Tarık Akan: “Yılmaz Güney beni İmralı Yarı Açık Cezaevi’ne çağırıyor,ne yapayım?” “Hemen git, mutlaka bir proje vardır, beni hemen ara, elimizdeki projeyi bırakabiliriz,”demiştim: Birkaç gün sonra aradı. Telefonlarım dinlendiği için bir-iki kelime söyledi:”Bayram iznine çıkan on iki mahkûm, bir hafta sonra geri dönerler “dedi.(Anne Kafamda Bir Var)
(Tarık Akan'ın 2002 yılında Can Yayınları'ndan çıkan 'Anne Kafamda Bit Var' kitabından alıntıdır)
'Yol' filmi, benim kanımca dünyada en zor koşullar altında çekilmiş, üstelik tüm zorlukların ve özverilerin sonucu ortaya çok güzel bir yapımın çıktığı sayılı filmden biridir. 'Sürü'de de zorlandığımızı anımsıyorum, ama 'Yol'da bir de 'cunta'yla uğraşmıştık. 12 Eylül 1980 darbesinden dört ay sonra Türkiye'de her şey karmakarışıkken, tutuklamalar, işkenceler sürüp giderken, biz büyük bir filme başladık. 30 Kasım 1980'de, Denizli'deki yedek subaylığım bitmeden Erden Kıral'dan telefon gelmişti: "Yılmaz Güney beni İmralı Yarı Açık Cezaevi'ne çağırıyor, ne yapayım?" "Hemen git, mutlaka bir proje vardır, beni hemen ara, elimizdeki projeyi bırakabiliriz," demiştim-: Birkaç gün sonra aradı. Telefonlarım dinlendiği için bir-iki kelime söyledi: "Bayram iznine çıkan on iki mahkûm, bir hafta sonra geri dönerler," dedi. Bu kadarı bile heyecanlanmama yetmişti: "Erden, bu müthiş bir konu, elimizdekini bı 131 rakıyoruz, bunu alıyoruz!" Askerliğim biter bitmez Yılmaz Ağabey'in Moda'daki evinde görüştük. Çok sevdiğimiz Prof. Dr. K. dostumuz, zaman zaman raporlar yazıyordu ve Yılmaz Ağabey kısa da olsa hapishaneden çıkabiliyordu.
Öncelikle sansür kurulu için bir senaryo yazılacaktı. Bu tip senaryoları Nadya adında bir kız yazardı; daha sonra filmi çekilen hikâyenin bu senaryoyla hiçbir ilgisi olmuyordu. Sansürden geçmeyen senaryo çekilemediği için böyle bir yol izlemek kaçınılmazdı. Senaryoyu Ankara'ya, sansüre ben götürdüm. Yolda okudum, bir aşk hikayesiydi sansüre giden; on iki mahkûmun aşk hikâyesi. Ankara'da bir hafta kaldım. O hafta boyunca sansüre sokamadım, İstanbul'a döndüm. Fatoş Güneyle birlikte Yılmaz Ağabey'e, İmralı Yarı Açık Cezaevi'ne gittik. Deniz fırtınalıydı, gemi müthiş sallanmıştı. Saatler sonra İmralı Adası göründü, ama çevresi askeri hücumbotlarla sarılıydı. Ne olduğunu anlayamıyorduk. İzinden dönen mahkûmları almaya gelen motor kaptanı, "Yılmaz Güney'i sevk ediyorlar, neresi oldu ğunu bilmiyoruz, bugün ziyaret yasak," dedi ve dediği gibi izinden dönen mahkûmları ahp gitti. Gemiyle Mudanya'ya geldik çaresiz; orada sorduk soruşturduk, öğrendik ki Yılmaz Güney'i bir saat önce Bursa Cezaevi'ne götürmüşler. Hemen Bursa'ya hareket ettik. Varınca Eatoş'u bir otele yerleştirip öbür işleri ayarlamak için İstanbul'a döndüm. Ertesi gün Fatoş'un, Yılmaz Ağabey'i Isparta Cezaevi'ne kadar takip edebildiğini, yolda bir-iki 132 kez görüşebildiğini öğrendim. Fatoş İstanbul'a döndüğünde ben Ankara' daydım.
