SEÇTİKLERİMİZ – Ayşe Çavdar’ın Artıgerçek’teki yazısı: ”Birbirlerinden çok korkuyorlar. Çünkü herkes biliyor, an itibariyle “eşim dostum” diye talim ettikleri insanların da aynı menzile hangi vasıtalarla eriştiğini.”
Geçen yıl bu zamanlar, Almanya’nın küçük şehirlerinden birinde bir taksiye bindim. Gideceğim yeri söyledikten hemen sonra da “nerelisiniz” diye sordum, çünkü o şehirdeki taksi şoförlerinin büyük çoğunluğunun Türkiyeli olduklarını biliyorum. Almanca bilmiyorum, taksi sürücüleri de genellikle İngilizce bilmiyor. Türkiyelilerse Türkçe devam edelim, diye düşündüm. Türkiyeliydi. Neden sorduğumu Türkçe söyledim ve konuşmaya başladık. 15 Temmuz’dan hemen sonraki günler olduğu için konu hemen Türkiye’nin hallerine geldi. İkimiz de karşıydık darbenin her türlüsüne. Olacak iş değildi. Eğer bir hükümetin değiştirilmesi isteniyorsa onu yapacak olan o halkın kendisiydi, silahla, tankla olmazdı o iş. Buraya kadar hemfikirdik. Hemfikir olmadığımız şey değiştirilmesi gerekenin AKP hükümeti olmasıydı.
AKP’nin neyi kötü yaptığı konusunda söylediklerimi anlatmayacağım. Enteresan olan söylediklerime itiraz etmiyor oluşuydu. “Buradan da görülüyor yolsuzluğun, rüşvetin alıp başını gittiği, ama kim yapmadı ki böyle şeyler.” “Kürtleri yarı yolda bıraktı, ama Kürtler de sözlerinde durmadılar.” “İstanbul, İstanbul olmaktan çıkmış, fakat yatırım da lazım.” “Tarımın bittiğini köye gittiğimde ben de görüyorum, ama ne zaman iyi oldu ki?” “Türkiye dünyadan kopuyor, fakat dünya da Türkiye’den kopuyor.”
İnanmakta zorluk çektiğim bir kadercilik akıyordu cümlelerinden: “Böyle gelmiş, böyle gider, dünyanın gidişatını dindar Müslümanlar değiştirecek değil ya!” Gideceğim yere gelmiştik ama biraz daha sohbet etmek istediğini söyledi. Aciliyet arzeden bir işim yoktu. Yol kenarındaki yemyeşil parkın kıyısında bir banka oturup konuşmaya devam ettik. Sordum, “Açıkçası beni AKP’yi neden desteklediğiniz konusunda ikna edemediniz. Öncekilerden farklı olmadığını söylediğiniz bu partiyi, ekibi ne demeye destekliyorsunuz?”
Cevap beklemediğim yerden geldi. 20 yıl kadar önce üst üste üç kez “İslami şirketler” tarafından dolandırılmıştı. Kumar gibi, her seferinde bir önceki vakada kaybettiklerini telafi etmek için aynı fikre ama başka bir şirkete yatırım yapmıştı. Sonunda onca sene Almanya’da işçilik yaparak edindiği bütün birikimi kaybetmişti. Çocuklarını okutabilmek için de taksi şoförlüğü yapmaya başlamıştı. Çünkü artık Almanya’da da tekrar o birikimi elde edebileceği çalışma ortamı yoktu. Aylık kazancıyla geçiniyordu. Onca yıl sarfettiği emekten geriye hiçbir şey kalmamıştı.
Dedim ki, “İyi de bu dedikleriniz o söylediğiniz paraların palazlandırdığı İslamcıların devamı olan partiye destek değil, muhalif olmak için sebep. Deniz Feneri’nde neler olduğunu hatırlamıyor musunuz? AKP’nin Deniz Feneri’ne nasıl sahip çıktığını? Tamam o şirketler bir önceki dönemin şirketleri, ama AKP de sizin zararınızı telafi etmek için hiç bir şey yapmadı.”
“Yok yapmadı,” diye devam etti. Aksine AKP’nin onlardan çalınan paralarla kurulup serpildiğini düşünüyordu. Şaşkınlığım iyice arttı, “E o zaman neden destek oluyorsunuz bu insanlara?”
