, kadınlar girmeye başlayınca ve çoğunluk haline gelince, değersizleşiyor, akademik alan bunun iyi bir örneği. Eğer biyolojist ve ırkçı safsataları, hani kadınların elleri küçük de, yok daha itaatkar oluyorlar, rutine daha yatkınlar vesaire gibi açıklamaları bir yana bırakırsak, neden konusundaki açıklamalar, hele de Delphy’nin bu işe kalkıştığı 1970’lerde pek eksik. Delphy, kadınların ezilmesine kuramsal açıklama getirmek istiyor. Ama doktora hocası, böyle bir tez konusu olmayacağı gerekçesiyle reddediyor. O da miras çalışıyor. Bu konu değişikliğinin, daha doğrusu konuya buradan giriş yapmanın kendisine sağladığı olanağı şöyle açıklıyor: “böylelikle kadınların kapitalist dolaşım sistemi dışındaki, daha doğrusu kadınların değil, kapitalist dolaşım sistemi dışındaki, kapitalist piyasa ilişkileri dışındaki el değiştirmeleri görme imkanım oldu”. Ve aslında kapitalist dolaşım sisteminin ne kadar dar bir sistem olduğunu, ne kadar fazla şeyin kapitalist dolaşım sistemi dışında el değiştirdiğini görme imkanı verdiğini de belirtiyor.
Delphy, bir de tabakalaşma çalışmalarında kadınların nasıl ele alındığını, kadınların hangi sınıfa nasıl yerleştirildiğini inceliyor[4]. 1970’lerde Fransa’da yapılan iki çalışmaya odaklanarak yaptığı incelemede, kadınların erkeklerden farklı kriterlerle ele alındığını, ayrıca kadınların da kendi içinde farklı kriterlere tabi tutulduklarını saptıyor. Şöyle ki, erkekler çalıştıkları (veya çalışmadıkları) işlere göre sınıfa yerleştirilirken, kadınlar çalışıyorlarsa kendi mesleklerine göre yerleştiriliyorlar ama çalışmıyorlarsa onları yerleştirecek sınıf bulunamıyor ve ya kocalarının ya babalarının mesleğine göre –yani onların- sınıfına yerleştiriliyorlar. Yani bir tabakalaşma kuramı düşünün, nüfusun yarısını yerleştirecek sınıf bulamıyor! Böylece evli ve kocasından farklı bir meslekte çalışan bir kadın, kocasından farklı bir sınıfa düşerken, çalışmayan bir kadın kocasının sınıfına yerleştiriliyor. Bu arada çalışmayan erkekler için bu kriter uygulanmıyor; yani onlar babalarının ya da eşlerinin sınıfına yerleştirilmiyorlar. Çalışsalardı hangi işi yapacaklarsa o sınıfa yerleştiriliyorlar. Yani “kişilerin toplumsal sınıflarını belirlemekteki evrensel ölçüt olan mesleğin yerine, kadınların durumunda ve sadece kadınlar için tamamen heterojen bir kriter olan evlilik konulmuştur.” (Delphy, Toplumsal Tabakalaşma Çalışmalarında Kadınlar, sf 337) Evli kadının kocasının sınıfına dahil edilebilmesini sağlayan şey, bağımlılığıdır; yani evli kadınlar ancak bağımlı oldukları için kendi başlarına bir sınıfa dahil edilemedikleri için kocalarının sınıfına dahil edilirler.
Ve bu yaklaşımın tekrarlanan bir şey olması, o insanların yetersizliği, eksikliği, yanlış bakışı….olmadığını, daha sistematik bir şeyle karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor. Ve bu çalışmalar aslında, eğer doğru okursak, bize bir gerçeği açık ederler: kadınların kocalarıyla farklı ve antagonist bir sınıf oluşturduklarını ve bu sınıf sisteminin kadınların bağımlılığı temelinde oluştuğunu.
Özetle Delphy, kadınların kapitalizmden başka bir üretim tarzının bir sınıfını oluşturduklarını ve bu klasik tabakalaşma çalışmalarının tutarsızlığı incelenerek bu çıkarsamanın yapılabileceğini söyler. Patriyarkal ya da eviçi üretim tarzı olarak adlandırdığı bu üretim tarzı içinde, kadınların emeğine el konur ve emekleri evlilik sözleşmesi üzerinden sömürülür.
