SEÇTİKLERİMİZ- Ali Rıza Güngen, Duvar’a yazdı: Cumhuriyet’in eşit özneleri olmaktan çıkartılıp hayatı bağışlanmış kapıkulları olmaya zorlandığımız dönemde, otoriter nitelemesinin ötesinde bir sıfatın gerekli görülebileceği bir dönüşümden geçiyoruz.
ALİ RIZA GÜNGEN
Akademide süregiden tartışmaların dar koridorlara sıkışmaması için uğraşmak gerekli. Ümit Akçay, gazete Duvar’daki “AKP ve Neoliberal Popülizm” başlıklı yazısında tam da bu uğraşı sergiliyor ve bizleri bir “deneysel düşünce egzersizi”ne davet ediyor. Yazıdaki argümanın bir ayağı Türkiye’de piyasa disiplininin 2000’li yıllarda sağlandığı, buna karşın AKP’nin sosyal ve finansal içerilme olarak adlandırılabilecek telafi mekanizmaları geliştirdiği ve bu sayede iktidarda kalabildiğidir. Diğer argüman ise “emekçi sınıfların siyasete müdahale kanallarının neredeyse tamamen ortadan kalktığı” (Galip Yalman’ın terimleriyle “sınıf temelli siyasete son verilmesi” süreci de denebilir) sürecin uzantısının mücadelenin devletin içine taşınmasına yol açtığı, devlet içinde sermaye fraksiyonlarıyla birebir özdeşleştirilemeyecek gruplar arasında mücadelenin yoğunlaştığıdır.
Akçay’ın argümanına büyük oranda katılıyorum. Ancak son on yıldaki gelişmeleri okumak için “elit teorisi” ya da somut süreç ve mekanizmaları açıklamak üzere kullanılabilecek başka kuram arayışları konusunda temel bir itirazım bulunuyor. Benzer bir düşünce egzersizini itirazımı ifade ederek sergilemek isterim.
İğneyle kuyu kazmak
Öncelikle ele aldığımız dönemin birçok gelişmesi hakkında yeterli bilgi sahibi olmadığımızı vurgulamalıyım. Özellikle siyasal iktidarın 2007 sonrasında açıkça darbeci ve terörist ilan ettiği gruplardan bazılarıyla 2015 sonrasında giderek yakınlaşmasını, 2012’ye kadar pamuklara sarıp sarmaladığı Gülencileri ise tasfiyeye yönelmesi ve meşum darbe girişimi ile bunların tasfiyesinin hız kazanması sürecinin ayrıntıları konusundaki bilgilerimiz halen son derece yetersiz. Kısmen tasfiye devam ettiği için, yakın tarihin deneyimlerini ve tanıklıklarını birinci ağızlardan duyma şansına şimdilik sahip değiliz. Bir yandan da bu durum ve artan güvenlikleştirme ile süreğen olağanüstü hal rejimi, akademide devleti kendinden menkul baskı aracı olarak nitelemeye ve iktidarın kişiselleşmesi kuramlarına giderek daha fazla alan açıyor. Aynı zamanda somut süreç ve mekanizmaları göstermek konusunda da sosyal bilimcileri dezavantajlı konuma itiyor.
Başka bir ifadeyle, elitler arası mücadeleye ilişkin ayrıntılı verilere sahip değiliz. Türkiye’de geleneksel elit fidanlıkları olan fakültelerin tasfiyesi sürecinde, geleneksel elit devşirme mekanizmalarının yerini tarikatlar koalisyonunun elit yetiştirme çabasına bıraktığı bir dönemde, elit kuramı da somut işleyişi açıklamakta son derece yetersiz kalabilir. İzlenimlerin ötesine gidebilmek için öncelikle yine hakkında son derece sınırlı bilgimizin olduğu tarikatların işleyişini kavramak, servet birikimi ve bölüşüm organları olarak bu yapılanmaların toplumsal işlevlerini sorunsallaştırmak gerekiyor.