Söze “Müslümanlar nihayet Türkiye’de rahat ettiler” diye başladı. “Ama o rahat sizin hayatınız boyunca edindiğiniz birikim, çocuklarınızın rızkı sayesinde oldu. Siz de emekliliğin tadını çıkartacağınız dönemde çalışıyorsunuz. Niye hakkınızı helal ediyorsunuz?” Sonra artık müdahale etmedim. Uzun uzun anlattı içinden geçenleri. Anladığım şuydu: Eğer AKP iktidarını mümkün kılan şeyin onun ve Almanya’daki komşularının, arkadaşlarının birikimiyle kurulduğunu ve yolsuzluğa, rüşvete, hukuksuzluğa sermaye olduğunu kabul ederse, tüm hayat hikâyesi dini hassasiyetlerle verdiği bir ticari kararla çöpe gitmiş olacaktı. Hayatına verdiği anlam hem de birden çok düzeyde sarsılacaktı. Bu dönemde devletin vatandaşına yaptığı haksızlıkların arttığını bilmesine rağmen AKP’yi desteklemeye devam etmesinin sebebi ilerde bir gün bütün bu kötülüklerden iyi bir sonuca ulaşılacağı umuduydu. Hayatının, çocuklarının rızkının, zamanında verdiği kötü bir kararla yanlış insanlara ve onların kötülüklerine sermaye olduğunu düşünmektense, bu umuda sarılmayı tercih etmişti. Bana inandırıcı gelmedi anlattıkları. Üsteledim: “Yani siz bunca kötülüğün ilerde iyi bir şeye evrilebileceğine sahiden inanıyor musunuz?” “Başka çarem var mı ki?” dedi.
Elimde değil sinirlendim ve dedim ki, “Siz sohbetimizin başında bu şehir için, çok iyidir, güzeldir, yemyeşildir, çocuklarım burada arzu ettikleri gibi yaşıyorlar, kimse onlara karışmıyor, dediniz. Ama, Türkiye’de yaşayan bana, yaşadığımız şehirleri bile ayağımızın altından çekip alan, sokakları, yediğimiz aşı zehir eden bir hükümete katlanmamızı, çünkü sonunda mutlaka iyi bir şeye evrileceğini, çünkü orada kendi emeğinizin olduğunu söylüyorsunuz. Peki ben size hakkımı helal edecek miyim?” Bir an durdu ve dedi ki: “Biz tahammül ettik, siz de edeceksiniz.” Neye diye sorduğumda ise başa döndük: “Müslümanlar çok zulüm gördü.” “İyi de zulüm görmek zulmetmeyi meşru kılar mı? Hem Müslümanlara zulmeden ben değildim ki, bugün yaşayanlar değillerdi ki?” Vazgeçti artık, “Bilemem artık orasını” dedi. Sohbet bitmişti. Aslında teslim olmuştu. Bana değil, kendi düşünme biçimine. Artık söyleyecek bir şeyi kalmadığı için beni dinlemek de istemiyordu. Bildiği bir şeye teslim olmak, emeğinin heba edilmekle kalmayıp kötü bir maksatla kullanıldığı fikriyle yüzleşmek onu ürkütüyordu. Bunun yerine -tıpkı bir kumarbaz gibi- artık elinde başkaca bir birikimi kalmadığı için verdiği oyla, sürdürdüğü destekle dolandırılıyordu.
En yüksek merciden söylenen “kandırıldım” gibi bir sözcüğün siyasi bir açıklama olarak kabul edilebildiği, dolayısıyla her türden sorumsuzluğun tek kurumsal ilkeye dönüştüğü bir ahlaki çerçeve iktidardayken, bu hüzünlü adamcağızla ilgili çok da büyük bir beklentiye girmemek lazım. Benim derdim onunla değil. Ondan çalınanın, hiç değilse iyi bir şeye hizmet ettiği fikriyle avunmaya çalışıyor. Çünkü aksi halde, karısının, çocuklarının ve en önemlisi kendisinin gözünde aptal yerine konmuş olacak. Aptal yerine konmaktansa, bütün bu olanlarda bir hikmet aramayı tercih ediyor. “Ya bir hikmeti yoksa?” sorusuyla yüzleşecek durumda değil. Gerekmiyor da. Çünkü zaten uzakta yaşıyor. Senede bir kez, birkaç haftalığına gidiyor memlekete. O da tatil hükmünde olduğu için memleket onun için halen güzel. Sermayesine katkıda bulunduğu siyasi çetenin ettiği zulümle, kötülükle karşılaşmadan yaşayabileceği; bu sayede onları affetmese de mazur görebileceği bir mesafede.