Bugün Melda Yaman olsun Gülay Toksöz olsun o güzel sunumlarında bize ücretsiz aile işçilerinden bahsettiler. Delphy’nin de ücretsiz aile işçileriyle ilgili çok hoş bir saptaması var: Hani bu üretken emek üretken olmayan emek meselesi var ya, Marx’tan gelen, ne zaman sömürülüyorsunuzdur ne zaman artık değer üretiyorsunuzdur, emeğiniz satın alınıyorsa oluyordur bu. Emekgücünüzün satın alınması demek değişim değeri kazanması demek. Bu tamam. Delphy, domuz örneği veriyor, sebze de diyebiliriz. Bir kadın evinin bahçesinde sebze veya domuz yetiştiriyor. Sonra bu domuzun bir budu evdekilerin yemesi için ayrılıyor, diğer budu da kocası pazara satmaya götürüyor. Şimdi hangi emek üretken emek? Pazarda satılmaya götürülen but için harcanan emek, üretken emek, ama evde yenen but için harcanan emek, üretken emek değil çünkü değişim değeri kazanmadı. Saçma! Şimdi böyle başka örnekler de var ama bu çok çarpıcı. Buradan devam ederek söylediği şey, şu: Piyasadan dışlanan şey, kadınların emekgüçleri ve emeğin ürünü değildir, dışlanan şey, kadınların kendileridir. Ve kadınların emeklerine evlilik kurumu içinde elkonulur. Bu da şu demek: bütün kadınlar, yani Türkiye’nin en büyük holdinginin en büyük hissedarının hiçbir işte çalışmayan karısı da on çocuklu göçmen işçi Ayşe de aynı sınıfın üyeleridir. Bu noktada derslerde anlattığımda gelen standart bir itiraz vardır: Bu, nasıl olur? Delphy, aslında kendi ölçülerinde Marksisttir, hatta bu savını Marx’a dayandırarak açıklar. Marx’a göre neyin üretildiği değil, üretilenin hangi üretim ilişkileri içinde üretildiğidir esas olan. Üretim sürecine hangi toplumsal ilişki içersinde ve hangi konumda katıldığımızdır. İşçinin ne ürettiği ile –ekmek mi sakız mı sigara mı- sömürülmesi arasında hiçbir ilişki yoktur. Peki kadınlar emekgüçlerine el konulurken neden ve nasıl katılıyorlar buna? Ve erkekler neden onların emeklerinin ürününe el koyabiliyorlar? Çünkü kadınlar, geçim araçlarından ve üretim araçlarından yoksunlar ve her ikisine de erkekler sahip. Dolayısıyla üretim sürecine nasıl katılacakları da ne üretecekleri de geçim ve üretim araçlarının sahipleri tarafından kararlaştırılıyor. Yani üretim araçlarının sahipleri kimse, kadınların ne üreteceklerine de onlar karar veriyor ve bu da evlilik sözleşmesi üzerinden erkekler oluyor.
Burada bir parantez açayım: Delphy, kadın sınıfı derken sadece biyolojik bir sınıftan söz etmiyor. Çoğunluğu biyolojik olarak da kadın olsa da yaşlı erkekler ve genç erkekler yani geçim araçlarına ve üretim araçlarına sahip olmayan ve dolayısıyla emekgüçlerine ve emeklerinin ürününe el konulan insanlar da bu sınıfa dahiller. Çeşitli zamanlarda Türkçeye bu makalenin çevrildiği 90’lı yıllarda da sadece evli kadınlar için –yani bekar kadınları hariç tutuyordu- bir sınıftan bahsediyordu, çeşitli zamanlarda “tüm kadınlar” diyor, şu sıralar ne dediğini tam bilmiyorum, Fransızca’dan çeviri zaman alıyor, ben de Fransızca bilmiyorum çünkü. Fakat şahsen, tüm kadınları kapsayan yaklaşımına daha yakınım, çünkü hiç evlenmemiş bile olsalar kadınların emekgüçlerine el konulması ve emeklerinin değerinin belirlenmesi, evlilik kurumu üzerinden gerçekleşiyor. Türkiye’den örnek verirsek, evlenmemiş kız denilen insanlardan, hele de yaşları ilerlemiş yani evlenme yaşı denen çağı geçirmiş kadınlarsa bunlar, herkesin derdine koşmaları beklenir. Zaten anne babanın yanında yaşamaları beklenir, düğün, cenaze, çocuklar, herşeye onların koşması beklenir. Bu ne demek? Evli olup olmamak önemli değil. Evlilik kurumu üzerinden, evlilik ilişkisi üzerinden kadının emeğine değer biçiliyor ve evlilik kurumu üzerinden o emeğe el konuluyor, kendileri evli olmasalar bile. Bir evlenmemişlik aşağı statüsü, dolayısıyla emeğini herkese çarçur etmesi gereken, sunması gereken bir statü ortaya çıkarılıyor.
