TOLGA TÖREN yazdı: “[Nerede olmalıyız?] Meydanlarda, yahut rejimin yanında? Her iki soruyu yanıtlarken anımsanması gereken en önemli olgu, dün ‘Türkiye İran olmayacak’ nidalarıyla kitleleri sokağa çağıranlarla bir zamanlar ‘Emevi camisinde namaz kılma’ hülyalarına sahip olanların kurduğu ittifakın yarattığı karanlığın adı olarak ‘yeni Türkiye’.”
TOLGA TÖREN
İran’da başta enflasyon, işsizlik, yolsuzluk kamu harcamaları gibi sorunlar zemininde yükselen toplumsal muhalefeti “büyük güçlerin” stratejik hesapları üzerinden ve “kışkırtma” söylemi eşliğinde okuma eğilimi hayli yüksek.
Özellikle ulusalcı çevreler, İran’da yaşananları, İran egemenleri ile aynı çerçeveden ve “ABD’nin “kışkırtmaları” söylemi eşliğinde ele alırken, ABD egemenlerinde ise bir “haydut devlet”e karşı yeni bir “turuncu devrimin” geliştiği havası hakim.
Bu da, herşeyi “dış güçler” ile açıklayan sorunlu bakış açısının, “dışarıdaki” ikizi.
“Yeni Türkiye”nin alt – üst aklı
Ortadoğu, ama özellikle de Mısır üzerine calışmaları ile bilinen sevgili Fulya Atacan, Praksis dergisinin 2011 Şubat tarihli 26. sayısında yayımlanan söyleşisinde kendisine yöneltilen, “Tunus’ta başlayan, Mısır ve Bahreyn gibi ülkelerle devam eden, sonrasında Libya’ya doğru gelen ve ‘Arap Baharı’ olarak tanımlanan bir süreçle karşı karşıya kaldık. Bu süreci genel hatlarıyla nasıl değerlendiriyorsunuz? Gerçekten devrimci bir baharla mı karşı karşıyayız, yoksa kapitalist sistemin uluslararası ölçekteki yeniden yapılanmasına paralel olarak ‘dışarıdan’ şekillendirilen bir süreç mi var karşımızda?” sorusunu şu sözlerle yanıtlar:
…Bir yandan hiç tartışmasız kapitalist sistemin yeniden yapılanması ya da Ortadoğu ülkelerinin bu yapıya yeniden entegre edilme süreci… Hem de bir bahar, zannederim herkesin umut devşirdiği yer şimdi Ortadoğu; çünkü insanlar ilk defa uzun aralıktan sonra kitlesel olarak sokaklara çıkıp çok ciddi değişim talebinde bulunuyor. Sokağa çıkanlar farklı gruplar ve farklı istekleri, farklı hayalleri var. Onları harekete geçiren temel dinamik aşağı yukarı aynı. Buradan bir bahar çıkabilir umudunu devşiriyoruz. Bahar mı değil mi onu göreceğiz. Yani çok kolaylıkla, hani, kışın erken açar çiçekler, sonra birden donuverir, o da mümkün. Ama tüm dünyada olan kriz içinde bu nereye gidecek bilmiyoruz, herhalde eskisi gibi olmayacak (s.11).
Kuşkusuz, Atacan’ın soru işaretleri içeren yanıtı, bir yandan sosyal bilimci şüpheciliğinden diğer yandan da sosyal gerçekliğin şekillenme sürecinin çok katmanlılığından ve ilişkiselliğinden hareket eden bir titizliğin ürünü.
Söyleşisinde, özellikle Mısır’da 1970’lerden bu yana süregiden neoliberalizme eklemlenme sürecini ve bunun yarattığı, başta işçi grevleri olmak üzere sosyal muhalefeti, bu sürecin Müslüman Kardeşler özelinde siyasal İslamı nasıl beslediğini detayları ile ele alan Atacan, aslında sosyal mücadeleler ile ilgilenen hemen herkesin, dünyadaki birçok deneyimden hareketle bildiği bir gerçekliği de çözümleyerek ifade eder.
