MUSTAFA KEMAL ERSÖZ yazdı: “Yüzyıl sonra Sykes-Picot statükosu büyük bir gürültüyle yıkılıyor. Bu yıkıntıların içinden yüzyıldır hesabına katliamlar, acılar, yok sayılmalar düşen bir ulus doğruluyor. Elbette bu doğruluş da büyük bir gürültüye neden oluyor.”
MUSTAFA KEMAL ERSÖZ
Güney Kürdistan’da 25 Eylül’de gerçekleştirilecek bağımsızlık referandumunun, OPEC'in ikinci büyük petrol ve doğalgaz üreticisi Irak’ın ve bu ülkedeki gelişmelere bağlı olarak öncelikle Ortadoğu’nun sonra daha geniş planda küresel düzenin hâlihazır durumu ve istikrarı konusunda bir takım irili ufaklı sonuçlar yaratacağı şüphe götürmez bir hakikat olsa gerek. Güney Kürdistan referandumu yaklaştıkça Irak’ta siyasal sürtüşmeler, çıkışlar ve referanduma ilişkin kimi müspet kimi menfi yöndeki yeni arayışlar yoğunlaşmakta. İkinci Dünya Savaşı'ndan bu yana bildiğimiz Irak, kısa sürede yeni sınırlarını çizmeye başlayabilir. Aynı zamanda, İran destekli Şii nüfus ve siyaset yapıcılar ile Suudi Arabistan ve Körfez destekli Sünni mukabilleri arasındaki gerilimler tekrar yükselebilir.
Tam da Arap Körfezi'ndeki Sünni güç oyuncularının, İran-Irak-Suriye'deki Şii güç ekseninin çöküşü için çabaladıkları ve Şii iktidarın Irak içerisinde istikrarı bir türlü sağlayamadığı bir dönemde bölgesel ve ülke içindeki siyasi sürtüşmelerin, hizipleşmelerin Şii iktidar bloğunun içine de sirayet ettiğini gösteren bir gelişme yaşandı.
Iraklı Şii lider Muqtada Al Sadr'ın Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri'ne beklenmedik ziyareti bölgedeki ve Irak’taki Şii iktidar bloğundaki huzursuzluğu arttırdı. 30 Temmuz'da Al Sadr ve Suudi veliaht prensi Muhammed Bin Salman, Cidde'de bir araya gelerek Sünni-Vahhabi Krallığı ile Şii liderliğindeki Irak arasındaki muhtemel işbirliğini tartıştılar. Al Sadr'ın Bin Salman ile olan görüşmesi önemlidir; çünkü bu görüşme Irak'ın İran yanlısı siyasi askeri konumunda birtakım değişikliğe neden olabilir. Bu, İran’ın Irak, Suriye ve Lübnan’a uzanan Şii ekseninde bir gedik açmak için fırsat kollayan İran karşıtı Sünni Körfez cephesine bir olanak yaratabilir.
Bağdat ve Riyad arasında son aylarda üst düzey bakan ve yetkililer vasıtasıyla gerçekleştirilen düzenli görüşmeler siyasi bir detant ortamı sağlamıştı. Yine de resmi diplomatik ilişkiler oldukça soğuk bir atmosferde devam ediyordu. Al Sadr’ın siyasi manevrası Tahran ile her iki taraf açısından yeniden gergin bir ilişki ortamının doğmasına neden oldu. İran medyası Al Sadr'ı ihanet etmekle bile suçladı. Al Sadr’ın, peşi sıra Abu Dhabi’de Birleşik Arap Emirlikleri Veliaht Prens Muhammed bin Zayan Al Nahyan'la bir araya gelmesi baskı ve gerilimi iyiden iyiye arttırdı. Zira Bin Zayan ve Bin Salman, hem İran karşıtı görüşlere sahip hem de bölge için benzer bakış açılarını paylaşan yakın müttefik durumundalar. Bu durum gelecekte Şii askeri ve siyasi cephede kimi bölünmelere sebebiyet vermekle beraber mevcut Irak Başbakanı Al Abadi'ye karşı hâlihazırdaki baskıyı önemli oranda artırırken, bölgesel oyuncuların ön alabilecek yeni pozisyonlar elde edebilmesi durumunda daha da tehditkâr olabilecekleri bir baskıyı da beraberinde getirebilir.