Şimdi tekrar öğrencilerimin itirazına döneyim: Burjuva kadın ve emekçi kadın nasıl aynı sınıfta yer alabilir? Birisi saraylarda yaşıyor, bilmem kaç tane hizmetçisi uşağı var, elini sıcak sudan soğuk suya sokmuyor, öteki bütün gün on çocuğa bakıyor, köle gibi çalışıyor, bu ikisi nasıl aynı olabilir? Salondakilerin pekçoğunun da paylaştığı bir itiraz bu. Bana göre, binlerce faşist, hatta katil işçiyle nasıl aynı sınıfta olabiliyorsak, onlarla da olabiliriz. Ama Delphy’nin cevabı şu: Marx, önemli olanın üretim sürecine hangi toplumsal ilişkiyle girildiği olduğunu, yoksa işçinin ürettiği şeyin faydasının ya da zararlı olmasının onun sömürülmesiyle yani emek sürecinin niteliğiyle hiçbir alakası olmadığını göstermek için kendini yırtmıştır. Aynı şey burda da geçerli. İtiraza soru ekleniyor o zaman. “Peki burjuva kadın ne üretiyormuş?”
Şöyle düşünelim: Diplomat eşlerinden, first lady’lerden düşünelim ya da subay eşlerinden. Kocalarının işine göre dolaşırlar, “terfi ettik” derler, şuraya tayinimiz çıktı derler ama terfi eden ya da tayini çıkan onlar değildir, kocalarıdır. First lady olan kadınlar mesela, kermeslere gitmeleri gerekir, açılışlara gitmeleri, güzel giyinmeleri gerekir. Bunları yapmadı diyelim. Mesela Türkiye’nin en büyük holdinginin sahibinin karısı bir merdivenaltı atölyede çalışacağım dedi, ya da o kadarı iyice adamı rezil edecek, “onu yapmayayım da ben evde birşeyler yapayım” dedi. İllaki birşeyler biliyordur, el sanatları biliyordur, neyi güzel yapıyorsa yapayım da satayım desin, konu komşuya börek yapıp satayım desin bakayım. Ne dersiniz ne olurdu? Salondan soru geldi buna: “Neden istesin ki bunu, neden yapsın? Kadının istediği önünde istemediği arkasında.” Cevabım şu: Kendi parası olması için isteyebilir. Türkiye’den örnekleyeyim: Ülkemizde mutlak yoksulluk rakamlarına baktığımızda kadın ve erkek ayrımı yaptığımızda çok belirgin bir şey görünmüyor; fakat mutlak yoksul kadın ve erkeklerin kimler olduğuna baktığımızda çok çarpıcı. Mutlak yoksul kadınlar arasında dul, boşanmış veya ayrı yaşayan kadınların oranının kentte %93’lerde, kırda %87, ortalama olarak da %90’larda olduğunu görüyoruz. Ve yaşlı kadınların ağırlıkta olduğunu. Bu bize ne söylüyor? Sabahtan beri iki ayrı sunumda kadınların karşılıksız emekleri anlatıldı. Ona bir ek de ben yapayım; ülkemizde 1960’lardan 1990’lara kadarki dönemde ücretsiz aile işçileri arasındaki kadın oranlarına bakan bir çalışma, bu oranın %80’ler civarında olduğunu ve tüm bu dönem boyunca değişmeden kaldığını ortaya koyuyor.[5] Yani kadınlar hayatları boyunca ücretsiz aile işçisi olarak çalışıyorlar ve bir şekilde aile dışı kaldıkları anda mutlak yoksul konumuna düşüyorlar. Olgu bu. Peki neden böyle?