Herhangi bir toplumsal sorunun tetiklediği bir kitle hareketinin nereye evrileceği, genel olarak güç ilişkileri, özel olarak ise sınıflar arası güç ilişkileri dolayımında belirlenir.
Ortadoğu üzerine çalışmaları ile bilinen Gilbert Achcar ise “17 Aralık 2010 Devriminin İlk Yıl Dönümünü Kutlama Komitesi”nin daveti üzerine Tunus’ta konuşmacı olarak katıldığı ve 28 Ocak 2012 tarihli Özgür Gündem’de “Bouazizi Kıvılcımı: Uzun Bir Devrimci Sürecin Başlangıcı” başlığıyla yayımlanan (çev: Tolga Tören) konuşmasında, sonradan “Arap Baharı” olarak anılacak sürece ilişkin “tek bir kıvılcım bir kır yangını başlatabilir” şeklindeki Çin deyimini anımsattıktan sonra ekler:
Ayaklanmalar, halk hareketlerinin despotik rejimlere karşı demokrasi ve siyasî özgürlükler için mücadele ettiği ya da ediyor olduğu ülkelerde dahi, derin kökleri olan sosyo-ekonomik sorunlar tarafından tetiklendi… Bugünkü devrimler, önceki yıllarda bu devrimler için zemin hazırlamış olan sosyal mücadelelerdeki yükseliş bağlamında ele alındığında bu gerçek açıkça görünür hale gelir…
Achcar, konuşmasının devamında, Arap dünyasında neoliberalizme eklemlenmenin sonucunda giderek daha da ağır bir hal alan işsizlik, yoksulluk, yolsuzluk, patriyarkal şiddet dahil, toplumsal / siyasal baskıları açımladıktan sonra şu sözleri sarfeder:
…Kısacası, sosyal yapıda bir yanda eski rejimin kurumlarını ortadan kaldırarak devrimci hareketin zeminini hazırlayan, ateşini yakan ve onu radikalleşmeye zorlayan güçler ile diğer yanda hepsi devrimci hareketlenmeye, başladıktan ve süreci ilk başlatanları ele verdikten sonra katılan, seçim sahnesi üzerinde egemenlik kuran ve parlamentodaki koltuk çoğunluğunu kazanan güçler arasında tarihsel bir uyumsuzluğun önünde duruyoruz… Bu bir yanda devrimci patlamayı harekete geçiren, işçileri, marjinalize edilmişleri, kadınları ve gençliği olumsuz etkilemeye devam eden derin sorunlar ile diğer yanda, siyasi projektörü ele geçirerek kavgayı “laiklik” ile “İslam” arasındaki çatışmaya indirgemeye çalışan güçler arasındaki bir uyumsuzluktur.
Kuskusuz, Achcar’ın vurgulamaya çalıştığı nokta, genellikle jeostratejik ve ilerlemeci / modernist bir perspektifle, bu anlamda, iç dinamikleri yokmuşçasına, dışarıdan bir bakışla ele alınan “Ortadoğu” (kime göre!) toplumlarının içsel dinamikleri ile açığa çıkan devrimci süreçlerin, farklı sınıfsal / siyasal aktörler tarafından kendi meşrebince anlamlandırılmaya çalışılmasıdır.
Ve kuşkusuz, bu anlamlandırma çabası, aynı zamanda, bu anlam dahilinde yön verme sürecini, yani “devrimin çalınması”na ilişkin çabaları da beraberinde getirir.
Bir zamanlar “Emevi camisinde namaz kılma” düşü kuran neo-İttihatçı AKP’nin (ve ezelden İttihatçı yeni müttefiklerinin) alt emperyal, birinden birine savrulduğu “üst akıl”larının ise emperyal politikaları, bu bağlamda ele alınmayı hak eder niteliktedir.