Söz konusu durum Tahran için elbette çok tedirgin edici boyuttadır. Temmuz ayına kadar İran'ın bölgede etkisi büyümekteydi. 2003 Irak işgalinin ardından ABD'nin yarattığı boşluk Tahran'a geniş bir alanda tam yetkiye sahip olmak için büyük imkânlar vermişti. İran, Irak-Suriye-Lübnan hattının ötesine de geçen, Yemen’de Suudi etki alanına açıkça müdahale edebilen, Katar krizi vesilesiyle Sünni ittifak arasında çatlaklar yaratma yahut bu çatlaklardan faydalanabilmeye kadar uzanan geniş ve yetkin bir güce sahip bir Şii bölgesel süper güç inşa edebilme olanaklarına haiz bir ülke. Ancak bu gücün ana omurgasını oluşturan, Tahran'daki kuvvetli dini liderler ile Irak’taki Şii çoğunluğu arasındaki askeri ve siyasi bağda ilk defa bir kopuşma emaresi kendini gösterdi.
Al Sadr, Sünni Körfez ülkeleriyle gerginliği giderme konusundaki mevcut kararlılığını sürdürmeye devam ederse, bu strateji artık bir risk haline dönüşebilir. Tahran, Irak'ın Şiilerini bağlayan tüm ipleri elinde tutarken birkaç ipin kontrol çıkmasına neden olan bir hal ortaya çıkabilir.
Al Sadr, Suudi Dışişleri Bakanı Adel Al Jubeir'in Bağdat ziyaretini takiben, Irak Başbakanı Haydar Al Abadi tarafından önceki aylarda başlatılan açılımları ustalıkla kullandı. Irak'taki Şii iktidar bloğu içindeki güç mücadelesi henüz belirgin bir netlik arz etmese de Tahran yine de Al Abadi'yi iktidardan erken almaya ve yerini Al Maliki'ye bıraktırmaya çalışabilir. Hatta İran para, silah ve güçlü bir medya kampanyasıyla desteklenen bir gövde gösterisinde bulunarak iplerin halen kimin elinde olduğunu göstermek isteyebilir. DAEŞ’e karşı yürütülen mevcut askeri kampanya büyük oranda İranlı ya da İran eğitimli personel tarafından yönetildiğinden, Irak'taki İran etkisi göz ardı edilmemelidir. Ekonomik bağlantı özellikle ülkenin Şii çoğunluk bölgelerinde çok büyük boyuttadır. Bağdat ve Suudi Arabistan arasındaki detantın önümüzdeki aylarda daha da fazla engeli ortadan kaldırması durumunda potansiyel bir askeri gösterinin yapılması beklenebilir. 1990'dan beri kapalı bulunan ikili sınırların açılması bunun bir işareti olabilir.
İşte böyle bir siyasal düzlemde gerçekleşecek Güney Kürdistan referandumu muhtemel yeni belirsizlikler hatta kargaşalar yaratacaktır. Zaten hâlihazır durumda Kürt ulusunun self-determinasyon hakkına uzak olan diğer Iraklı ve bölgesel güç odakları bölgenin geri kalanını güçlü bir şekilde etkileyecek, yeni muhtemel istikrarsızlıklar yaratabilecek bu hamleye karşı güç kullanımı da dahil olmak üzere sert tutumlar alabilecektir. Hülasa 25 Eylül referandumu her ne kadar bağlayıcı olmasa da Kürt, Irak ve bölge siyasetinde bir dönüm noktası olabilir. Şimdiye kadar Irak'taki en sakin bölgelerden biri olan, Türkiye ve İran'la ticari ve ekonomik ilişkiler kuran Güney Kürdistan bu istikrarlı ve güvenli halini yitirme tehlikesiyle karşı karşıya kalabilir.
