SEÇTİKLERİMİZ- Ayşen Candaş’ın Ahval’deki yazısı: “Herkes bu müthiş güvensiz ortamda en yakından tanıdığı ve mutlak olarak güvendiği en ve en yakın çevresine kapanmış, kabuğuna çekilmiş durumda.
7 Haziran seçimlerinde, 16 Nisan Referandumu’nda da görüldüğü gibi sayımız muhtemelen sandığımızdan ve umabildiğimizden de çok fazla.”
Prof. Nora Şeni geçen gün Ahval’in anket sorusuna verdiği kısacık mülakatta ‘İki yıldır Türkiye’de aydınlar ve gazeteciler rejim değişikliğinin adını bir türlü koyamadılar. Adı konmamış bir gerçekle mücadele ise başarısız olmaya adaydı’ demiş.
Bu sade, had safhada önemli ve fevkalade doğru tespit ilk kez bu açıklıkla kamunun halen devinen cılız alanında dile getirilmiş oldu; yankılanan bir sessizlikle cevap buldu ya da yine cevap bulamadı.
Birşeyin ‘ismini koymak’ aynı anda hem başımıza gelenin, gerçekliğin, ‘ne’ olduğunu saptamaktır, hem bu gerçeklikten yola çıkarak bir siyaset belirlemektir, omurgamızı tanımlamak ve hissetmektir, hem de önümüzdeki gerçeklik hakkında bir karara ve kararlılığa varmış olmaktır.
Siyaseti, söyleyecek sözü, göstereceği bir hedefi olmaktır…
Bu yıllardır olamadı, ama hala olabilir.
Buradan çıkış varsa, durumun saptanmış olması da elzemdir.
Yıllardır demokrasi ve demokratik kurumların savunusu için, hergün cılızlaşan sivil toplumda demokrasi için birlik mücadelesi veriliyor. Demokrasi için birlik ve diyaloğa yönelik toplantılarda dahi yıllardır en fazla tartışma gerçekçi netlik taraftarları ile yumuşak tanımlama yapma taraftarları arasında yapılmakta.
Yumuşak tanımlama yapma taraftarları, var olan durumdan iyi bir şey de çıkabileceğini sanırım samimiyetle düşündüler, buna inandılar. Ya da “biraz sakin kalarak, aslında artık pek de bir işe yaramayan basın açıklaması, yargı süreçlerine havale, Türkiye’yi kendi kaderine terketmiş gibi görünen AHİM’den bir sonuç bekleme gibi’’ yöntemlerle bir sonuç alınabileceğini düşündüler.
İyimserler; herşeyin çok çabuk düzeleceğine, yapılan saptamaların gereğinden çok ve gereksiz şekilde aşırı karanlık bir tablo çizdiğine inandılar, olan bitene gerçekçi değil karamsar buldukları tanımlarla yaklaşılmasına veto koydular.
Yıllarca duruma, hayata, hayat kalitesine, insanlık onuruna bakışının çok benzer olduğunu rahatlıkla varsayabileceğimiz kişilerden oluşan bu gruplarda dahi ‘Hayır’ gibi bir sloganın kullanılması bile inanılmaz çok sayıda tartışmaya ve itiraza sebep oldu.
Bu hal; başımıza geleni tanımlama konusundaki tereddüt ve kafa karışıklığı, aslında önemli ölçüde halkın geniş tabakalarında da yansımalarını görebileceğimiz şekilde devam ediyor.
Türkiye’nin demokratları, muhalifleri, sivil toplumdan geriye kalanlar ile topluma bir nebze yön verme, zihin açma işlevi görme gücüne sahip olanlar dahi zaman zaman durumun ne olduğu konusunda anlaşamadıkları için, önümüzde yükselmekte ve hepimizi yutmakta olan rejime de isim koyamıyoruz.
O yüzden de her zaman istediğimiz denli net mesajlar veremediğimiz, nispeten minimalist metinlerle deklarasyonlarla yetinmek zorunda kalıyoruz.