Bu arada ücretsiz aile işçisi kadınlarla ilgili bir parantez daha açacağım; ülkemizdeki çalışan kadın oranı var ya, hani %30’lardaydı çok düşüktü, %26’ya kadar geriledi, şimdilerde gene %30%larda seyrediyor da yükseldi diye seviniyoruz, o çalışan kadınların büyük bölümünü ücretsiz aile işçileri oluşturuyor. Geçmişte bir öğrencim, “orta sınıf kadın yoksulluğu” çalışmıştı. Çelişkili bir tanım değil mi? Hem orta sınıf hem yoksul. Kadının yaşamına bakıyorsun, jogging yapıyor, refah içinde yaşıyor, evinin herşeyi var, ama kendine ait geliri yok ve boşandığı anda yoksul. Çoğu kadın bu yüzden boşanamıyor ya da yüksek nafaka peşinde koşuyor. Bazılarını sansasyonel oldukları için medyada da görüyor, duyuyoruz. Yalnız şunu demiyorum: biz kadınlar her zaman en doğru, en ahlaklı şekilde davranırız. Hayır. Boşanırken kadınlar da adamlardan ne “koparabilirse” onu koparmaya çalışıyor. Hayatını vermiş, karşılığı koca bir hiç. Söylediğim şey, boşanma sırasındaki tavırların, aslında evlilik sırasındaki tavırların da arkasındaki maddi koşulun, kadınların kendine ait geliri olmaması olduğu. Küçük yaşta aşk evliliği yaparak evlenen bir kadından örnek vereyim. Ortaokulu bitirdikten sonra tezgahtar olarak çalışıyorken bir mühendisle evlendi, evlenince işten ayrıldı, iki güzel çocukları oldu, kadın eviyle ilgilenerek 15 yıl yaşadı. Sonra boşandılar, kadın, bir meslek edindirme kursuna gitmek istediğini, ama bunu finanse edecek mali gücü olmadığını söyleyerek eski kocasından kendisini bu sürede desteklemesini istedi. Ve reddedildi. Şimdi, 15 yıl tezgahtarlığa devam etseydi, herhalde hiç olmazsa şef tezgahtar olurdu veya daha önceki çalışmalarıyla birleşince emekli olabilirdi, bir emekli maaşı olurdu. Evlendi de ne oldu? İki tane gül gibi çocuğu var. Tamam, ama adamın da var iki çocuğu. Fazladan mesleği de var ve 15 yılda ilerlemiş kariyeri var. Bu orta sınıf tabir edilen, gelir düzeyi daha yüksek kesimlerde yaşayan ama kendisi bir işte çalışmayan ve kendisine ait bir geliri olmayan kadınların yoksulluğu çok yaygın. Türkiye’den rakam vereyim gene: ülkemizde kendine ait hiçbir geliri olmayan, yani ne çalışma ne rant geliri olmayan kadın oranı çok yüksek. Nüfusu beş eşit gruba böldüğünüzde, bu oran en düşük %78 çıkıyor, diğer dilimlerde %80 küsurlarda. Yani Türkiye’de her 100 kadından en az 78’inin kendine ait hiçbir geliri yok. O en düşük dilim, 78 kadının olduğu dilim hangisi dersiniz? Salondan verilen cevaplar yanlıştı, yüksek eğitimliler dendi, lise mezunları dendi. Cevap ise ilkokul mezunu olan ve düşük gelirli işlerde çalışanların yer aldığı dilim idi. Yanılmalarının sebebi, bireysel geliri değil de hane gelirini düşünmeleriydi.