Sansür Kurulu o sabah toplanacaktı. Kurul altı-yedi kişilikti; her bakanlıktan birer kişi vardı. Senaryolar okunmuştu, o gün karar verilecekti. Milli Güvenlik Kurulu ve İçişleri Bakanlıklarının temsilcilerine en zorlu üyeler gözüyle bakılıyordu. Onlar olur verirse iş bitiyordu. Sabah poğaçalar, börekler alıp gittim. Sansür Kurulu'nun odasında bir yandan börekleri yiyor, bir yandan konuşuyorduk. Üyeler birer ikişer gelmeye başlamıştı. İçişleri ve Milli Güvenlikçiler de geldiğinde ben bir konuşma yapmak üzere sözü aldım: "Beyler, okumuş olduğunuz senaryo, hepinizin bildiği gibi, Yılmaz Güney'e aittir. Bugüne kadar yazılmış senaryoların en güzeli olduğunu fark etmişsinizdir. Türkiye aleyhine yapılmış propagandaların sonucu olarak, bizi dünyaya rezil eden, hapishanelerimizin olmayan yüzünü çarpı tarak gösteren 'Geceyarısı Ekspresi' filmine karşı düşünülmüş bir senaryodur. Yılmaz Güney yıllardır hapishanelerde yatmıştır ve hapishanelerimizin asla 'Geceyarısı Ekspresi' filmindeki gibi olmadığını dünyaya söylemek istemektedir. Bakın, Türkiye'deki mahkûmlar, istedikleri zaman izin bile alabiliyorlar, mahkûmlar hapishanede insan haklarına aykırı bir yaşam sürmemektedirler, demek istemektedir…" Kendimi kaybetmiş, palavra ardına palavra sıkmaya başlamıştım. Milli Güvenlik görevlisi, öbür üyelere döndü, "Peki ama, bizde hapishanelerde izin diye bir 133 uygulama var mı, yasal mı bu?" diye sordu. Ben sustum, çünkü bilmiyordum. Var mı yok mu; bir tartışmadır başladı. Bir süre sonra üyelerden biri yasayı bulup getirdi. Hapishaneden izin alma koşullarını okumaya başladı. Bir üye sordu: "İyi ama, bu yasanın maddesi bu senaryoda belirtilmemiş. Kim anlayacak mahkûmların bu yasaya dayanarak izne çıktıklarını?" Hemen atladım: "Aman efendim, bu hiç sorun değil. Hemen Yılmaz Güneyle konuşup bu yasa maddesini bir şekilde senaryoya sokturacağım. Filmde görmezseniz filmi reddedersiniz; ama ben size söz veriyorum…" "Peki Tarık Bey, dışarıda bekler misiniz?" Dışarı çıktım, kapı kapandı, beklemeye başladım. Uzun bir süre sonra kapılar açıldı. Hemen içeriye daldım. "Hayırlı olsun, oybirliğiyle çıktı," dediler. Müthiş sevinmiştim. Ne olur ne olmaz diye kararı hemen almak istiyordum. Bekledim. Biraz sonra karar da elimdeydi artık.
Senaryonun adı : Bayram
Ait olduğu kurum : Güney Film
Senaryo yazarı : Yılmaz Güney
Dosya no : 91134-618
Çekileceği yerler : İstanbul, Bursa, İzmir, Konya, Eskişehir, Mersin, Adana, Bingöl, Gaziantep, Urfa, Diyarbakır, Ankara.
Çekileceği tarih : 1980-1981
Karar tarihi -.17.12.1980 134
Yılmaz Ağabey, Isparta Yarı Açık Cezaevi'ndeydi. Gider gitmez ayrıntıları ayarlamıştı; gece yarısına doğru hapishane müdürünün telefonundan görüşebildik. Telefonu açtım, karşı taraftan birine, "Ben Tarık Akan, Yılmaz Güneyle görüşmek istiyorum. Yarım saat sonra yeniden arayacağım," deyip hemen kapattım. Yarım saat sonra yeniden aradığımda Yılmaz Ağabey telefonun öbür uçundaydı. "Sansürden çıktı Yılmaz Ağabey, gözümüz aydın, geçmiş olsun…" Yılmaz Ağabey havalara uçmuştu, çok sevinmişti. "Hepimize hayırlı olsun Tarıkcığım, yarın ya da öbür gün Isparta'ya gel…" Sonra telefonu kapattık. O gece Ankara'daki arkadaşlarımla bir evde sabaha kadar kafa çektim. Çok neşeliydim. Ertesi gece Ankara'dan çıkıp, sabahın ilk saatlerinde Isparta'ya vardım. Isparta Yarı Açık Cezaevi'ne ilk gelişimdi. Çevresi uyduruk dikenli tellerle çevrili, büyükçe, sarı bir binaydı. Daha kapıya gelir gelmez anladım ki bütün gardiyanlar beni bekliyordu. Yılmaz Ağabey'den duymuş olmalıydılar.