O yüzden bu yazının derdi o değil. Bu yazının derdi dilinden Allah’ı düşürmeyen, hatta Allah’ı ve lafzını perde edinerek kötülük yapıldığının gayet farkında olan, bu kötülükleri kimbilir hangi konfor alanlarına, “mazbut hayat”larına halel gelmesin diye can-ı gönülden destekleyenler. Bu adamcağızın AKP’ye verdiği destekle, sözünü ettiğim taife birbirlerine 180 derece zıt noktalarda duruyorlar. Bu adamcağız sömürülen, onlar sömüren. Bu adamcağız mağdur, onlar mücrim. Bu adamcağız onlar adına kendini kandırıyor, onlar kendileri adına geriye kalan herkesi. Bu adamcağız hayatına bir anlam vermeye çalışıyor, onlar o anlamı gaspediyor. Fakat bir noktada benzer bir çaresizliği yaşıyorlar. Anlatacağım çaresizlik tarifi, bu taifenin yapıp ettiklerini ve iktidarla zulümde yaptıkları ortaklığı mazur gösterme çabası değil. Aksine bu kendi başlarına ördükleri bir çorap, zulmün, zulmedenin ve zulmü alkışlayanın yanına kalacağı umuduyla kalkıştıkları müşterek suçların halet-i ruhiyesi. Elbette buna kimbilir hangi fıkıh kitaplarından, geçmişin kıssalarından açıklamalar getireceklerdir. Hiç birine kendilerinin de inanmadıklarından adınız gbi emin olabilirsiniz.
Sözünü ettiğim insanlar, vicdanlarını AKP’ye rehin vermiş kadınlı erkekli entelektüeller, okumuşlar, zamanında vicdan, adalet ve özgürlük siyaseti yapmış ve sonra büyük bir iştiyakla kendilerini çürümeye teslim etmiş olanlar. Bir çoğu bir çoğumuzun eski arkadaşları, ahbapları, örneğin 2003’te Irak’ta savaşa karşı sokaklarda birlikte yürüdüğümüz insanlar, Kürtlerle barış söz konusu olduğunda yan yana durduğumuz insanlar, toplantılarda-panellerde karşılıklı konuştuğumuz, sözlerini, taleplerini bulunduğumuz mecralara taşımayı memleketin geleceği ve müşterek iyiliğimiz için görev bildiğimiz insanlar. Şimdilerde hançerelerimizden can acısıyla dökülen sert sözcükleri “ama biz arkadaşız”, “tabii sen muhalefettesin konuş konuşabildiğin kadar, bir bilsen bu yakada işler nasıl karışık” diye sitem edenler, “Nasılsın? Ne haldesin?” diye bile sormadan ağyara, kamuya açık etmedikleri rahatsızlıklarını, dertlerini sıralayarak günah çıkarmaya, bir yandan bugünkü konforlarını korumaya çalışırken, bir yandan post-AKP dönemde yüz yüze bakabilecekleri birkaç tanış depolamak isteyen tedbirliler. Sizden yalnızca iktidara karşı dilinizi yumuşatmanızı değil, iktidarı meşrulaştıracak cümleler kurarak sebep oldukları rezaletleri görünmez kılmanızı isteyenler.
Bu insanlar inandıkları her şeyi, ama her şeyi, hatta evlatlarının onlara duyduğu saygıyı ve güveni bile AKP iktidarına sermaye ettiler. İtibarlarını Reis’in gücüne kurban eylediler. Nihayet onlara açılan dünya nimeti çanaklarından paylarına biraz daha düşürmek için önce küçük küçük, sonra kocaman parçalarla erittiler onları kendileri yapan her şeyi. Daha doğrusu kendilerinde görmek istedikleri faziletleri. Ortaya kabak gibi çıktı arzu ettikleri değil ama sahip oldukları “haslet”lerin ne olduğu. İdealini kurdukları hayata eklenmek için sahip olduklarını düşündükleri, düşledikleri tüm niteliklerden vazgeçtiler ve bu sayede çok kalabalıklaştılar. Şimdi, bütün bunların yerine ellerinde avuçlarında kalıcı olan tek şey elde ettikleri makam ve mevkiler, o yüzden bütün güçleriyle tutunuyorlar oralara. Öyle hukuksuzluklara, o hukuksuzluklara taraf olarak şahit oldular ki, an itibariyle biriktirdikleri hiçbir şeyin, hiçbir halde, hiçbir garantisi olmadığını en iyi yine onlar biliyorlar.