Kadınların kendine ait bir geliri yok ve o nedenle idare etme kültürü diye bir şey var, hepiniz tanıyorsunuz bunu, mümkün değil tanımıyor olmanız; kendi annenizi düşünün, kuzeniniz, ablanız, arkadaşınız, eminim, herbirinizin hayatında var, çünkü kendi geliri olmayan çok fazla kadın var. Başka bir örnek vereceğim şimdi, deminki soruya cevap verirken neden yanıldığınızla da ilişkili: Güneydoğu Anadolu Projesi (GAP) vardı ya, orada hanelere ani para girişleri oldu. Beklenti, hayat düzeylerinin yükselmesi, hayat kalitesinin yükselmesi. Fakat ne oldu? Ne olmuştur? “Kuma” diyor salondakiler. Yanlış cevap. İnsani yoksulluğa bakılıyor; yani okuryazarlık oranına, özellikle de kız çocuklarının okullaşma oranına, temiz suya erişime. Evlerde kullanılan aletlere bakılıyor, zaman kullanımına, boş zaman aktivitelerine, hiçbirşey değişmemiş. Herşey aynı. Kadınların ve kız çocuklarının hayatları değişmemiş. Peki para ne olmuş? Para erkeklere verilmiş ve erkekler tarafından harcanmış; barlarda, pavyonlarda. Haneye giriş sayılıyor, ama haneye harcanmamış. Bu nedenle hane geliri, yanıltıcıdır. Bu nedenle hane gelirine değil, birey gelirine bakmak gerekir. Çünkü o kadının eline o para geç-mi-yor. Bu kadar. Ve o yüzden zaten bir nedenle aile dışı kalındığı anda kadınlar mutlak yoksullar arasına düşüyorlar. Şimdi ben her ne kadar Türkiye’den örnek verdiysem de bunlar Türkiye’ye özgü değil. Fransa’da da İngiltere’de de böyle. Tabii ki bu kendine ait bir geliri olmama meselesi yeni de değil. Virginia Woolf’u[6] hepimiz biliriz. Yani biz geri kalmışız da, az gelişmişiz de ondan değil. Farklı düzeylerde olabilir ama kadınların meselesi böyle. Bu, patriyarka meselesi.
Tekrar, soruya dönüyorum: “Burjuva kadın ne üretiyormuş?” sorusuna. Ya da holding sahibinin karısının, köşebaşında gözleme yapıp satacağım demesine. Bıraktım sokakta gözleme yapıp satayım demesini, ben bu kermese gitmeyeceğim, şu davete katılmayacağım demesi bile, bir iki üç, mazeret gerektirir, açıklama gerektirir, yani “normal” değildir. Veya davete kocasının durumuna uygun olmayan kılıkta katılması da, “normal” değildir, mazeret gerektirir ve uzun süre tahammül edilmez. Toparlayayım. Delphy’nin dikkat çekmesiyle Marx’ın söylediği şeye dönelim: önemli olan, ne ürettiğimiz değildir. Peki bu kadınlar ne üretiyorlar? Burjuva kadın tabir edilen kadınlar ne üretiyorlar? Bu kadınlar, diyor Delphy, boş zaman üretiyorlar. Bu kadınlar bir sosyal emek harcıyorlar. Ama üretme kararını onlar vermiyor. Ortaya çıkacak ürünün ne olacağına ve nasıl, hangi araçlar kullanılarak üretileceğine onlar karar vermiyor. Buna karar veren, üretim araçlarının ve geçim araçlarının sahibi olduğu için onların emeğine el koyanlar, yani erkekler. Bu nedenledir ki, o on çocuklu kadın da yüz halayıkla yaşayan kadın da aynı sınıfın üyesidir.
Aynı sınıfta olmak, bize birliğimiz için maddi temel sağlar. Ama sadece maddi temel sağlar. Bu maddi temelin üzerinde bizim bir sınıfı oluşturabilmemiz gerekir. Sınıf öyle kendiliğinden oluşan bir şey değildir, bir mücadeleyle oluşur. Dolayısıyla biz kadınlar arasındaki bölünmenin, “burjuva” kadınlarla “emekçi” kadınlar arasındaki bölünme olmadığını tanımamız önem taşır; değildir, çünkü bütün kadınlar emekçidir. Bunu tanımamız önem taşır. Bu terimlerle konuştuğu için Delphy, eviçi üretim tarzını patriyarkanın zemini olarak tanımlar, bu nedenle eviçi ya da patriyarkal üretim tarzı dediği olur[7].
