ÇELİK ÖZDEMİR yazdı: “Bu ayrışma artık derin bir yarılmaya doğru giderken, faşizm tüm kurumlarıyla hepimize saldırmaya devam ediyor. Ülkenin tüm geleceğine, kanunlarına, seçim takvimine, eğitim sistemine tek bir kalem hamlesiyle müdahale edilirken bizler birbirimizle itişmeye, küfürleşmeye, birbirimizi dövmeye, yaralamaya devam ediyoruz.”
ÇELİK ÖZDEMİR
Ötekileştirilenlere karşı uzaklaştırılıyor olmamız; önü alınamaz yabancılık hissi, yurtsuzluk, yersizlik ve yalnızlık durumlarımızı bize çoktan unutturdu. Günümüz gecemiz farkında olmadan ötekileştirilen kesimlerle empati kurmaya çalışmakla geçmeye başladı. Tam bir sistem politikası için eşi benzeri bulunamaz bir madde haline getirildik. Oysa biz -yani her bir birey olan biz- aslında yokuz. Kendi irademize sahip çıkarak yaşamaya çalışırken, başımıza gelen bu görevler bizi birden bire karşımıza getirilene düşman kıldı.
Bir süredir “mahalle” ve bir arada yaşama kültürü konularına fazlaca takmış durumdayım. Yüzde 50’yi ve evde zorla tutulan yüzde 50’yi anlamaya çalışmaktan kaynaklanıyor bu merakım. Bu rakamların şaşırtıcı derecede ayrıştırıcı sonuçlar içerdiğini, “Ben değilsem o” yaftalamasıyla bireylerin, toplulukların ve nihayet halkların bu yolla birbirine önce yabancılaştırıldıklarını sonra da düşmanlaştırıldıklarını korkarak izlemeye başladım. Önceleri endişeliydim. İnsanın kendine ve değerlerine yabancılaşıp adeta kendinden “sürgün” edilmesiyle başlayan bu süreç, topluluklara ve gruplara vardığında bu bireysel sürgünlükler bir “göçmenlik ve hatta “mültecilik” tanımlarına benzer bir hal almaya başladı.
Yani bizzat egemen iktidar güçleri tarafından önümüze konan ve günlük siyasi seçimlerden, genel politik duruşumuza kadar öteki-beriki olmaya zorlanır olduk özellikle Gezi ile birlikte. Hangi partiye oy verdiğinden, dahil olduğu sosyo-ekonomik alt gruplardan bağımsız bir bicimde bu yola sürüklendik. Meselenin politik bir ayrışma içeren tarihsel nedenlerinden bağımsız olarak, bu ayrışmadan beslenen, beslendiği için de bunu körükleyen siyasi iktidarlar tarafından yönetiliyoruz uzun bir süredir.
Mahalle içinde mahallecikler, sokak içinde bloklar, apartman içinde ayrıştırmalar, semtler arasında çatışmalar aldı başını gidiyor şimdilerde. Uzun süredir Tarlabaşı’nda yaşadığım için mahalle içinde bu değişimi yakından izleme şansına sahibim. İçinde bulunduğum politik gruplarda da bu ayrışma derinlemesine yaşanmaya başladığına göre, belki de ülkenin fiziksel olarak bölünmesine gerek kalmadan sosyolojik bölünmenin sonuçları kavurucu ve yıkıcı olacak gibi geliyor.
Hatun Tuğluk’un cenazesine yapılan çirkin saldırının ardından sosyal medyadaki yorumları okudukça ürperdiğim anlar oldu. Tıpkı Tarlabaşı’nda yaşayan Kürtlerin -ki 90’lı yıllarda köyleri yakıldığı için önce şehirlere göç edip, orada da istediğini bulamayınca İstanbul’a göçmüş ve kendine Tarlabaşı’nda bir hayat kurmuş Kürtlerden bahsediyorum- buraya yeni yeni sığınmaya başlayan mültecilere karşı geliştirdikleri “Bunlar geldi, buraların tadı kaçtı” söyleminin çarpıcılığını görmezden gelemezdim bu nedenle.