Oysa bugün, 696 sayılı KHK ile atlanılan eşikle beraber ‘demokrasi için birlik’ kurma fikri dahi siyaseten ne kadar ve ne kadar naif, ne kadar eksik kalıyor!
Gelinen noktada yükselen faşizme karşı bir hat oluşturmak; hem de radikal bir ihtiyaç olarak, bizzat can güvenliği için elzem bir hale gelmiş durumda…
Ve Türkiye’nin, içinde hala tartışma yürütülebilen minicik kalmış ceplerinde, halen rejime ‘ne denmeli’ konusu tartışılıyor.
Kimileri AKP’lilere de haksızlık edilmemesinden yana, kimileri faşist denirse yapacak birşey kalmayacağından endişeli, kimisi ‘dünyada güçlü bir damar populist, Türkiye de popülist neyse aynıyız!’ diyerek/sanarak Türkiye’de olan bitenin bütün vücudu sarmış bir kansere benzer farklılığını tümüyle ıskalayarak, konformizmiyle şimdilik mutlu oluyor, iyimserliği iltifat topluyor.
Kimisi ağız dolusu şekilde faşist sözcüğünü kullanıyor. Ama hep ve daima ve her dönemde bu sözcüğü kullandığı için belki de, hakikaten doğruyu söylediği bu anda yalancı çoban misali ne söylediği duyulmuyor…
Bunlar anlaşılır ve karmaşık bir toplumda böylesine bir kırılma ve radikal dönüşüm anında olması beklenecek farklılaşmalar.
Çünkü çok büyük bir sarsıntı ve çok büyük bir kırılma anından geçiyoruz.
Rejim değişiyor.
1980’e dönmüyoruz…
1930’lara da dönmüyoruz…
1839 öncesine, eşitliği tasavvur etmeye cesaret edebilmiş Tanzimat öncesine döndürülmekteyiz.
Bunu halen çok azımız bir gerçeklik olarak; veri olarak kabul edebiliyor.
Travmaya herkes kendi bünyesine göre verir ilk tepkisini, kimimiz önce duygularımıza çeki düzen verir, kafamızı sonra toplarız. Kimimiz duygularımızı tümüyle bastırıp yapılması gerekenleri düşünmeye ve yapmaya odaklanır, acil olan herşey bitip hayati tehlike geçince duygularımıza eğiliriz.
Herkesin savunma mekanizması farklı birbirinden…
Ama artık duygumuzla ve kafamızla aynı anda ve netlikle durum saptaması yapacak kadar veri var elimizde hepimizin.
Yeterince zaman geçti olan biteni sindirmek için.
Artık netlikle başımıza gelenin adını koymalı, muhalefet tabanındaki çeşitli halk kesimleri arasındaki karşılıklı güven yokluğu sorununu aşacak çareleri hayata geçirip, kısacık bir ilkeler manzumesinde ve durumun tanımında anlaşıp ortak bir mücadeleyi çok geniş bir dayanışmayla örmeliyiz.
Deniz Yıldırım’ın ifadesiyle ‘Gayrımemnunlar’ azınlık değil, çoğunluk şu an…
Çoğunluk ama, bölünmüş, birbirine ya hiç güven duymayan ya çok az güven duyan, birbirini tanımayan, tanımak da istemeyen, kafasındaki dogmatik eskiden hatırladığı tanıdığı bıktığı kalıplarla karşımızdakine bakan bir haldeyiz.
Herkes bu müthiş güvensiz ortamda en yakından tanıdığı ve mutlak olarak güvendiği en ve en yakın çevresine kapanmış, kabuğuna çekilmiş durumda.
7 Haziran seçimlerinde, 16 Nisan Referandumu’nda da görüldüğü gibi sayımız muhtemelen sandığımızdan ve umabildiğimizden de çok fazla.