Büyük bir sevgi gösterisiyle karşılandım. Beni hapishanenin mutfak tarafından içeri soktular; kocaman bir mutfaktı, uzun uzun, gri renkte masalar ve sandalye yerine de banklar vardı. Ocaklar kapkaraydı ve kazanlar gördüğüm en 135 büyük kazanlardı. İçeride kimse yoktu. Bir merdivenden yukarıya çıktık. Demir parmaklıklı kapıdan geçip koridora geldik. Mahkûmlar koridoru doldurmuştu; hepsi, "Hoş geldin Tarık Abi," deyip elimi sıkıyordu. Odaların demir kapıları koridor boyunca iki yanda uzayıp gidiyordu, kapıların ardında dörder-beşer kişilik ranzalar görülüyordu. Bir süre ilerledikten sonra Yılmaz Ağabey'in odasına geldik. Yatağa oturmuştu. Önüne bir portakal sandığı çekmiş, üstüne kâğıtları yaymış, elinde kalemler, çalışıyordu. Beni görünce yerinden fırladı. Sarıldık; beni kollarıyla sımsıkı sardığını hatırlıyorum. Keyfi yerinde olduğu zaman böyle yapardı; uzun uzun, sıkı sıkı sarılırdı. Beni hemen çalışma masası gibi kullandığı portakal sandığının yanına oturttu, senaryoyu anlatmaya başladı: "On iki mahkûm: Battal, Mercan, Süleyman, Seyit, Abbas, Mevlüt, Yusuf, Ömer, Mehmet, İsmail, Hamza, Mirza… Hepsinin hikâyeleri hazır, ama daha etlenmedi, sahneler ve diyaloglar yok." Hayranlık ve heyecanla dinliyordum. Hepsinin hikâyesi bir başka güzeldi. Yılmaz Ağabey anlattıkça coştu, coştukça anlattı… Anlatırken ayağa kalkıyor, karakterleri oynamaya başlıyor, böyle yaptıkça da yerinde duramıyordu. Bir an çocuk oluyordu, sonra birdenbire kocaman bir adam gibi dikiliyordu.
Şivesi, mimikleri, jestleriyle sahnedeki karakterleri karşılıklı oynuyordu. Sinirle bağırıyor, dişlerini sıkarak konuşuyor, sonra bir başkasını oynarken en yumuşak, sevecen halini takmıyor, kahkahayla gülüyordu. Tiyatro seyreder gibi yerimden onu izliyordum. O da bir yan- 136 dan benim tepkimi ölçüyordu. Öylesine akıllıydı k i, gözlerimin içine bakarak oyunu sürdürüyor, hoşuna gitmeyen bir tepki verdiğimde oynadığı karakteri tekrarlıyor, değişiklikler yapıyor, sonra yine devam ediyordu. Hiç kimsede olmayan o çekim gücüyle istediği an karşısındaki insanı girdabına katıp sürükleyebileceğini düşünmüştüm. Gözlerimi ondan ayıramıyordum. Karşılaşmamızın ve film tasarısının ilk heyecanını atlattıktan sonra çay içip konuştuk. Hangi rolü oynamak istediğimi sordu. "Hepsini birden oynamak istiyorum," deyince kahkahayı patlattı. "Bana sorsalar ben de bu yanıtı verirdim aslında, hepsini çok sevdim, hepsi de çok gerçek, değil mi?" dedi. Abbas'ı oynamamı istiyordu. Çok güzel bir roldü, ama sonraki günlerde Abbas'ı ve Abbas'm olaylarını geliştiremeyeceğini fark etti.