Patriyarka, çok yaygın kullanılan bir kavram. “kadınların tabi kılınması” olarak tanımlanıyor genellikle, bunu Delphy de kabul ediyor ama başına “burada ve şimdi” eklemek suretiyle. Ve bunun maddi temelini, eviçi üretim tarzı oluşturuyor; yani üretim ve geçim araçlarının sahiplerinin olduğu, bunlardan yoksunlaştırılmış olanların da olduğu ve bunların emeğine el konulan bir üretim tarzı. Eviçi ya da patriyarkal üretim tarzı tüm diğer üretim tarzları gibi, bir mal dolaşım ve tüketim tarzıdır. Bu üretim tarzında, tüketim, birinci önemdedir ve ayrım yapma zemini olarak iş görür. Eviçi üretime ödeme yapılmaz ama “sürmesi sağlanır”. Yani tüketim, üretim ile “içiçe”dir ve para, dolayım oluşturmaz. Kapitalist üretim tarzında ise, tüketim ücretle dolayımlanır; tüketim biçimi üzerinden hakim olunan ile tahakküm edeni ayırt etmek zordur. Para, malların eşitsiz paylaşımının dolayımını oluşturur[8].
Paranın dolayım oluşturup oluşturmaması, “kendi seçimi olarak tüketim” ile “zorunlu tüketim” arasında farka yol açar; yani kapitalist üretim tarzında “kendi seçimi olarak tüketim” söz konusuyken, eviçi üretim tarzında “zorunlu tüketim” söz konusudur. Ve bu, tüketilen malların değerinden bağımsızdır.
Eviçi üretim tarzı, kapitalist üretim tarzıyla yanyana varolur. Çok önemli bir ekleme de yapıyor, diyor ki, bu ikisi o kadar birbirinin içine girmiştir ki aslında sadece analitik olarak ayırtedilebilirdirler. Ama analitik olarak ayırt etmek gerekli. Pratik olarak baktığımızda hangisinin kapitalizmden doğru olduğu, domuz budu örneğinde olduğu gibi, belli olamayabiliyor ama ayırmak önemli. Çünkü bunun pratik ve siyasi sonuçları var. En önemli siyasi sonucu da bağımsız kadın mücadelesinin gerekliliğini işaret etmesi. Hani o herşeyi bilen, bizlere hep akıl veren erkekler var ya, nasıl yapmamız gerekiyor, ezilmemiz için ne yapmamız gerekiyor, nasıl eziliyoruz hep bilen ve bizi hep hizaya sokan, buramıza getiren, onlardan Fransa’da 1970’lerde de var, ve bir de hani derler ya, “tamam sömürülüyorsunuz da hele bir sosyalizm gelsin, sonra bakarız”, işte kadınların patriyarkal üretim tarzının temel ezilen sınıfı olarak tanımlanması, bize bağımsız kadın mücadelesinin kuramsal aracını veriyor. Yani patriyarkaya son verilebilir ama kapitalizm hala sürüyor olabilir veya tersi. O yüzden patriyarkaya karşı mücadele, kapitalizme karşı mücadeleden bağımsız örgütlenmelidir. Ama Delphy, şunu eklemeyi de ihmal etmiyor: Büyük ihtimalle, bu ikisi birlikte, birbiriyle etkileşim halinde gerçekleşecek, yani kapitalizme son verilip patriyarkanın sürmesi ya da tersi çok da büyük ihtimal değil, halihazırdaki içiçeliği nedeniyle. Öncelik sıralaması da söz konusu değil ama ikisi için ayrı mücadele vermek gerektiği ve dolayısıyla ayrı örgütlenme gerektiğini göstermesi bakımından ayrım yapmak önemli. Yani patriyarkal üretim tarzının ezilenleri olarak bağımsız örgütlenme gereğinin ve maddi temelinin altını çizmek için bu ayrımı vurguluyor.
