NEJLA KURUL yazdı: “Büyük kaygıların içinden büyük umutlar doğar. Yoksulluk okyanusunun derinliklerinden dayanışma adacıkları uç verir. Kurumsallaşmış yalan ve cehaletin karanlığını bilgi ve hakikat arayışı deşer. Biliyoruz ki tarihin ileriye doğru taşıyıcıları her yerde emekçiler, kadınlar, dışlananlar, işsizler, gençler, gezginlerdir.”
NEJLA KURUL
Türkiye insanı, zayıf da olsa sesini duyurabildiği kamusal alanlarını yitirmiş durumda. Bu alanlar ya bir sebze pazarına (piyasa), ya bir devlet dairesine (devlet) ya da bir polis barikatına çevrilmiş halde? Bilincimizi kışkırtacak uyarılar giderek azaldığı için duyularımızı da yitiriyoruz. Hangi siyasal görüşten olursak olalım söz kurma ve eyleme gücümüz zayıflıyor. İktidarla siyasal özdeşim içindeysek eğer bize sunulan ya da sunulması olası “ödüller”e bakarak, yitirme korkusuyla itaat ediyoruz. İktidara itiraz ediyorsak eğer Olağanüstü Hal koşullarında kolayca ortaya çıkan gözaltı, tutuklama, cezaevi, sonu gelmez davalar gibi “ceza”lar nedeniyle susuyoruz. Konuşanlar ise en yüksek rütbeliler: Aynı kişiler, birbirini yineleyen sözler, umut ve sevinç üretmeyen, Olağanüstü Hal dışında bir şey vaat etmeyen sözler. Partili Cumhurbaşkanı, Başbakan, Saray’ın sözcüleri, yani yeni elitler. O halde toplum olarak yaşadığımız medeni bir ölüm yolculuğu mu? Bu çok büyük bir keder! “Kendimizi insani dünyaya söz ve edimle sokarız” diyen Hannah Arendt ne kadar da haklı! İnsanlar arasında isek yaşıyoruz demektir, insanların arasında değilsek ölüyüz. Söz kuramadığımız ve eyleyemediğimiz bir zaman/mekân harfiyen yaşarken ölmeye eşit değil mi?
Ve Arendt devam ediyor: “Gerek eylemin gerekse konuşmanın temel koşulu olan insani çoğulluğun, eşitlik ve farklılık gibi ikili bir niteliği vardır. Eğer insanlar eşit olmasalardı ne birbirlerini ne de kendilerinden öncekileri anlayabilir, ne de geleceği planlayabilir ve kendilerinden sonrakilerin ihtiyaçlarını öngörebilirlerdi. Eğer insanlar birbirlerinden kim oldukları bakımından farklılık göstermeselerdi, kendilerini anlaşılır kılmak için ne konuşmalarına ne de eylemde bulunmalarına gerek olurdu. Aynı olan ihtiyaç ve isteklerini birbirlerine iletmede, işaretler ve sesler yeterli olurdu”. Şu anda Türkiye konuşmuyor, büyük bir gürültünün içinde işaret ve sesler var, semboller var.
Türkiye’de ödüllerin ve cezaların susturduğu bizler iki büyük kampa ayrıştık. Yapılan araştırmalar da kanıtlıyor ki bizler öteki kutuptan biriyle konuşmak istemiyor, hatta çocuklarımızın bile birbirleriyle konuşmalarından hoşlanmıyoruz. Farklı kutuptan gençlerin evlenmelerini beklemek, birbirleriyle iş/ticaret yapmak mümkün değil. Kutuplaşmanın getirdiği bu kederli ortam ortada ne eşitlik bırakıyor ne de farklılık! Eşit olmadığımız için aynı masanın etrafında oturup konuşamıyoruz, ayrıca gerek ödül beklentisi ve gerekse ceza nedeniyle farklılıklarımızı samimi biçimde konuşamıyoruz. Her mahalle sadece kendi görüşlerini duyabiliyor, öte taraftan gelen seslere ise şaşırıp kalıyor; kutupların bu biçimde içeri dönerek aynılaşması ise vasat bir iletişim ortamı yaratıyor. Yani herkes kendi yankı odasında! Yani herkes tarafından yani başkalarınca görülebilir ve duyulabilir söz ve edim üretmek adeta olanaksız! Tez olmayınca, anti tezi konuşmuyor ve nihayet sentezlere bir türlü ulaşamıyoruz. Herkes bir şeyi bekliyor. Kendiliğinden gelecek bir İyi’yi. Ama Spinoza yol gösteriyor: Hiçbirimiz yaşadığımız hayat içinde kaynağını bu dünya ya da bilebildiğimiz kadarıyla bu evrenden almamış her hangi bir şey, varlık ya da olayla karşılaşmayız. Bu nedenle doğanın sizlere verdiği gücü, yeti ve yetenekleri görün ve “erdemli bir etkinin kaynağı da siz olun” diyor Spinoza. Sevinçli bir kolektiviteye ihtiyacımız var. Biliyoruz ki ya hep birlikte ya hiç birimiz. Zira cezaevleri olduğu sürece onların içinde mahkûmlar da olacak gardiyanlar da. Bu nedenle özel alanları aşarak ‘ortak bir dünya’ olarak kamusal alanlara, yani bizleri bir araya getirecek alanlara ihtiyacımız var.