Ama dayanışmazsak biraraya ve yanyana gelemezsek işimiz de bitik…
Bu koşullarda temel birkaç değerde, temel birkaç amaçta anlaşmak, birkaç ilke üzerinde mutabakata ulaşmak, dolayısıyla bizi bölen, kavga ettiren meselelerden ziyade, bizi şu an birleştiren öğelere ağırlık vermek her zamankinden fazla önem taşıyor.
Adalet yürüyüşü, adalet kavramının tam da böyle birleştirici bir ortak değer olduğunu gösterdi herkese…
Demokratik hukuk devleti, yani istisnasız herkesin kanun önünde eşitliği, ve siyasi erki halkın adına kullanan temsilcilerin, siyasetçilerin, yasama, yürütme ve yargının, vatandaşların eşitliğine ve her bireyin eşit hak ve özgürlüklerine dokunamayacağının, aksine bunları koruyup kolladıkça meşru olacaklarının, kimsenin demokratik ve eşit haklar ve özgürlüklere dayalı rejimi değiştirme yetkisinin bulunmadığının garantisi olan anayasal haklar, güvenceler, fren ve denge mekanizmaları…
Fren ve denge denince bağımsız yargı, bağımsız mahkemeler ve yargının mahkemelerin bağımsızlıklarının, kamu mallarının kullanımının, siyasetin işleyişinin takipçisi denetleyisi olan bağımsız özgür basın, özgür sivil toplum, özgür akademi…
Devlet kurumlarıyla dinin, mezhebin ayrışması, devletin kurumlarının ve kamunun her bireye, her inançtan her yaşam tarzından herkese eşit mesafede durabilmesinin, herkese eşit erişim sunabilmesinin, kısacası eşitliğimizin ve vicdan ve din ve de inanmama özgürlüğümüzün garantisi sekülerizm…
Bunlar her ne kimlikten veya her ne tarihsellikten gelmiş olursak olalım üzerinde anlaşmamız ve içinden geçtiğimiz tam tersini deneyimlediğimiz tecrübemize bakarak artık anlaşabilmemiz gereken, yokluklarının sonucunu acı çekerek gördüğümüz 'olmazsa olmaz'lar…
Acaba bu 'olmazsa olmaz'lara, ve sadece bunlara vurgu yapan bir tür anti-faşist ve demokratik bir dayanışma örülemez mi?
Başka ve daha dar siyasetlerimizi şimdilik bu büyük badireyi atlatabilmek için bir kenara bırakamaz mıyız?
Pek çok yönden yeterince demokratik bulmadığımız, yeterince özgürlükçü kapsayıcı deneyimlemediğimiz, ama fiilen yeterince kullandırılmamış olsa da kadınlara eşit haklar, Müslüman ve gayri-Müslim herkese en azından anayasal düzlemde eşit vatandaşlık tanımış; Ortadoğuda bu yönüyle tek ve biricik olan Cumhuriyetin hiç olmazsa bu kazanımlarına sahip çıkamaz mıyız?
Şu andaki anayasaya 2004’te eklenmiş, temel hak ve özgürlüklere ilişkin meselelerde uluslararası antlaşma hükümlerinin geçerli olacağına dair 90. Maddesini ortak anayasamız kabul edemez miyiz?
Bunları yapmayı geciktirdiğimiz hergün karşımızdaki heyula daha da büyüyor.
Gayrımemnunları oluşturan sessiz çoğunluk, üzerindeki yılgınlığı atıp, eşit vatandaşlık hukukunu kadın erkek, Kürt-Türk, dindar olan- olmayan kimseyi ama kimseyi ayırmadan ‘eşitlerin eşit özgürlüklerinin hukuku’ şeklinde tanımlayan bir birleşme ve dayanışma örebilir ve artık örmelidir.
Artık şoktan çıkmalıyız, evet ismini anmaktan dahi hazetmediğimiz yeni bir tür faşizmdir hızla yuvarlandığımız durumun adı, ideolojisi de siyasal İslamdır.
Buradan çıkışın tek yolu da çeşitli nedenlerle buna rızası olmayan herkesi ama herkesi içeren bir cephe kurmakla mümkündür ancak.
Çok geç olmadan…