Ancak, elbette yerinde bir öngörü elit kuramından süzülebilir. Sağlıklı işleyen elit devşirme mekanizmalarının bulunmadığı ve farklı grupların tutunumunu sağlayan “dava”nın aşındığı koşullarda tepedekilerin iktidarının maddi zemini de aşınır. Savrulmalar sıklaşır, elitler arası mücadele sersemletici hale gelir. Son on yıl olmasa da 4-5 yılın iyi bir özeti buradan çıkar. Ancak yine de yetersiz kalır. Üstelik bu okuma bizleri sürekli olarak (uluslararası yazında da bu yaklaşımdan türeyen) demokratik konsolidasyon, elitler arası uzlaşı vb. reçetelere sevk eder.
Kısacası, bir kalemşor gibi davranmayacaksanız, alışageldik formüllerle Türkiye siyaseti ezberlerinizi pratik etmeyecekseniz, diğer bir deyişle bir bilim insanı olarak davranacaksanız yakın dönem Türkiye siyaseti üzerine bilgi üretmek için iğneyle kuyu kazmak durumundasınız (Akçay’ın kendi makalelerindeki uğraşı da, değinmiş olduğu üzere Pınar Bedirhanoğlu’nun devleti sınıfsal temelde inceleme ısrarı ve buna yönelik çağrısı da bu çabanın anlamlı örnekleridir). Elimizdeki kavramsal çerçeve baş döndürücü dönüşümleri açıklamakta yetersiz kaldığında, bu durum genel olarak eleştirel sosyal bilimciler ve özelde de siyaset bilimcilerin dilsiz ve çaresiz olduğu anlamına gelmeyebilir. Olağan dışı bir dönemde, yokuş yukarı yol alırken, üstelik boğazımız sıkılır, üzerimize yük bindirilirken araştırma sathını genişletmek ve derinleştirmek mümkün görünmeyebilir. Alet çantamızı genişletmeye kalkmalı, zorlandığımız yerde takviye almalıyız. Yine de kullanabileceğimiz muhtemel kavramların yükü ve sorunları düşündüğümüzden daha fazla olabilir. Türkiye bağlamındaki çalışmalar göz önünde bulundurulduğunda elit kuramının böyle bir yükü bulunduğunu düşünüyorum.
Sermaye fraksiyonları sorunu
Bu ufak itirazın devamında iğneyle kuyu kazanlara çuvaldız batırma niyetinde değilim. Ancak Türkiye’de devletin dönüşümünün Marksist devlet tartışmaları ve eleştirel devlet kuramı ışığında ele alındığı literatürde olağanüstü devlet biçimine ilişkin çok az değerlendirme bulunduğunun da altını çizmek isterim. Mevcut az sayıdaki değerlendirmeye hakim olan kronoloji aktarımı ve temel argüman çevresinde tasvirlere dalma tercihleri sermaye stratejilerinin, emeğin denetim altına alınması uğraşlarının çözümlemesinin sunulmasını erteliyor.
Bütün olumsuzluklara karşın, Türkiye’de bazı sermaye gruplarının devlet eliyle palazlandırılmasına ses çıkarmayan kendileri de devlet eliyle palazlanmış sermaye gruplarının bağlantılarını ve stratejilerinin dökümünü çıkarmaya çalışmak gerekiyor. Türkiye’de otoriter ve hatta son zamanlarda açıktan müstebit bir iktidara alkış tutan sermaye çevrelerinin kısa bir süre sonra demokrasi şampiyonu kesilmeye yüz bulmalarını engellemenin yolu buradan geçiyor. Sınıfsal konum ve siyasal söylem arasında birebir örtüşme ve temsiliyet aramak, çeşitli sermaye fraksiyonlarının hangi siyasal grupları temsilci bellediğini tespit etmek burada amaca hizmet etmek yerine köstek olabilir. Sermaye fraksiyonlarının arasındaki mücadeleleri göz önünde bulundurmaya çalışırken, Türkiye’nin yol aldığı emek-yoğun üretim patikasını, sermayenin disipline edilmiş örgütsüz emekçilerin fazla çalıştırılması ile rekabet etme tercihini daha fazla vurgulamak önem arz ediyor.