Ekonomik olarak varlığını sürdürmek için insanlar kente tutunurken burada kendilerine göre bir sistem kurmuşlardı son 25-30 yıldır. Burada esnaflık, pazarcılık, gündelik işler, garsonluk vs yaparken birden bire bu Suriyeli “görece ucuz işgücü” ortaya çıkmıştı. Şimdiye kadar onlarla çalışmayı tercih etmiş sermaye artık daha ucuza bu işleri yaptıracak bir kitleyi bulmuştu. Aynı işi daha ucuza yaptırma şansı vardı. Birbiriyle dayanışma içindeki göçmen Suriyeliler ya da diğer politik mülteci gruplar -örgütlü olmamasına rağmen- ekonomik bir tehlike oluşturabilirdi. Yani, global senaryolarla şekillendirilmiş bir iç savaş, ardından bölgeye yayılan savaşlar sonucu ortaya çıkan bu insan göçü, yerel ekonomik koşulların da dayatmasıyla burası için de bir “tehdit” oluşturuyordu.
Bir suredir mülteciler arasındaki birbirine karşı gelişen fobilere tanıklık eden biri olarak bunun zaman zaman dini, mezhepsel ya da tarihsel gerekçelerle olduğunu düşünüp anlamaya çalışmıştım. Zordu anlamak. Nihayetinde, savaştan geliyorlardı ve dilini, kültürünü bilmedikleri bir ülkede yapayalnızdılar. Ancak, birbirlerine karşı duydukları örtülü öfkenin pek dışa yansımasa da alttan alta devam ettiğine tanıklık ettim defalarca ne yazık ki.
Öte yandan, trans kadınların bu olaydan sonra birbirlerine söyledikleri sözler de çok canımı acıttı. Milliyetçi refleksleri gelişmiş olan trans kadınların Aysel Tuğluk’a ve dahi PKK, Öcalan, HDP, Kürtler ve serbest çağrışımla akıllarına gelen her özne ya da kavrama nefret söylemi ve tonlarca küfürle saldırdıklarına şahit oldum. Karşılığında ise onlara durumu açıklamaya çalışan arkadaşlarının bir süre sabırla izah etmeye çabaladıklarını, ardından da en hafifiyle “küfür” ya da “hakaret’’le konuyu kapattıklarını gördüm. Toplumun neredeyse tamamı tarafından örtülü ya da açık ayrımcılığa maruz bırakılan, “ama’’lı koşullarla kabul gören, “benim de trans arkadaşlarım var” gibi yatıştırıcı cümlelerle geçiştirilen transların da benzer fobiler geliştirdiğini ve “Benim annem de beş vakit namaz kılıyor”, “Benim sevgilim de Kürt”, “Diyarbakırlıyım ama…” şeklinde kurulan cümlelerle benzer fobik karşılıklar verdiğini bir kez daha gördüm.
Beyoğlu sokaklarında dolaşarak para isteyen çocuklar arasında da benzer bir kavgaya Cuma akşamı tanıklık edince mevzunun benim tahminimin çok daha ötesinde olduğunu anladım. Yaşça büyük “abi-abla”larıyla Taksim sokaklarına salınan bu satıcı çocuklar arasında da, dilendirilenler arasında da mültecilik ve Türkiyelilik kavgasını gözledim ne yazık ki. Taksim sokaklarının paylaşımı bu alanda da yapılmıştı. Ve bu çocukların birbirlerinin alanına girmesi yine çocuklar tarafından engellenmeliydi. Öyle ya bazıları Suriyeli, bazıları Türkiyeliydi. Bazıları kâğıt mendil satıyor, bazıları dilendiriliyor, bazıları akordeon çalarak para topluyordu. Türkiyeli olanların da kendi içinde ayrıldığına eminim bir yandan da.