Bir hafta sonra Seyit Ali rolüne geçtim. Daha sonraları onu hapishanede ziyarete gittiğimde bana hep Seyit Ali'yi oynamaya çalıştı. Çalıştı diyorum, çünkü yazdığı karakterle oynadığı kişi farklıydı. Ben karakteri sert görünüşünün içinde yumuşak, sevecen, duygusal biri olarak yorumluyordum, Yılmaz Ağabey ise aksine acımasız, uzlaşmasız, aksi biri olarak. "Doğa adamı böyle olur, bunu mutlaka böyle oyna," diye öğütlüyordu. Bir aralık gözümü kaçırmış olacağım, hemen 137 yakaladı: "Ne oldu, beğenmedin mi?" diye sordu. "Kötü mü oynuyorum dersin?" İlk günler kem küm ediyordum, ama gene karakterle ilgili böyle bir uyuşmazlığımız sırasında, "Evet Yılmaz Ağabey, kötü oynuyorsun!" demeye cesaret edebildim. Birden durdu; ciddileşti: "Haklısın Tarık," dedi. "Bu hevese bir son vermek gerek. Benim işim kameranın arkasında. Oyunculuk artık bir kenarda beklemeli; senaryo ve yönetmenlik benim işim…" O günden sonra bir daha karşımda hiç oyunculuk yapmadı, ama karakterlerin yapısı hakkında günlerce konuşmaya devam ettik. Bütün görüşmelerin, tartışmaların, karşılıklı değerlendirmelerin ardından Yılmaz Ağabey, 'Yol' (Bayram) filminin senaryosunu tam sekiz kez yazdı. Sekizinci senaryoyu hapishaneden ben alıp getirdim. Senaryonun arkasına şöyle yazmıştı: "Artık çok yoruldum. Bazı yerleri daktiloya çekemedim. Siz halledin. Başarılar." Bir gün, "Nasıl hallediyorsun? Sekiz ayrı senaryo, sekiz farklı hikâye; işin içinden nasıl çıkacaksın?" diye sormuştum. "Diyelim, yedi senaryonun kesişen sahnelerinden birini alıyorum: Abbas dağa çıkıyor. Yedi senaryoda da Abbas dağa çıkıyor. Ama her biri farklı. Bunların hepsini ayrı ayrı yere seriyorum, bir sandalyenin üstüne çıkıyorum, hepsine tepeden bakıyorum. Yukarıdan bakınca her şeyi daha net görüyorum.
Hangi hikâye daha güzelse onu 138 seçiyorum. İşte böylece sekizinci senaryoyu oluşturuyorum." 'Yol'un senaryosunun bitiş tarihi 23 Ocak 1980'di. Arkasından 'Dağ' adlı bir senaryoya başlamayı tasarlıyordu. 'Dağ' hakkında da uzun uzun konuşmuştuk. Onda da oynamamı kararlaştırmıştık. 'Yol'daki rolüm Bingöl'deydi. Onu tamamlayınca Muş'a geçecek, 'Dağ' filmine başlayacaktık. 'Dağ'ın yönetmenliğini Zeki Ökten yapacaktı. Öncelikle sansürden geçirmek gerekiyordu. Aldım senaryoyu, gene ben götürdüm Sansür Kurulu'na. Reddedildi. Daha sonra Danıştay'a başvurduk, orada da reddedildi. Gerekçe ikisinde de aynıydı: 'Dağı aşmak, emperyalizme karşı bir savaştır; burada 'dağ' bir simge olarak kullanılmakta, bilinmeyen güçlere karşı savaşmak anlamına gelmektedir' gibisinden ik i sayfa dolusu yazmışlardı. Büyük bir keyif ve mutlulukla planlanan, ama hayata geçirilememiş bu hikâye, dağın ardında kurulu bir köyde başlıyordu. Yolları kardan kapandığı için kuruldu kurulalı bu köyden kışın kimse kasabaya inmemişti. Oynayacağım adamın oğlu ölüm döşeğindeydi. Dört arkadaş, yüzyıllardır kimsenin yapamadığını yapmayı göze alıp hasta oğlanı hastaneye yetiştirmek üzere, hem dağı, hem de köyün kaderini aşmaya karar veriyorlardı. Yolda önce hasta çocuk ölecekti. Ama baba, ötekilerden bunu saklayacaktı. Günler sonra 139 www.cizgiliforum.com iki ölü daha verilecekti. Her şeye karşın kasabaya inildiğinde baba, sadece, "Başardık," diyecekti… Bu film, 'Yol' kadar büyük bir projeydi ama onun kadar şanslı değildi. 'Yol' filmine başlayalı üç ya da dört hafta oluyordu. Yönetmen Erden Kıral'la Cunda Adası'nda çalışıyorduk. Hapishaneden izne çıkan mahkûmların sahneleri çekiliyordu. Motorlar, sandallar, iki otobüs dolusu figüran…