Tam da bu noktada, Devrimci Marksizm dergisinin 2013 tarihli 17 / 18. sayısında kaleme aldığı “Arap Devrimin Sorunları” başlıklı yazısında, Suriye’de 15 Mart 2011’de baslayan ayaklanmaların, başlangıçta “mülksüzlerin bir devrimi” olarak geliştiğini, ilk altı ay boyunca bu karakterini korusa da “emperyalizmin ve Ortadoğu’nun (aralarında Türkiye’nin de bulunduğu) birtakım güçlerinin işin içine girmesi sonucunda adım adım düzen yanlısı bir burjuva hareketinin hegemonyasına” (s.106) girerek bir iç savaşa dönüştüğünü belirten Sungur Savran’ın altını çizdiği “devrim – muzaffer devrim” ayrımı önem kazanır.
Evet, uzunca bir zamandır muzaffer devrimlerle / devrimcilerle tanışmamış olabiliriz; ama bu durum, hele de kapitalizmin sürekli kriz – sürekli savaş sarmalının ABD’den Avrupa’ya, Ortadoğu’dan uzak Asya’ya, yerkürenin neredeyse hemen her yerinde daha fazla hissedildiği bir zaman diliminde, devrimci yükselişlerin olmadığı, olmayacağı anlamına gelmez elbet.
Antikapitalizmsiz antiemperyalizm: “Üst aklın” alt emperyal kardeşi!
Öte yandan, evet, emperyalizm vardır ve bugün hala en azından Lenin’in Emperyalizm kitabını kaleme aldığı 1916 yılındaki kadar gerçektir.
Bu anlamda Ortadoğu’da süregiden çatışmalar, dini aidiyetler, mezhepler ya da kimlikler savaşı değil, tersine, kapitalizmin yapısına içkin olan kriz – savaş sarmalını bir kez daha doğrularcasına, farklı ulus devletler altında örgütlenen sermayelerin, Ortadoğu coğrafyasını biçimlendirmeye dönük çatışmalarıdır. Bu anlamda bir dünya savaşının, belirli bir coğrafyada açığa çıkan, sıkıştırılmış bir versiyonudur. Velev ki, bu çatışmalar kendini başka şekillerde açığa vursun.
Ve, nasıl ki Lenin’in Emperyalizm kitabının esin kaynağı olan Imperialism: A Study başlıklı kitabında, bir İngiliz emperyalizmi eleştirmeni olarak John A. Hobson’un analiz ettiği (Hollanda-İngiliz) Boer Savaşı’nın Güney Afrika’daki siyahi halklar üzerinden yürütülmesi, burada emperyalizmi bir vaka olmaktan çıkartmıyorduysa, Ortadoğu’daki çatışmaların da Sünnilik – Şiilik gibi alanlar üzerinden açığa çıkması, bu çatışmaları emperyalizm koşulları altında süregiden çatışmalar olmaktan çıkarıp, salt, kimlik savaşına dönüştürmez.
Bu noktada kritik olan, emperyalizm olgusunun, kapitalizmle, dolayısıyla sermayenin birikme, birikmek için coğrafyada yayılma, yayılırken de farklı ulus devletlerin koruyuculuğu altında biriken diğer sermayelerle çatışma olgusunun ihmal edilmemesidir. Ki, kapitalizmin kriz – savaş sarmalı tam da bu bağlamda açığa çıkar.
Savaşı bu şekilde anlamlandırmak, bir yandan emperyalizmin kapitalizmle ilişkisinin kurulmasına diğer yandan da anti kapitalizmden yoksun, kof ve nasyonal sosyalizme kadar varabilecek “anti emperyalist” söylemin sorunlu yanlarının anlaşılmasına yardımcı olacaktır.
Nitekim bu konudaki en güzel örneği de İran İslam devriminin kendisi oluşturmaktadır. Peyman Jafari, International Socialism dergisinin 2009 Eylül tarihli 124. sayısında yayımlanan ve Praksis’in 26. sayısında da “İran’da İsyan ve Kırılma” başlığıyla çevrilen (çev.: Gaye Yilmaz – Tolga Tören) yazısında bu durumu şu sözlerle ifade eder:
Solun en büyük kanadı Tudeh ve Fedayeen’in “çoğunluk” gruplarınca yapılan bir diğer stratejik hata ise Humeyni rejimini, ‘ilerici’ –anti-emperyalist- burjuvazinin temsilcisi olarak gördükleri için koşulsuz olarak destekleme yönünde aldıkları karardı. Bu gruplar işçi sınıfını bağımsız bir güç olarak örgütlemek yerine Humeyni rejimini adım adım izlemeye teşvik ettiler (s.126).