Devlet eliyle yaratılmış bu evrensel ve yerel çatışmaların en temelde nedeni olduğu, sokaklarda çalıştırılan çocuklar olgusu, kendi içlerinde ayrı çatışma alanları yaratılmasıyla sürüyordu. Savaştan kaçan ailelerin gerek çaresizliği gerek kolaycılığıyla bu çocuklar sokaklara itiliyor, egemen güçlerin neden olduğu bu kirli döngü, ailenin desteği -ya da çaresizliğiyle- toplumun en kırılgan kesimi üzerinde, çocuklar üzerinde, onarılmayacak sonuçlara yol açabilecek bir biçimde şekillendiriliyordu. 12-13 yaşlarındaki “kaptan-reis-koruyucu”larının insafına terkedilen bu çocuklar, suçla, istismarla, şiddetle karşı karşıya bırakıldıkları yetmiyormuş gibi; bu sokaklarda kazanılan paranın bölüşümü nedeniyle çocuk grupları halinde birbirleriyle de çatışmak zorunda bırakılıyorlardı artık. Sistematikti her şey.
Ve sonra geçtiğimiz günlerde, kiliseden çıkan Ermeni yurttaşlara taş atan çocuklar haberi ile sarsıldım. Hangi öfke ile kuşatılmıştı ki bu çocuklar, ya da kimler tarafından ayinin bitiş saatine denk getirilip oralara yerleştirilmişlerdi acaba? O sokaklarda, mahallede birlikte yaşamamışlar mıydı hiç? “Birbirinin külüne muhtaç” komşular değil miydiler acaba? Taş attıkları o insanların çocukları/torunlarıyla hiç oyun oynamamış mıydı bu çocuklar? Ya da pek dindar büyükleri onlara kiliselerin de kutsal yerler olduğunu, Hristiyanlığın da bir “hak din” olduğunu anlatmamış mıydı?
Tüm bunlar olagelirken bir hukukçunun bir hukukçuyu “telle boğma” isteği gelip kapımıza dayanmıştı bile. Biri milletvekili diğeri öğretim görevlisi. Olayın geçtiği yer bir uçak ve “business class”. Suçun kanıtı akıllı telefonlar ve sosyal medya paylaşımı. Ve ardından kopan onca fırtına. İyi yapmış diyenler, olayı espriyle geçiştirenler, hedef gösterenler ve daha niceleri…
Alt sosyo-kültürel gruplardan bahsetmiyorum farkındaysanız. Yukarıda verdiğim örnekler “ötekinin ötekine” yaptığı gibi görünse de aynı alt sosyolojik gruptakilerin de benzer bir ayrışma yaşadığına tanık olmaya başladık artık.
Bu ayrışma artık derin bir yarılmaya doğru giderken, faşizm tüm kurumlarıyla hepimize saldırmaya devam ediyor. Ülkenin tüm geleceğine, kanunlarına, seçim takvimine, eğitim sistemine tek bir kalem hamlesiyle müdahale edilirken bizler birbirimizle itişmeye, küfürleşmeye, birbirimizi dövmeye, yaralamaya devam ediyoruz. Düzenli ve artan bir biçimde devam ettirilen bu kontrollü gerginlik ülkeyi büyük bir hastanenin onkoloji servisine çevirdi ne yazık. Çok sevdiği birinin kanser hastası olduğunu ve diyelim ki 1 yıllık ömrü kaldığını öğrenen birinin hüznü gibi bir şey yaşıyorum. O çok sevdiğim insan gözlerimin önünde günden güne ölüme yaklaştıkça elimden bir şey gelmemesi hissi ve çaresizlik aynı etkilerin benim içime/vücuduma sıçramasına da sebep oluyor adeta.
Doktor, onkolog ya da sosyolog değilim tabii. Ama adına “teşhis” yerine “teşbih” diyelim hadi bunun. Hep beraber yakınlarımızı kansere teslim ediyoruz. Adı ise türlü türlü bu kanserin, ötekileştirmek, yabancılaştırmak, nefret beslemek, ayrımcılık…
Ve yine tecrübe etmiş biri olarak söylemeliyim ki, kanser hastalıklarının erken teşhis ile iyileşebilmesi, ilerlemesinin durdurulabilmesi, hastanın daha insani koşullarda ömrünü sürdürmesi mümkün tabii. Yeter ki bu kanser hücreleri vücudun diğer organlarına daha fazla sıçramadan, Türkiye halkları olarak, bize konulan bu tanı’yı alalım ve tedavi için istekli olalım.