Toparlayayım: kadınlar olarak birliğimizin maddi temelini, ortak ezilmişliğimiz, sömürülmemiz oluşturuyor, tüm kadınlar eviçi üretim tarzının emeğine ve emeğinin ürününe el konulan, sömürülen sınıfını oluşturuyoruz –örnekleri kapitalist üretim tarzı içinde “çalışmayan” kadınlardan verdim sunum boyunca ama, hepimiz “çalışan” kadınların da karşılıksız emek sunumundan azade olmadığını kendi deneyimimizle biliyoruzdur. Fakat tüm sınıflar gibi, bu da yekpare bir sınıf değil. Bölünmeler var. İki temel bölünme okumuşlar ve okumamışlar arasındaki ve ezen ulusun ve ezilen ulusun kadınları arasındaki. Bu bölünmeleri tanıdığımız ölçüde aşabiliriz de. Bunu da Cizre’ye selam göndererek örnekleyeyim: ben geçen yıl 9 günlük ablukadan sonra Cizre’ye Barış İçin Kadın Girişimi’nden (BİKG) giden kadınlardan biriydim. Sonraki 79 günlük ablukadan sonra da gittim. Özellikle ikinci ablukadan sonra gençler konuşmuyordu, çok az genç kalmıştı zaten ama kalanlar da konuşmuyordu. Suratınıza bakmıyorlardı bile. Yani size bakıp suratınıza tükürse daha iyiydi. Görmüyor. Sen yoksun. Neden geldin şimdi demenin bir yoluydu. Ama kadınlar konuşuyorlardı. Ve her iki ablukadan sonra da konuşuyorlardı ama mağduriyet üzerinden yaklaşmamızdan çok rahatsızdılar[9]. Onları ve daha fazlasını yaşamadıklarından değil. Ama maruz kaldıkları o korkunç vahşet karşısında muhteşem bir direniş sergilediler ve hala da direniyorlar. Mesela o 9 günlük ablukada keskin nişancılara rağmen çıkıp tandır ekmeği yapmak. Yani insanların yemek yiyebilmesi için. Zılgıtlarını evde değil de çıkıp barikatlarda çekmek, tüm o keskin nişancılara, top atışlarına rağmen. Örtülerin arkasında, sokakta olmak. Ama aslında “direniş” derken çok daha kapsamlı bir duruştan söz ediyorum. Mesela bu 79 günlük yasaktan sonra Cizre’de kaç genç insan üniversite kazandı biliyor musunuz? Tahmin edebilir misiniz? Çok düşük tahminler. Oysa çok genç kazandı. Ben şu an on kişi sayarım rahatlıkla ki tüm Cizre’yi tanımıyorum. Belki Boğaziçi’ni kazanmadılar ama hepsi de örgün öğretim ve sınava girebilmeleri bile büyük bir inat gerektiriyordu. Aynı şekilde TEOG’a da sığınaklarda hazırlandılar ve girdiler ve kazandılar. Gene o 79 günlük ablukadan sonra son kuruşlarıyla evlerini onardılar, oysa tekrar abluka bekliyorlardı. Bugün Cizre’ye gidin, o bodrumların olduğu bölge temizlenmiş durumda (TOKİ inşaatı var) ama kapılardaki çeşitli kalibrelerdeki kurşun deliklerine dikkat etmezseniz binalar bayağı onarılmış durumda. Dolayısıyla benim önerim, kadınlar olarak bölünmemizden söz ettim ya, biz Cizre’ye onlara nasıl destek oluruz diye gitmemeliyiz. Biz, Cizre’den, onlardan nasıl öğrenebiliriz diye gitmeliyiz. Nasıl birlikte direnebiliriz diye gitmeliyiz. Nasıl direndiler, nasıl başettiler? Çok fazla kadın düşük yaptı, abluka sürecinde. Çok fazla intihar var, çoğu da genç insanların intiharı. Bunlarla, belirsizlikle nasıl baş ettiler? İyi başedemiyor olabilirler. Zorlanıyor olabilirler. Ama kendimden söyleyeyim, Barış İçin Akademisyenler’den söyleyeyim, KHK gelecek diye hepimizin ayarı şaştı, ne zaman atılacağım diye, bu belirsizlikle beklemenin stresine dayanmakta zorlanıyoruz. Bu belirsizlikle nasıl yaşarım? Peki onlar o belirsizlikte nasıl yaşıyorlar? Orada öğreneceğimiz çok şey var. Bir de selam göndereyim: Diyarbakır’da Sur’da, ta yıllar önce Büşra Ersanlı tutuklandığında yaptığım dayanışma dersinde tanıştığım bir kadın vardı. Abluka sırasında gittiğimde sordum onu, hapisteymiş, hakkında ifade varmış. “Kendi isteğiyle yemek yaptı. Abluka sırasında dışarıya çıkmadı, evinde kalmaya devam etti ve içerdekilere kendi isteğiyle yemek yaptı” diye. Böyle işte.
