Kenan Kalyon yazdı
Hasan Mantıcı’yı yitirdik. Birileri bana, 1970-80-90’ların, sana göre en önemli ve sıra dışı üç işçi önderini say diye bir soru sorsaydı; elbette kendi temas ve değme alanlarım içinde hiç tereddütsüz şu isimleri sıralardım: Sait Üner, Mehmet Kılıçaslan ve Hasan Mantıcı.
Ne mutlu bana ki, bu üç isimle tanışma, mesai yapma, tartışma, hatta yer yer didişme şansına nail oldum. Bu isimleri yazım sırasına göre yitirdik.
Bu üç isim birbirlerini tanıyorlardı. Yolları sık sık keşişti, birlikte işler yaptılar. Birbirlerine değer verir, birbirlerini gözetir ve fırsat buldukça istişare ederlerdi. Onlar arasında adı konmamış bir hukuk vardı. Özellikle DİSK henüz kurulmamışken, İstanbul Sendika Şubeleri Platformunun bir tür yeni merkez, Türk-İş merkezinin alternatifi, onu baskı altına alan bir odak gibi temayüz ettiği yıllarda ve 80’lerin sonları ile 90’ların başlarındaki 1 Mayıs’ta taksime çıkış denemelerinde. Sait Üner’le Hasan Mantıcı aynı zamanda hemşeri idiler. İki Trakyalı. Hasan Mantıcı’nın kaybı henüz taze iken üçünü birden zikretme ve yad etme ihtiyacı duydum.
Bu üç ismin ortak özellikleri, “dar sınıfçı” işçi önderleri olmamaları, sosyalist hareketten sınıfa, sınıftan sosyalist harekete bakabilecek bir kapasiteye sahip olmaları, bileklerinin hakkıyla kazanılmış birer “doğal önderlik” konumunda bulunmaları ve ufuk genişlikleridir.
Sait Üner… Derin tefekkür ve eylemciliğin sentezinin bir timsali. Kritik anlarda herkesi dinleyen, herkesin görüşünü alan ama koşulları tarttıktan sonra kararını bir ortalamacılığa sapmadan veren ilginç bir işçi liderliği profili. İlk bakışta fark edemeyeceğiniz bir tür halk bilgeliği ve vakar. Bir işçilik hayatı olmayan sosyalist kadrolara taş çıkaran sağlam ve işlek mantığı. Karşılaşmalarımızda kafasında evirip çevirdiği konular hakkında beni sorguya çekişleri. 12 Eylül koşullarında fabrikalarda örgütlenme ve yeni, kaçınılmaz olara görece pasif direniş biçimleri konusunda bize yol göstericiliği ve yaratıcılığı. 1983 başında yakalandım, 1991 ortasında yeniden karşılaştık. Kendini inanılmaz derecede yenilemiş ve donanımlı bir Sait Üner’di karşımdaki. Onu böyle tanıdım. Ondan, H. Mantıcı’nın hemşerisinden, çok şey öğrendim. Tabiri caizse beni eğitti. Kanser teşhisi konduğunda yanındaydım. Evimizde bir iki gün kaldıktan sonra hastaneye yattı. Adeta bana son sözlerini ve tasfiyelerini söyledi. Ondan hiç eksilmeyen o vakur tavırla…
Mehmet Kılıçaslan… Onu 1980 darbesinin hemen öncesindeki Ülker direnişi günlerinden beri tanıyorum. Kolektif ama aynı zamanda kolektife sığınmayan, gerektiğinde bireysel inisiyatif kullanan, inisiyatifini kolektifi yeniden şekillendirmek üzere devreye sokan bir işçi liderliği nasıl icra edilir, icabı halinde güya direnişe nezaret eden “parti komiseri” nasıl paypas edilir ve iplenmez, onun şahsında bunları gördüm, bunlara tanık oldum.
Aynı durum, yakalandım, uzun bir kesinti ve yeniden karşılaşma. Deri-İş ve İstanbul Sendika Şubeleri Platformu günleri. Hasan Mantıcı ile ilk karşılaşma günlerimiz.
Munzur Pekgüleç ile Mehmet Kılıçasalan Türk-İş/Deri-İş’i birlikte yönetiyorlar. İnanılmaz bir örgütlenme ve direniş furyası. Kılıçaslan, Çorlu, Erzincan, Van, vs. direnişlerin tam göbeğinde ve çadırını oralara açıyor. Ama örgütlenen zeminler ideolojik olarak sağcı zeminler. Deri-İş kongresi… Kaybettiler.