Anlamlı bir hayat yaşamak isteyen bizler hakikatin peşine düşeriz. Bu hakikatin hep firari bir yönü olsa da ortaklaşılan bir alan mutlaka olmalı deriz. Peşinde olduğumuz soru şu olsun! Türkiye’nin yitik yurttaşları özgürce konuşabiliyor mu? Türkiye’nin yeni liberal ve muhafazakâr “elitleri” ve çeperlerindeki sanatçılar Türkiye’de demokrasinin hüküm sürdüğüne inanıyorlar. İsteyen istediğini söylüyormuş, daha da ne istenirmiş? Bu görüş, acıyla gülümsetiyor insanı! “İşler hiç de öyle değil” diyoruz. Böyle düşünmemizin iki nedeni var: Birincisi, görüyoruz ki kişiler, yani bu ülkenin yurttaşları istediğini söyleyemiyor, konuşursa ya da yazarsa, bu yazılanlar ve söylenenler, yeni seçkinlerin hoşuna gitmezse gözaltına alınıyor, tutuklanıyor, iddianameler oluşturulmadan yıllarca cezaevinde kalıyor. Türkiye, yerinden yurdundan edilmiş insanları acıtan, yedi milyon “şüphelisi” olan ve cezaevleri ‘en etkin çalışan’(!) bir ülke olarak tanınıyor. Cezaevindeki mahpusların ortalama eğitim düzeyi oldukça yüksek; görevleri kamuoyunu bilgilendirmek olan, yani konuşmak olan milletvekilleri, belediye başkanları, gazeteciler, hukukçular ve akademisyenler ve üniversite öğrencileri “yargıya güven duymaksızın” bekliyorlar, ama bir kulakları da cezaevi dışından yükselen seslerde!
İkincisi, demokrasi sadece düşünce ve kanılarını söyleme özgürlüğü değil ki! Jürgen Habermas demokrasiyi “ortak bir istencin oluşum süreci” olarak tanımlıyor, ona göre bu süreç tartışmalarla geçiyor, kamuoyu önünde yapılan her tartışma belli gerekçelere dayandırılıyor ve bu nedenle sonuç getiriyor. Türkiye’de ifade özgürlüğünün olanakları OHAL koşullarında çok daraldığı ve siyasal iktidar karşıtını (Öteki) tanımadığı için tartışma zemini de tamamen ortadan kalkmış gözüküyor. Oysa ortak istencin oluşum süreci, herkese bu sürece müdahale etme ve genel uyum ve barışı getirecek kararlara katılma hakkını sağlayan kurumların ve hukukun yurttaşların gözetiminde tutulmasını gerektiriyor.
Demokrasiye ilişkin bu tanım onu geniş ve devingen bir süreç olarak niteliyor. İster kapitalist isterse sosyalist bir coğrafyada işlesin demokrasinin her daim bir çaba ve bir anlaşmazlıkları çözme süreci olduğunu biliyoruz. Bu nedenle demokrasi sürekli bir reform istencidir. Gerçekte devingen bir insana benzetilebilir bu durum. Öznenin “ben tamamım, olgunlaştım” deme durumu yoktur, etrafındaki şeyler değiştikçe o da bir değişime tabi olur, bir değişim karşısında özne kendisi ve öteki insanlarla çatışır, tartışır ve yeni bir öznelik durumuna, yeni bir etik düzeye ulaşır. Evet, bir kişinin kendisi ve ötekilerle tartışması durumunda olduğu gibi, demokrasi süreci tartışma denilen edimi başarmayı gerektirir. Tartışmanın önkoşulu ise eşitlik ve farklılıklarıyla Ötekinin tanınmasıdır. Demokratik bir süreç bir genel istencin oluşmasını değil, herkesin özgür eylem alanının tanınmasını sağlar. Bu bağlamda toplumsal hareket ve demokrasi birbirine sıkı sıkıya bağlıdır; birinin olmadığı durumlarda öteki de olmaz. Toplumsal hareket dediğimiz şey ise tartışma ve eylemek üzere yola çıkmış bireysel enerjilerin toplamından oluşuyor.
