SEÇTİKLERİMİZ – Ferhat Sincar’ın Duvar’daki yazısı: Babam öleli beri içimde bir acı, bir yara var. Bu yara zamanla kabuk bağlar sandım. İyi şeyler olur, başkaları bu acıyı yaşamaz diye umutlandım. Geçen 23 yıla bakınca bu yaranın kabuk bağlamadığını, aksine daha da büyüdüğünü hissediyorum.
23 yıldır bitmek tükenmek bilmeyen derin bir sızı var yüreğimde. Hiç azalmayan, bir yanımı hep eksik bırakan bir sızı… “Zaman her şeyin ilacıdır” derler ama babaları faili meçhul cinayetlere kurban giden evlatlara maalesef ilaç olmuyor zaman. Tıpkı bana ve nicelerine olmadığı, olamadığı gibi. Sadece kalplerde içi doldurulamayacak bir boşluk, yarım kalmış hikayeler kalıyor geride. Zaman bizim gibi geçmişlere sahip olan evlatlar ve aileleri için umut anlamına gelse de, zamanla bu ülkede ne katiller bulunuyor, ne de bulunanlar yargılanıyor.
Dile kolay tam 23 yılı babamı katledenlerin ortaya çıkarılıp hak ettikleri cezaları almalarını talep etmekle ve bunun hukuksal mücadelesini vermekle geçirdik. Bu kadar uzun zaman böyle geçer mi demeyin, geçiyormuş. Bu ve benzeri siyasi cinayetlerin hemen hepsinin sorumluluğunun 90’larda kullanılıp şimdi bir kenara atılmış birkaç tetikçiye yüklenip örtbas edilmesi gayretine şahit olduk. Cinayet dosyalarını bir an önce kapatma telaşını acı tecrübelerle yaşadık. Türkiye’de iç hukuk yollarının tüketildiğini gördük. Neredeyse çeyrek asırdır verilen bu hukuk mücadelesinde geldiğimiz noktada, bu ülkede adaletin hâlâ Fırat’ın doğusuna geçmeyi başaramadığını anladık.
4 Eylül 1993
23 yıl önce bugünde, babamın 4 Eylül 1993’te katledildiği andayım şimdi. Babam öldürüldüğünde 39 yaşındaydı. Düşünüyorum da, ne kadar da gençmiş. Abimden sadece bir yaş büyükmüş. O zamanlar ne kadar da büyük, ne kadar da heybetli bir adam gibi görünürdü bana oysa… Daha yaşayacağı, çocuklarının büyüdüğünü gördüğü, torunlarını seveceği uzun yıllar vardı önünde. Yaşı hiç bu kadar aklıma gelmezdi, çünkü insanın babası kaç yaşında öldürülürse öldürülsün acısı hep büyüktür. Son zamanlarda aile nüfusunun artmasıyla beraber bizden alınanları ve yaşanamayacak aile hikayelerini daha çok düşünmeye başladım. Mesela, bu yıl ailemize küçük yeğenim Lorî katıldı, bir ay içinde de kızım gelecek. Maalesef torunları kır saçlı dedelerinin kucağına oturup hiçbir zaman Kürtçe masallar dinleyemeyecek, hiçbir bayramda dedelerinden harçlık alamayacaklar. Dedeleriyle ilgili hiçbir hatıraları olmayacak. Dede nedir, kimdir, belki onu bile hiçbir zaman bilemeyecekler. Yine de, dedelerinin kısa yaşamına sığdırdığı mücadele ruhunu, vicdanını, her nerede ve hangi koşulda olursa olsun ezilen halkının yanında oluşunu, ezene boyun eğmemesini, vefalı halkının onu hiç unutmadığını dinleyerek, öğrenerek büyüyecekler.