Sonrasında bu iki isim, lütfettiler, beni bir durum değerlendirmesi toplantısına çağırdılar. Konu özetle şu idi: Türk-İş/Deri-İş’te uzun vadeli bir muhalefet örgütlemek veya DİSK’e geçiş. Munzur son tezi, M. Kılıçaslan ise ilk tezi savundu. Anlaşamadılar. Munzur DİSK Deri/İş’e geçti. M. Kılıçaslan ise bunu reddetti ve Gedikpaşa’da kunduracılığa döndü. Besnililerin çoğunluğu aynı zamanda zanaatkârdır. Ayakkabıcılık, tekstil ve deri en uzman oldukları alanlardır. Kılıçaslan belirli bir süre, ayakkabıcı olarak çalıştı. Bu benim açımdan son derece takdire şayan bir tutumdu.
Sonra Evrensel gazetesi çıktı. Ertuğrul, Saruhan gibi isimler gazetede. Kendisine gazetenin işçi sayfası ve işçi haberleri sorumluluğu teklif edilmiş. Aradı, buluştuk kabul et dedim. Aslında o kendi nihai kararlarını hep kendisi verirdi.
Sonra benim açımdan yeni bir cezaevi serüveni, Kılıçaslan EMEP’e ve EMEP İstanbul il başkanlığına transfer etti. Budan sonra, ben çıktıktan sonra ilişkilerimiz, hep dostane ama görece mesafeliydi. Eski yoldaşlarının ezici kısmı cenaze törenindeydi. Ama töreni yöneten EMEP onun TKEP’çi geçmişinden bahsetmedi…
Ve Hasan Mantıcı… Onunla ilk şahsi tanışıklığım 91-93 aralığıdır. Tanışıklık yukarıda anlattığım bağlamda. Sert bir sınıf mücadelesi ortamında. İsmini zikrttiğim diğer iki işçi önderi ilişkileri dolayısıyla aynı zamanda.
Sonra uzun bir kesinti. İzmir’de yeniden karşılaştık. Tıpkı bizim gibi ailecek İzmir’e taşınmışlardı. Aynı proleter H. Mantıcı… Servis otobüslerinde gece gündüz direksiyon sallıyordu. Ama gerektiğinde servis otobüslerinde propoganda yapmaktan, haleti ruhiyelerini çok iyi bildiği işçilerle en güncel rahatsızlıkların hareketle diyalog kurmaktan sakınmayan bir H. Mantıcı,
Bu kez ilişkimiz çok daha özelleşti. Aile dostu olduk aynı zamanda. Sevgili eşi Bahriye ve baldızı Aliye ile tanıştık. Kızı Ezgi ile Fırat bir dönem birlikte büyüdüler. Aile dostluğu birbirine sıkça gidip gelen aileler şeklinde anlaşılmamalı. Mücadele halindeki ailelerin birbiriyle dayanışması, yük paylaşması, tartışması, etkileşmesi, birbirini olup bitenlerden haberdar etmesi, fırsat düştükçe evlerde yan yana gelerek görüşmesi, dertleşmesi, birbirinin sıkıntılarına ortak olması. Benim açımdan bu asla unutamayacağım, ama asla geride kalmayan bir deneyim ve insanlık halidir. Çünkü, Mantıcı aramızdan ayrılmış olsa da, onun vefalı davranışı biz yaşayanların bundan sonraki yaşamına sinmek zorunda. Ailesinin fertleri var, asla sırtımızı dönmememiz gereken.
Onu, benden daha eski yoldaşlarına anlatacak değilim. Çetin ve sorgulayıcı bir insandı. Bunu hiçbir zaman zül kabul etmedim. Bazen sert tartışmalarımız oldu. Örneğin bütün eski kuşak sahneden çekilmeli ve yeni kuşağın önünü açmalı görüşündeydi. Peki sen ve ben ne yapalım evimize mi kapanalım türünden tartışmalar sürdürdüm kendisi ile. Şunu vurgulardı hep: Biz devrimizin bittiğini, fiziksel sınırlara dayandığımızı bilerek yol açıcı olalım. Olabilirse şayet. Hayhay hayat ve doğa hükmünü icra ediyor nihayet.
Mantıcı’nın ilk olarak bahsettiğim, iki işçi önderine göre üstünlüğü –aslında kıyas anlamında söylemiyorum, gerçek bir tartıda onlar birer eşittirler- enternasyonalist tavrı idi. Bir Trakyalının bulunduğu her zeminde, köyünde, semtinde ve akrabaları içinde bu kavgayı vermesi ve hep risk üstlenmesi başlı başına bir olaydır. O gerektiğinde Filistinli, gerektiğinde Kürt, gerektiğinde Roman idi. Ruhu bizimle olsun…
Gene de şunu belirtmeden geçemeyeceğim. Her biri beni değişik yönlerden derinden etkilemiş bu üç işçi önderi, son tahlilde fordist dönemin işçi önderleri idiler. Kısman post-fordist döneme göre refleksler geliştirmeye çalıştılar. Ama gene de öyle. Onlar öyle biçimlenmişlerdi. İşçi hareketinin yeni dönemi ve bileşimi kendi doğal, ama yeni bir kumaştan önderlerini bekliyor. Godot’u bekler gibi değil elbette.