Çekimler oldukça yavaş gidiyordu, öyle ki daha işin basındaydık ama program altüst olmuştu bile. Önümüzdeki uzun rota bizi bekliyordu. Sırasıyla Bursa, Eskişehir, Konya, Adana, Mersin, Gaziantep, Urfa, Diyarbakır, Bingöl'de önemli çekimler yapılacaktı. Bu sırayla Türkiye'yi dolaşacaktık ama biz hâlâ Ayvalık'taydık. Elimizi çabuk tutmazsak kar kalkabilirdi; bu da çok büyük bir sorun olurdu. Bir gece geç saatte odamın balkonunda oturuyorken, hemen aşağıda bir taksi durdu. İçinden Fatoş Güney çıkıp koşarak, telaş içinde otele girdi. Bir terslik olduğunu anlamıştım. Kapıda yakaladım: "Ne oldu Fatoş, hayırdır? Sıkıyönetim'den bir terslik mi çıkardılar?" "Tarık, hemen yönetmen, prodüksiyon amiri, bütün sorumlu arkadaşları topla, Yılmaz'dan talimat geldi!" Acele toplandık. Merakla Fatoş'a bakıyorduk. "Arkadaşlar, Yılmaz Güney'in talimatıdır: 'Bavul topla! İstanbul'a dön! Hemen şimdi! Film dur- 140 duruldu!'" Donup kalmıştık. "Fatoş, bize söylemek istemediğin bir şey mi var? Sıkıyönetim'in işi mi bu? Lütfen; bilmek istiyoruz." "Hayır, böyle bir şey yok. Tamamen Yılmaz'ın kararı. Erden Kıral arkadaşımız yönetmenlikten alınmıştır, başka da herhangi bir olay yok." Figüranları uyandırdık: "Bavul topla." Herkes bavulları topladı. Sokağa çıkma yasağı kalkar kalkmaz otobüslerle İstanbul'a dönülecekti. Hiçbirimiz olup bitenlere inanamıyorduk. Yılmaz Ağabey nasıl olurdu da filmi durdururdu? Kimseye bir şey söyleyemiyorduk. Yeşilçam zaten kaynıyordu, her kafadan bir ses çıkıyordu. Kimi, Erden Kıral yönetmenlikten nasıl alınır, diyor, kimi de film durdurulduğu için seviniyordu. Ortalık karmakarışıktı. Yılmaz Ağabey bir hafta sonra Moda'daki evine geldi. Sabah saat yedide ziyaretine gittim. Yılmaz Ağabey, elinde tuttuğu büyük bir konyak kadehiyle kapıyı açtı. Sabah sabah konyak iç mesine şaşırmıştım. Kedi, karnında kocaman bir yara bandıyla yerde baygın yatıyordu, Yılmaz Ağabey de ona bakıyordu… Ben de baktım… Uzun bir aradan sonra, "Tarık, bak şu kediye, bak, annem gibi," dedi. Donup kalmıştım. Ne demek istediğini günler sonra anlayacaktım. Neden sonra oturduk, konuşmaya başladık. Gerçekten Yılmaz Ağabey durdurmuştu filmi. 141 Gelişmelerden hoşnut kalmamıştı. Filmin güzel olmayacağını, aklındaki gibi olmayacağını anlamıştı. Yeni bir yönetmen bulmak gerekiyordu. Bütün yönetmenleri konuştuk. Kim kalkabilirdi böyle bir senaryonun altından? "O. Bu. Şu." "Yok, yok, yok." "Yılmaz Ağabey, bir tek yönetmen var bunun altından kalkacak, o da Şerif Gören," dedim. "Ama o da hapiste. Yapacak bir şey yok. Böyle gü zel bir senaryoyu harcamayalım, bekleyelim diye düşünüyorum. Bir yandan da, bu karmaşada filmi bitirmemiz gerek, diyorum. Çünkü Sıkıyönetim yerleştiğinde çekimler de tehlikeye girecektir…" Gece yarısına doğru karar almıştık: Filmi bırakıyorduk. Belki bir yıl, belki daha fazla bir süre için. Bu durumda o zamanın parasıyla beş milyon Ura çöpe gidiyordu. Yılmaz Ağabey ertesi gün sabah erkenden Zeki Ökten'le birlikte Muş'a hareket edecekti. Hapishaneden, 'annem hasta' diye izin almıştı. Annesi Muş'ta olduğu için Muş Savcılığı'na izin belgesini imzalatması gerekiyordu. Sokağa çıkma yasağı başlamadan Yılmaz Ağabey'in evinden ayrıldım. Taksim'den geçerken ertesi günün Milliyet gazetesini aldım. Filmle ilgili her şeyin suya düştüğü gerçeğini içime sindirmeye çalışıyordum. Gece evde gazeteyi okumaya başladım. En altlarda küçücük bir haber nasıl olduysa gözüme çarptı: 