Nitekim, İran marksizminin önemli isimlerinden Mansur Hikmet’in Ocak 1999’da Farsça olarak yayımlanan, Praksis’in 26. sayısında da “İslam ve İslamizasyonun Aşılması” başlığıyla çevrilen (İngilizce’den çev.: Akın Sarı) söyleşisinde “…ulusalcı Molla’nın, popülist din ve özgürlük teolojisinin ABD karşısında Sovyetler Birliği’nin müttefiki olabileceği” (s.159) fikrinin baskınlığıyla açıkladığı, bu anti-kapitalizmden yoksun anti-emperyalist söylemin ilk ve en önemli sonucu, İran İslam Cumhuriyeti’nin kurulmasına soldan verilen destektir.
Ki, bu noktada faşizmin adım adım kurumsallaştırıldığı “yeni Türkiye”ye, en geniş manada, solun kimi unsurları tarafından verilen doğrudan ya da dolaylı desteği akılda tutmanın hiç bir zararı yok.
Devrim sonrasında katledilen ya da hapsedilen onlarca TUDEH üyesi de cabası.
Bugün TUDEH’in yakın zamanda yayımlanan açıklamasında, süregiden gösterilerde “ilerici unsurları” daha görünür olmaya davet ettiğini de geçerken anımsatalım.
“Büyük güçler” ya da “sınıflar”…
Bütün bunların yazılmasının nedenine gelince:
Öncelikle bu yazının amacının İran’da yaşanan gelişmelere ilişkin aktüel bilgi vermek olmadığını not etmek gerekiyor. Kuşkusuz, Türkçe ve Türkçe olmayan basında, İran (ya da Ortadoğu) siyasetini birçok boyutuyla takip ederek bu işi kemal-i afiyetle yapanların sayısı oldukça fazla.
Belirtilmesi gereken, ki aynı zamanda yazının amacını da oluşturan ikinci nokta ise, sosyalistler açısından akılda tutulması gereken iki sorudan ibaret:
Birincisi tarihin nasıl okunacağına ilişkin.
Bir başka ifadeyle, tarihi, sadece jeostratejik akıldan mütevellit “büyük güçlerin yükselişi ve düşüşü” ya da bir “şah” etrafında, kaleden kaleye eyleyen vezirlerin, fillerin, atların, piyonların “büyük satranç tahtası” olarak mı; yoksa o yükseliş ve düşüşlerin ya da tahtanın kurulmasının asli dinamiğini oluşturan “sınıf mücadelelerinin” tarihi olarak mı okuyacağımıza ilişkin?
Başta, lobelog.com sitesinde 1 Ocak 2018 tarihinde kaleme aldığı “İran Protestoları ve İşçi Sınıfı” (Iranian Protests And the Working Class) başlıklı yazısında Esfandyar Batmanghelidj olmak üzere çok sayıda yorumcunun da hatırlattığı üzere, 2009’daki Yeşil Hareket’ten farklı olarak bugünkü protestocuların önemli bir kısmının, 2013 sonrası neoliberal politikaların asıl kaybedenini oluşturan işçi sınıfı mensupları olduğunu da akılda tutarak, açığa çıkan ikinci soru ise, İran’da yaşasaydık nerede olacağımız?
Meydanlarda, yahut rejimin yanında?
Birinci soruya verilecek yanıt, kuşkusuz ikinci sorunun yanıtını da belirler nitelikte.
Her iki soruyu yanıtlarken anımsanması gereken en önemli olgu ise dün “Türkiye İran olmayacak” nidalarıyla kitleleri sokağa çağıranlarla bir zamanlar “Emevi camisinde namaz kılma” hülyalarına sahip olanların kurduğu ittifakın yarattığı karanlığın adı olarak “yeni Türkiye”.