Türkiye’de tartışmak mı dediniz? Parlamento’da “tartışma yok”, ana akım medyada tarafların karşılıklı “tartışması yok”, üniversitelerde “tartışma hiç yok”! Tartışmalar, Türkiye’de Kutuplaşmanın Boyutları Araştırması’nın (2018) sonuçlarına göre, büyük ölçüde akşam yemeği sofralarına bırakılmış, yani en güvendiği insanlarla, özel alanda “alçak sesle” tartışılabiliyor ancak. Birbirlerine güveni yitirmiş, birbirinden korkan insanlar ülkesi midir Türkiye?
Türkiye’de insanlar böyle mi yaşamalıdır? Söz ve eylemin önünü açmak ancak etkin bir demokrasi arayışıyla mümkün olabilir. Alain Touraine, esastan bir soru soruyor ve kitabının adını bu soru oluşturuyor: Eşitliklerimiz ve Farklılıklarımızla Birlikte Yaşayabilecek miyiz? Demokrasinin iki koşulundan öz ediyor. Birisi laiklik, diğeri ise ekonomik etkinliğin toplumsal denetimini sağlamaktır diyor. Laiklik, toplumsal düzenlemelerle dinsel inançların birbirinden ayrı tutulması anlamına geliyor. Laiklik, teokratik bir yönetime karşı, herhangi bir şeyin dinselleştirilmesine de. Türkiye’de demokrasinin bu koşulu yıllardır aşınıyor, İslami kimliği ile seslenen yöneticiler ve dinsel otoriteler gündelik yaşamı etkileyen açıklamalar yapıyorlar. Bartın İl Milli Eğitim Müdürü Yaşar Demir, bir imam hatip okulunda “başı açık öğrencileri görünce sinir olduğunu” söyleyebiliyor. Adıyaman Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Mustafa Talha Gönüllü, “yabancı bir kadının elini tokalaşmak için tutmanın, ateş tutmaktan daha korkunç olduğunu” ifade ediyor. Nurettin Yıldız kız çocuklarının evlenebileceğini savunuyor. Bir dönemin Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Sema Ramazanoğlu Ensar Vakfı’nda 45 çocuğa tecavüz edilmesi hakkında “buna bir kez rastlanmış olması hizmetleri ile ön plana çıkmış bir kurumumuzu karalamak için gerekçe olamaz” diyor. Nurettin Yıldız kadınlara şiddet uygulanmasına yönelik olarak “Allah vur dediyse vardır bir hikmet!” diye yorumda bulunabiliyor. Yine “bitcoin”in caiz bulunmadığını ifade eden Diyanet İşleri Başkanlığı iktisadi alanı düzenlemeye yönelik açıklamalarda da bulunuyor. Karşı mahalleden gelen bu iddiaların, ne kadar “erkek egemen ve iktidar düşkünü” algı ve düşünce düzeyini temsil ederse etsin konuşulması ve tartışılması gerekiyor ama kamusal alanlarda.
Demokrasinin ikinci görevi, ekonomik etkinliğin toplumsal denetimini sağlamaktır. Türkiye’de ekonomik etkinlik uzun zamandır gözlerini kar hırsı bürümüş “iş adamları/devlet adamları”(!) tarafından yönetiliyor, toplumsal denetim mekanizmaları yok. Artık kamu ve özel ortak oldukları için Türkiye bir şirket gibi yönetiliyor ve itirazın yapılacağı herhangi bir yer de yok! Genelde devlet ve özelde siyasal iktidar mekanizmaları çok uzun zamandır toplumun üyelerinin şikâyet ve taleplerini nerdeyse hiç iletmedikleri/iletemedikleri bir adres haline gelmiş görünüyor. Kişisel şikâyet mekanizmaları dışında hem AKP’ye oy veren yoksul kesimler hem de AKP’nin açıkça dışladığı kesimler taleplerini, isteklerini, acılarını, kısaca seslerini duyuramıyorlar. Alıştığımız mekanizmalar artık işlemiyor. Kapitalizmin acımasız çarkları ve otoriter devlet anlayışının baskıları, seri halde işçi ölümleri, yoksulluk, işsizlik, güvencesizlik, güçsüzlük üretirken çıkan acı ve öfke dolu sesler yeterince duyulmuyor. Ayrıca sosyal medya ve diğer buluşma alanlarında internet sansürü ile karşı karşıyayız; paylaşım yapanlar gözaltı ve tutuklamalara maruz kalıyor. İçinde yaşadığımız ülkenin seçkinleri bizlere, “Konuşma!” diyor, artık sıklıkla da “herkes benim/bizim gibi konuşacak” talimatını veriyor.