142 'Film yönetmeni Şerif Gören Sıkıyönetim'ce serbest bırakıldı.' Sevinçten havalara uçmuştum. Hemen Yılmaz Ağabey'i aradım: "Aman Yılmaz Ağabey, sakın yarın yola çıkma, çok önemli bir haberim var, saat altı buçukta sendeyim," dedim. Saati kaçırırım korkusuyla sabaha kadar uyumadım. Sokağa çıkma yasağının bitmesini bekliyordum. Altı buçukta kapının önündeydim, elimde gazete… Yılmaz Ağabey'e büyük haberi verdim. Muş yolculuğu bir gün ertelendi. Şerif Gören acele bulunacak, Yılmaz Güney'in evine getirilecekti. Bütün gün Şerif arandı. Şerif yok. Hiçbir yerde yok. Yılmaz Güney'in arkadaşları, Yeşilçam'daki arkadaşlar, İstanbul'u karış karış aradılar, ama Şerif Gören'i kimse bulamadı. Hiçbir yerde yoktu. Buhar olup uçmuştu. Nerede olduğunu kimse bilmiyordu. Her yere haberler salındı, herkes bir yerlerde Şerif Gören için beklemeye başladı. Sonunda, o gece saat on birde, Şerif evinden içeri girerken, Yılmaz'm adamları kapıda koltuğunun altına senaryoyu sıkıştırmışlar, "Bunu oku, yarın sabah erkenden şu adrese gel, Yılmaz Güney seni orada bekliyor," demişler. Ertesi gün gene sabah erkenden Yılmaz Ağabey'in evine gittim. Şerif saat dokuz gibi geldi. Kafası sıfır numara tıraşlıydı. Hapisten bir gece önce geç saatte çıkmıştı. Sarılma öpüşme faslından sonra, Şerif, "On iki mahkûmun hepsini çekemem, altı 143 mahkûm olabilir; zamanımız yok, karlar erimeye başlar," dedi. Yılmaz Ağabey: "Şerifçiğim, senaryo sana ait. İstediğin sayfayı çıkart. Nasıl istersen öyle olsun. Ama filme bir an önce başla. Muş'a gitmeyi bir gün daha ertelersem yarı açık cezaevi hakkımı kaybederim. Sıkı yönetimle başınız belaya girmeden bitirin filmi…" Böylece hızla filme başladık. Her şeyi yeni baştan çekiyorduk. Hapishane sahneleri İstanbul'da tamamlandı. Anadolu turu için yolculuk başladı. İlk durağımız Bursa'ydı. Bursa Sıkıyönetim Komutanlığı film için izin vermişti ama çekim sırasında engel oldular, izne karşın filmi çekemeyeceğimizi söylediler. Tüm kapıları çaldık, ne yaptıysak olmadı. Israr edersek başımızın derde gireceğini söylüyorlardı. Hemen Bursa il sınırlarını terk etmemiz emredildi. Üç minibüsle sınırı terk ettik. Minibüslerden birinin camlarına kamuflaj yapıp, çekilecek sahnelerde görevli olan oyuncular ve kamerayla yeniden Bursa'ya girdik. Aracı uygun bir yere park ettik. Kamerayı minibüsün içinde bırakıyor, kapalı perdenin aralığından çekim yapıyorduk. Dört-beş saatte gerekli sahneleri çekip işimizi bitirip Bursa'dan kaçtık. Gece bir yerlerde konaklıyor, gündüz yollarda çekim yapıyorduk. Minibüsün içini, yol geçişlerini falan çekiyorduk. Konya'ya doğru yol alıyorduk. Akşama oraya 144 vardık. Elimizde Konya Sıkıyönetim Komutanlığı'ndan film çekme izni vardı, ama onlar da çekime izin vermediler. Benim otobüs garı ve trene binme sahnelerim çekilecekti. Bu kez kapı kapı dolaşıp, "Bakın bizim iznimiz var," gibi boş laflar etmekten vazgeçmiş, kimseye bir şey söylememeye karar vermiştik. Trene binme sahnem gene gizli çekildi. Sonra sokağa çıkma yasağı başlayana kadar minibüsle Konya dışında dolaştık. Yasak başlama zamanına doğru iki minibüsle gara geldik; birinde ışıklar vardı, öbüründe kamera, teknik ekip ve ben. Gardan içeri girdikten bir süre sonra sokağa çıkma yasağı başladı. Çevrede yalnızca inzibatlar görünüyordu. Gecenin çok geç bir saatinde çekime başladık. Garın içinde ne varsa çektik, askerleri bile oynattık. Sabaha kadar bütün işimiz bitirmiştik. Yasak kalkar kalkmaz Konya'dan da kaçtık.