Her ne kadar yüzyılı aşkın zamandır süregelen saygı değer bir Kürt mücadele geleneğinden geliyor olsa da Mesud Barzani Ortadoğu’daki benzeri diğer iktidarlar gibi dini aidiyetler veya aile ilişkileri üzerine kurulu, güç diplomasisi ve yolsuzluklarla maruf bir iktidar biçimine sahip. Ekim 2015'ten bu yana Kürdistan Parlamentosu toplanamıyor, Goran temsilcileri Hewler’e dahi giremiyor, görev süresi tamamlanmış olmasına rağmen Barzani, başkanlık seçimini yenilemiyor. Ekonomik durum; petrol ve gaz gelirlerinin düşüşü, Bağdat hükümeti ile gelirlerin dağılımıyla ilgili ihtilaflardan ötürü yükselen bir borç portföyü nedeniyle kötüleşmiş durumda. İşte böyle bir politik ve ekonomik kriz içerisinde bulunan Barzani, bu kriz halinden çıkabilmek için daha önce de adet edindiği üzere bağımsızlık referandumu kozunu öne sürmüş olsa da bu defa bu girişim dört parçadaki Kürt ulusunda büyük bir heyecan, birlik duygusu ve beklenti oluşturdu.
Belki en çok da bu nedenlerden ötürü gerçek tehlike Kürdistan’ı çevreleyen dağlarda gizlidir. Kürdistan, Bağdat hükümetinin ve başkaca milis topluluklarının silahlı muhalefetiyle uğraşmak zorunda kalabilir. Kürdistan'ın komşuları da gözlemlenmesi gereken gerçek kurtlar olacaktır. Türkiye, İran ve Suriye Güney Kürdistan’la sınırlı kalacak olsa bile bağımsızlık fikrini dahi halen kabul etmiyorlar. Referandum başarılı olursa, Kürdistan’ın Türk-Arap-Fars komşuları tüm güçlerini, bağımsızlığı ilan edilmeden önce engellemek için kullanacak gibi görünüyorlar.
Türk ve İran devletleri, Bağımsız Kürdistan'ın, “kendi” Kürtlerini doğrudan etkileyeceğinden çekiniyorlar. KDP’nin Türk devletiyle geliştirdiği ciddi boyutlardaki ekonomik ilişkilere ve kendi topraklarında Türk Devletine PKK’yle savaşında belirli bir alan, rahatlık sağlamış olmasına rağmen, yeni ittifakı gereğince ulusalcı ve milliyetçi kadroların dümen suyuna girmiş bulunan Erdoğan, bağımsız bir Kürdistan’ı yumuşak karşılamayacaktır. Ankara, Kürt bebeğini büyümeye başlamadan önce boğmak için Güney Kürdistan’da bulunan 17 üssü ve pek çok şehirde bulunan MİT büroları marifetiyle geliştireceği sabotaj, komplo hatta askeri baskı ve operasyonlar da dahil olmak üzere elinden gelen her şeyi yapacaktır. Güneyli Kürt partileri ve Rojhilat Kürt militanları arasında zaten var olan organik bağ ve işbirliği nedeniyle İran da aynı konumda bulunmaktadır.
Arap dünyasına, özellikle de Suudi Arabistan, BAE ya da Mısır'a baktığımızda, farklı bir resim karşımıza çıkmaktadır. Bu ülkelerde Suriye savaşından önce Kürtleri kısmen destekleme eğilimi vardı, ancak açık bir askeri ya da siyasi destek verilmesi söz konusu olmazdı. Ancak Katar krizinde Ankara'nın Katar ve İran'a verdiği destekten bu yana Suudi Arabistan ve müttefikleri Kürt rüyasını tam ve açık bir şekilde desteklemeye karar vermiş görünüyorlar. Öte yandan ise Irak’taki güç taksimatını İran aleyhine bozmak, İran’ın sürmekte olan askeri operasyonlarının etkisini azaltmak ve İran'ın Irak'taki nüfuzunu zayıflatmak için Suudi Arabistan ve müttefikleri Kürt ulusal bağımsızlığını destekleyen bir pozisyona geçmiş durumdalar. Arap ülkeleri, Kürt meselesinin her iki düşmanın da zayıf noktası olduğuna karar vermiş gibi görünüyorlar.