*Bu yazı, TMMOB II. Kadın Sempozyumu’nda (18 Mart 2017) yazarın yaptığı sunuma dayalı olarak Kasım 2017’de“Mesele Kadın Olmak” başlığıyla yayınlanan kitapta yer almıştır. Bu, yayınlanan versiyonun çok ufak da olsa değiştirilmiş halidir.
Dilek Hattatoğlu: Feminist araştırmacı ve aktivist. 2001’den 29 Nisan 2017’de KHK ile ihraç edilene kadar Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde çalıştı. Emek ve özellikle kadın emeği, yeni toplumsal hareketler, emek örgütlenmeleri, feminist kuram ve metodoloji, başlıca çalışma alanları. 1994’ten beri hem Türkiye’de hem dünyada ev-eksenli çalışanlar hareketiyle birlikte uğraş veriyor; 2008’de Türkiye HomeNet Ev-Eksenli Çalışan Kadınlar Dayanışma Ağı’nın, 2009’da da Ev-Eksenli Çalışanlar Sendikası’nın kuruluşundan itibaren gönüllü teknik danışman olarak verdiği destek, ev-eksenli çalışan kadınların ulusal ve uluslararası sunuş, bildiri hazırlamalarına ve yazmalarına danışmanlığı da kapsıyor. 2016’daki “Bu suça ortak olmayacağız!” başlıklı Barış Bildirisi’nin imzacılarından ve Barış Akademisyeni sıfatının onuruna layık olmak üzere mücadelesini sürdürüyor.
[1] Geçerken söyleyeyim: Habermas, lifeworld’ün sistem tarafından sömürgeleştirilmesinin iki temel yolundan biri olarak tüzelleştirmeden söz eder ve bunu, “insanların devlet tarafından bir fonksiyonun kullanıcılarına, bir hizmetin alıcılarına indirgenmesi” olarak açıklar. Yani diyelim sosyal yardım almak için, sosyal yardımı “hak” etmek için, yoksulların yoksulluklarını “göstermeleri”, yetkilileri –ki hepsi de “okumuş”tur- en yoksul olduklarına “ikna” etmeleri gerekir. Bu nedenle yoksullar, yoksulluklarını “cilalar”lar. “Okumuşlar”la kurdukları ilişki, bu “cilalama” sürecinin önemli bir ögesini oluşturur. Ve okumuşlarla her karşılaşmalarında, onların potansiyel “yetkili” olduğu bilgisiyle davranırlar. Bourdieu’ya göre ise, biri bir şey yapıyorsa veya yapmıyorsa, bunun mutlaka bir mantığı vardır, görünürde çelişkili olabilir yapılan, ama mutlaka bir mantığı vardır: “pratiğin mantığı”.
[2] Foucault, söylemin nasıl düzenlendiğini birçok yerde ayrıntılı olarak açıklamıştır. Mesela Söylemin Düzeni, çev. Turhan Ilgaz, Hil Yayın.
[3][3] Delphy, C.(1999), Baş Düşman, Saf Yayınları, İstanbul.
[4] Delphy, C. (2009), “Toplumsal Tabakalaşma Çalışmalarında Kadınlar”, İngilizce’den çev. D. Hattatoğlu ve G. Ertuğrul, Methodos Kuram ve Yöntem Kenarından, der. D. Hattatoğlu ve G. Ertuğrul , Anahtar Kitaplar Yayınevi, İstanbul.
[5] Özar, Şemsa (1994), “Some Observations on the Position of Women in the Labor Market in the Development Process of Turkey”, Boğaziçi Journal, cilt 8, sayı 1-2.
[6] Virginia Woolf, bunu o muhteşem başyapıtında ta ne zaman anlatmıştı: Kendine Ait Bir Oda.
[7] Delphy, C. (1999), “Baş Düşman”, Baş Düşman içinde. Çev. Handan Öz ve Lale Aykent Tunçman. Saf Yayınları.
[8] Delphy, C.(1988), “Patriarchy, Domestic Mode of Production, Gender and Class”, çev. D. Leonard, Marxism and the Interpretation of Culture içinde, der. Cary Nelson ve Lawrence Grossberg, 259-267 MacMillan Education.
[9] Buna ilişkin daha kapsamlı notlar için Hattatoğlu, D.(2016), “Barışı Mümkün Kılmak İçin Nereden Başlamalı?” , Tiroj, Yıl 14, sayı 82, Eylül-Ekim.