Değişmeyen siyasi cinayetler geleneği
Tam bir sene önce yine babama dair yazarken içimde biraz da olsa umut vardı. Babamın bize bıraktığı mücadeleyi sahiplenerek demokrasi ve barış getireceğimize hâlâ inanıyordum. Daha fazla ölümlerin yaşanmayacağına dair beklentilerim vardı. Maalesef olmadı. Zaman bize bu ülkede siyasi cinayetler geleneğinin de, kimliğimizle, ana dilimizle var olmak istememizden dolayı yok sayılma/yok edilme geleneğinin de değişmediğini gösterdi. Yıllardır hikayenin akışının değişmediği, sadece içindeki isimlerin değiştiği sonsuz bir tekrardayız sanki. Katledilen Vedat Aydın, Musa Anter, Ayten Öztürk, Ferhat Tepe, Hasan Ocak, Metin Göktepe, Tahir Elçi; günlerdir kayıp olan Hurşit Külter; devletin kolluk kuvvetleri tarafından Cizre’de Sur’da, Gever’de, Silopi’de, Nusaybin’de yakılan, gömül(e)meyen gençler… Düşüncelerini tarafsızca ifade ettiği ve gerçekleri yazdığı için basılan ve kapatılan gazeteler, televizyon kanalları… Sahibinin kimliğinden dolayı işyerleri yakılıp yıkılan, Atatürk büstü öptürülen Kürtler… “Türkiye Türklerindir” sözleri… Hâl böyleyken, acılarını dahi ortaklaştırmayı başaramamış, öldürülenlerin acılarından çok kimliklerinin önemli olduğunu gördüğümüz bir Türkiye’de ister istemez toplumsal ve duygusal kırılma yaşamaya başladık.
Adil Barış?
Katledildiğin günden beri sağken bize aşılamaya çalıştığın ülke sevgisi, halkına ve ana diline sahip çıkma gibi değerlere sadık kalmak için çaba gösteriyorum. Hınç ve nefret duygusu ile büyümedim. O kötü, uğursuz günde bile katillerinden nefret edemedim. Tam tersine, öfkelenmeden yaşadiklarimi anlamaya çalıştım. Ama son zamanlarda yaşadığımız onca acıyı, yanmış çocuklarının kemiklerini bodrumlarda arayan anaları, sokak ortasında teşhir edilen kadın bedenlerini, panzerlerin arkasında sürüklenen cansız Kürtleri, bu yapılanları fütursuzca sosyal medyada paylaşan devletin kolluk kuvvet mensuplarını ve “ama”lara sığınan destekçilerini, devletin bunların sorumlularını organize şekilde koruduğunu nasıl unutacağım, bilemiyorum.
Acılarımızı dahi ortaklaştıramadığımız, ölülerimizi gömmemize bile izin verilmediği, Kürt kimliğimize ve değerlerimize saygı gösterilmediği, en iyi Kürdün ne olduğunu devletin tanımladığı bir durum varken adil bir barıştan söz edebilir miyiz? Müzakereleri böyle parçalanmış duygular üzerinden nasıl yapabiliriz? Yitirdiklerimizin katilleriyle yüzleşmeyeceksem, doğuştan hakkım olan ana dilimi kullanmayacaksam, kendi kültürümle, değerlerimle yaşamayacaksam, yaşananlar adına bir özür bile duymayacaksam birlikte nasıl bir barış inşa edeceğiz? Bütün bu yaşanlanlara, ortaklaşamama durumuna, devletin Kürt sorununu hâlâ ve ısrarla sadece askeri ve ekonomik yollarla çözmeye çalışmasına bakınca adil ve eşit haklara sahip olacağımız bir barışa çok uzak olduğumuzu hissediyorum.
Çoğalıp, derinleşen yaralar?
Babam öleli beri içimde bir acı, bir yara var. Bu yara zamanla kabuk bağlar sandım. İyi şeyler olur, başkaları bu acıyı yaşamaz diye umutlandım. Geçen 23 yıla bakınca bu yaranın kabuk bağlamadığını, aksine daha da büyüdüğünü hissediyorum. Babasını faili meçhul bir cinayete kurban veren, katliamların aileleri ve sonraki kuşakları nasıl paramparça ettiğini, bu acılarla büyümenin ne denli zor olduğunu bilen biri olarak bugün kinle, öfkeyle, linç kültürüyle yaratılan ve büyütülen yeni nesle bakınca acım ve hüznüm daha da artıyor.
Biz acımızı sessizce yaşadık. Başkaları, gelecek kuşaklar benzer acıları yaşamasın istedik. Hınçtan, intikamdan uzak dursunlar diye çabaladık. Bunun gerçekleşmesi için 23 yıl boyunca mücadele verdik, adil bir barış için uğraştık. Hep umut ettik. Yıllar içinde geldiğimiz nokta Walter Benjamin’in dediği gibi “Umut dediğimiz şey umutsuzlar adına bir beklentidir aslında” olunca, neredeyse çeyrek asırlık yaramın, yaramızın kolay kolay kapanmayacağını hissediyorum.