* * * Çekilen negatifler kuryeyle İstanbul'a gönderiliyor, İstanbul'da biriktiriliyor, parti parti Türkiye sınırları dışına çıkarılıyor, İsviçre'ye ulaştırılıyordu. Tehlikeli bir iş yapıyorduk. Yakalandığımız an hepimiz hapse girebilirdik. Tüm ekip bunun farkındaydık ve hepimiz buna razıydık. En azından, çekilmiş negatiflere el koyamayacaklarını biliyorduk. Konya'dan sonra Adana'ya gitmemiz gerekiyordu, ama karlar erimek üzere olduğundan hızla Diyarbakır'a, oradan Bingöl'e giderek tersten bir Anne Kafamda Bit Var 145/10 yay çizmeye karar verdik. Urfa, Gaziantep, Adana, İstanbul; filmin en önemli sahneleri bu şehirlerde geçiyordu. Senaryonun tamamını gizü kamerayla çekmemiz olanaksızdı. Askeri giysiler, gerçek silahlar, askeri araçlar bulmak, rütbeli rütbesiz birkaç subayı filmde oynatmak gerekiyordu. Nasıl yapacaktık, bilmiyorduk. Sıkıyönetim'i atlatmanın başka yollarını bulmak gerekiyordu. Yeni bir yöntem denemeliydik. Ekibin tamamı, Diyarbakır'a gelip otele yerleşmişti. Ertesi gün, sabah erkenden, elimde Divan Pastanesi'nden alınmış bir kutu çikolatayla sansür senaryosunu Diyarbakır Sıkıyönetim Komutanlığı'na götürdüm. Komutanla görüşmeyi bekliyordum. Rahat görünmeye çalışıyordum ama heyecandan ölecektim. Kısa bir süre sonra, omzu kalabalık bir subayın karşısında yerimi aldım. Komutan benimle sıcak konuşuyordu. Sansür Kurulu'na attığını palavraları ona da söyledim. Komutan senaryoyu karıştırdı. Bir ara ağzından, "Olabilir, ama senaryoyu incelememiz gerek," gibisinden bir söz çıktı. Hemen cesaretlendim: "Komutanım, Diyarbakır'da film çekmek çok zor. Şehir çok karışık. Güvenliğimizin sağlanması gerek. İk i cemse asker sabahtan akşama kadar bizi beklemeli." Komutanın yanıtı umut vericiydi: "Senaryoyu okuyalım, yarın gerekeni yaparız." Ertesi gün izin çıkmıştı. Silahları, her şeyleri 146 tam takım, ik i cemse dolusu asker vermişlerdi yanımıza. Ama askerleri filme almak yasaktı. Biz de bunun için söz vermiştik. Hemen çekime başladık. Cemseleri, askerleri şehrin ortasına yaydık. Kameranın önünde ben duruyordum ama kamera hep askerleri çekiyordu. Onların halkla konuşmalarını; itişmeleri, kakışmaları, her şeyi çekmiş tik. Olup biteni anlamadılar. Daha sonraki günlerde işi iyice abartıp askere diyaloglar vermeye, otobüsleri durdurtup arama tarama yaptırmaya başlamıştık. Urfa'da bir manga askere, köy baskını ve sonrasında olanları oynattık, harika sahneler oldu. Bunlar için askere teşekkür etmek gerek. Gerçek askerler oynamasaydı, bu kadar güzel bir iş çıkacağını sanmıyorum. Çekilen negatifler aynı gün İstanbul'a gönderildi.