Soruyu hangi siyasal grubun hangi fraksiyonu temsil ettiği şeklinde değil, sermayenin tercihleri ve Türkiye’deki üretim yapılanmasının kısıtlarının 1980’lerin mirası otoriter devlet biçimini nasıl sürekli kıldığı şeklinde formüle etmek kanımca daha verimli bir alana bizi sevk ediyor.
Rejim değişikliği devlet biçiminin değişmesine uzanır mı?
Formülasyonuna dair fikir yürüttüğüm sorunun cevabının izlerini yine Türkiye’de sınırlı mecralarda devam eden devlet tartışmasında bulabiliriz. Şematik olmayı göze alarak kısa bir izlek önermek istiyorum. Devlet aygıtı içindeki kurumlar arası hiyerarşi ve erkler arasındaki ilişkiler üzerinden tariflenebilecek rejim biçimi, Türkiye’de 2007 anayasa değişikliğiyle değişmeye başladı. 2010 ve 2017 referandumlarıyla bu değişim tamamlandı. Ancak devletin sermaye birikimine müdahalesi ve devletin vatandaşla olan ilişkisi üzerinden tarif edilebilecek devlet biçimi ise 1980 sonrasında büyük oranda korundu (AKP 2002-07 dönemi bir istisna değil, çeşitlemedir).
Bireyci ve kolektiflik karşıtı (neoliberal) ve başta örgütlenme ve ifade özgürlüğü olmak üzere temel hak ve özgürlükleri sınırlayıcı, esasen işçi sınıfı karşıtı (otoriter) devlet biçimi yakın dönemde çeşitli değişim emareleri sergiliyor. Finansal koşulların sıkılaşması karşısında, krizlerin mütemmim cüz olduğu Türkiye’de sermaye birikimi için farklı bir devlet müdahalesi tartışması özellikle 2013 sonrasında temposu artarak devam ediyor. Ancak varlık fonu gibi adımların işler hale gelmemesi ve Türkiye ekonomisinin finansman gerekliliklerine dair alternatif mekanizmalar çıkartılamaması nedeniyle devletin sermaye birikimine müdahalesi açısından niteliksel bir değişim tarifi henüz mümkün değil.
Cumhuriyet’in eşit özneleri olmaktan çıkartılıp hayatı bağışlanmış kapıkulları olmaya zorlandığımız diğer ayakta ise, otoriter nitelemesinin ötesinde bir sıfatın gerekli görülebileceği bir dönüşümden geçiyoruz. Söz konusu istibdat yönelimi sermaye birikimine dair bir alternatif tasavvurla birleşerek devlet biçiminin değişimini ifade edebilir. Bu konum aynı zamanda emeği disipline etmek için otoriter bir rejime bel bağlamış ve dolayısıyla mevcut iktidara desteğini esirgememiş sermaye gruplarının bir kısmının tasfiyesi ile de taçlanabilir.
Devlet içi mücadele olarak tezahür edecek olsa da bu tasfiye ve yeniden gruplaşmanın nasıl bir birikim ve bölüşüm mantığı ile kurulmaya çalışıldığını ve umuyorum ki bu istibdat düzeninin nasıl dağıtıldığını açıklamak yine iğneyle kuyu kazanlara düşecektir. Çabanın Türkiye’de hakim pozisyonda bulunan devlet seçkinleri vs. sivil toplum seçkinleri okumasını yerinden etmesi için olağanüstü devlet biçimlerinin eleştirel incelemelerini Türkiyeli bir gözle zenginleştirmemiz gerekiyor.