Biliyoruz ki insan “söylemezse çatlar”, “konuşmadan duramaz”, yani sömürü, baskı ve tahakküme sürekli boyun eğilmez, itaat edilmez. Büyük kaygıların içinden büyük umutlar doğar. Yoksulluk okyanusunun derinliklerinden dayanışma adacıkları uç verir. Kurumsallaşmış yalan ve cehaletin karanlığını bilgi ve hakikat arayışı deşer. Eğilen boyunlar başlarını kaldırır. Vicdan, “bencil hesabın buzlu sularından” kurtulur. İsyan tevekkülü bir yana iter. Eleştiri kabullenişle yer değiştirir. Bütün bunları yapan güçler tarihi ilerletirler. Biliyoruz ki tarihin ileriye doğru taşıyıcıları her yerde emekçiler, kadınlar, dışlananlar, işsizler, gençler, gezginlerdir.
Bugünlerde bir çağrı metni dolaşıyor. Çağrı metni, “Memleket Biziz, Ses Çıkaralım, Durduralım, Ülkemizi Yeniden Kuralım” şiarıyla dolaşıyor. Metin,“Oldukları yerde donup kalmış koşulları kendi şarkıları eşliğinde dans etmeye zorlamalıyız” diyen Marx’ı anımsatıyor ve bu koşullarda reddedilemeyecek bir teklifle geliyor: “Haydi Gelin, Konuşalım” diyor, “kamusal alanlarımızda ortak bir dünya kurmak için söz kuralım” diyor. “İtirazınızı alın gelin!”, “yapacaklarımız konusunda uzlaşalım” ve “ülkemizi yeniden kuralım” diyor. Karşı kampın elitlerinin yeni rejimine karşı, karşı kampın yitik üyelerine de seslenerek sosyal ve demokratik bir cumhuriyet için etkin bir yurttaşlık çağrısı yapıyor.
Memleket Biziz, kelimenin tam anlamıyla toplumsal olanı siyasallaştıracak, siyasal olanı da toplumsallaştıracak sivil bir oluşum. Topluluk kimliğine “yerli ve milli” gibi özcü ve değişmez bir tanım getirmenin çok çeşitli sorunlara neden olduğunu görüyorlar. Heterojen bir toplum yapısını gören bir zeminden demokratik ideallerin nasıl bir uzlaşı ile gerçekleşebileceğini tartışan insanlar olarak ortaya çıkıyorlar. Siyasal kararlara bireysel katılım kapasitesini artırmaya çalışıyor ve cumhuriyetin çoğulculuk görevini nasıl hayata aktaracağının tartışmalarını yürütüyorlar.
Bu ülkenin yurttaşları için, terk edilme, sosyalliğini yitirme, atomize olma, yalnızlaşma tek seçenek değildir. Dayanışma ile bu ruh halini aştığımızda neyi hayal etmemiz ve bir şans edindiğimiz takdirde neyi yapabileceklerimizi konuşmamız gerekiyor. Kant’ın deyişiyle “aklımızı kullanma cesaretini göstermek zorundayız. Söz kurma ve eyleme özgürlüğü bugün elzem. Bu nedenle Memleket Biziz ve buna benzer oluşumlara güç vermek, yurttaşlar olarak görevimiz. Türkiye siyaseti (1) OHAL koşulları, (2) savaşı bir çözüm olarak gören ve siyaseti felç eden şahin bir dış politika ve (3) iktisadi kriz tarafından kuşatılmış durumda. Bu koşullarda, özellikle Olağanüstü Hal koşullarında seçime gitmek, seçmen iradesinin tam anlamıyla ortaya çıkmasını sağlamayacaktır. Bu nedenle OHAL’in kaldırılmasını talep etmek, “önce demokrasi sonra seçim” demek zorundayız. Seçimden seçime sandığa giderek politikaya dahil olan edilgen yurttaş anlayışının sonu gelmiştir ve daha aktif yeni bir yurttaşlık tanımı gerekir. Memleket Biziz, yurttaşın sesini yükseltecek bir oluşumdur, güç vermeliyiz. Bu kederli siyasal iklimden çıkış yollarını arayıp sevinci ve umudu örgütlemek isteyen herkes kurultayın bir üyesidir, bekliyoruz.