Hali hazır pozisyon değişikliği İran ve Türkiye’yi zoraki bir ittifaka hiç değilse taktiksel bir işbirliğine zorluyor. Zira İran'ın Genel Kurmay Başkanı Muhammed Hossein Bagheri, kırk yıllık bir aradan sonra Türkiye’yi ziyaret ederek AKP Genel Başkanı Erdoğan ve Hulusi Akar ile bir araya geldi. Her iki taraf da yapılacak referandumun doğuracağı askeri sonuçlar konusunda uyarıda bulundu. Türkiye Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, yaptığı açıklamada, Irak'ın zaten birçok sorunu olduğuna değindi ve referandum yapılması halinde "ülkenin iç savaşa sürüklenebileceğini" belirtti.
Şüphesiz Güney Kürdistan referandumu, Irak’taki ve Ortadoğu’daki petrol ve doğalgazın geleceğini de ciddi bir biçimde etkileyecek sonuçlar doğuracaktır. Irak'ın önemli bir petrol ve gaz üreticisi olarak yeniden ortaya çıkması, Suudi Arabistan'ın liderliğindeki ve Rusya'nın desteğini alan OPEC'in petrol piyasalarını baskı altına almaya yönelik çabalarının da artmasına neden olmuştu. Referandumun Irak’ta doğuracağı belirsizlik nedeniyle Irak’ın bu piyasalardaki potansiyeline ulaşamaması Suudi Arabistan ve Rusya’nın piyasalar üzerindeki dominant rollerini sürdürmelerine olanak sağlayacaktır. Bağımsız bir Güney Kürdistan, sadece Irak’ın petrol ve doğalgaz rezervlerinin bir bölümünü kaybetmesine yol açacağı için değil, gelecekteki olası bir genişleme sürecinde Irak’ın sevkiyatının Shatt Al Arab dar boğazına sıkışması nedeniyle de söz konusu ülkelerin faydasına olabilir.
Bu durum Kürdistan’a karşı hasmane tutumlar takınan komşularını da etkileyecektir. Birkaç ana arterin ilişkilerin kötü olduğu müstakbel Kürdistan’da ya da belirsizlik içindeki Irak’ta bulunuyor olması İran ve Türkiye’yi bu durumun menfi neticeleriyle yüzleşmeye zorlayacaktır. Öte yandan İran için bir başka zorluk ise, karşılaşacağı yeni sorunlarla meşgul olması nedeniyle Qatlif ve çevresindeki Şii muhalefete desteğinin azalması durumunda Şii muhaliflerin Suudi enerji varlıklarına ilişkin verebilecekleri rahatsızlıkların sınırlanması olarak ortaya çıkabilir. Hülasa 25 Eylül referandumunun sonuçları, küresel petrol ve gaz piyasalarının dikkatli bir gözle bakması gerekeceği doğrudan bölgesel ve küresel etkiler yaratacak.
Yüzyıl sonra Sykes-Picot statükosu büyük bir gürültüyle yıkılıyor. Bu yıkıntıların içinden yüzyıldır hesabına katliamlar, acılar, yok sayılmalar düşen bir ulus doğruluyor. Elbette bu doğruluş da büyük bir gürültüye neden oluyor. Zira Ortadoğu’da her şey birbiriyle bağlantılı olduğu gibi 25 Eylül referandumu da Ortadoğu’nun geri kalanıyla sıkı sıkıya bağlantılı ve bugünden ancak bir bölümünü öngörebildiğimiz büyük neticeler doğuracak gibi görünüyor…