Birbirlerinden çok korkuyorlar. Çünkü herkes biliyor, an itibariyle “eşim dostum” diye talim ettikleri insanların da aynı menzile hangi vasıtalarla eriştiğini. Kendilerinden olmayanlara hasetlerinin nedeni hınçları ve hayranlıkları. Kendilerinden olanlara besledikleri hasete ise iğrenme duygusu eşlik ediyor. Bu yüzden rahatsızlıklarını birbirlerine değil, kendilerinden olmayanlara aktarıyorlar. Bir taşla iki kuş: Hem konuşup vicdanlarını rahatlatmış, hem kendilerini iğrenmekte oldukları yol arkadaşlarından ayrıştırmış, hem de kendilerinden olmayanların onayını alarak çete dağıldıktan sonraki döneme yatırım yapmış oluyorlar. Ertesi gün riyakâr maskelerini takınıp yapmacık meclislerde endamlarını parlatıyorlar yine.
Kıyamet bekler gibi bekliyorlar sonlarını. Çünkü ancak tüm dünyayı yok edecek bir kıyamet son verebilir bu çürümeye. Hem böylece utançlarını ve yenilgilerini alınlarında birer damga gibi taşımak zorunda da kalmazlar. Bir anda her şeyin tuzla buz olabileceğinin farkındalar. Bu yüzden bir kısmı “radikal naiflik” dediğim oyunu oynuyor. Sanki hiçbir şeyin farkında değilmiş gibi davranıyor. Bir kısmı ise gemi iyice azıya aldı: “Battı balık yan gider, şu lafı da buradan sallayayım, zaten itibar oldu beş para.” Bunu geleceğe duyduğu güvenden yapmıyor, bugün yapabileceği başkaca bir şey kalmadığı, geldiği mesafeden geri dönemeyeceğini bildiği, geri dönüş umudunu tükettiği gibi, yeni bir hayal kuracak güce ve idrake de sahip olmadığı için yapıyor. O yüzden ürettikleri nostalji bile riyayla dolu. Sıradan AKP’lilerden bahsetmiyorum. Sözünü ettiğim taifeyi oluşturanlar sıradan AKP’lilerden “avam” diye bahseder. Bunlar, zamanında ettikleri lafa, takındıkları tavra yalnız kendilerine benzer olanların değil, benzemeyenlerin de itibar ettikleri, okur-yazar ama artık düşünemez hale gelmiş, basiretleri sakatlanmış, vicdanları felç olanlar. Kendilerini gayet iyi biliyorlar.
Onlarla, en başta öyküsünü aktardığım taksi şoförüyle olduğu gibi bir diyalog geliştirmek mümkün değil. Çünkü dillerinin her bir boğumunda başka bir yalan, başka bir riya var. Kendi söylediklerine kendileri de inanmıyorlar, o yüzden bugün söylediklerinin yarın söyleyeceklerini tutmamasında bir beis yok. Tutarsızlığın nedeni kafa karışıklıkları değil, kalplerindeki büyük, kara delikler. Artık Allah bir deseler inanmayacak evlatları bile. Mevkileri ve iktidarın gözdesi oldukları için peşlerinde dolaşan yayınevleri aramayacaklar bir daha, hatta onlar da kapanacaklar, kitapları basılmayacak, yazıları okunmayacak, bir meclise girdiklerinde yalancıktan bile olsa saygı görmeyecekler. Bütün bunları bildikleri için devam ediyorlar, anın tadını çıkarıyorlar. Tek istedikleri bu akıbeti biraz daha geciktirmek. Bugüne, şu ana hapsoldular. Buna da “modernlik” diyorlar: “Evet evet, bütün bunlar moderniteden kaçamadığımız için. Sonunda biz de teslim olduk. Elimizden ne gelirdi ki? E bari tadını çıkartalım. Geçenlerde hacamat yaptırdım, yeni bir hoca gelmiş, öyle iyi geldi ki, sanki ruhum temizlendi!”
Andre Gunder Frank, Latin Amerika burjuvazisini lumpenburjuvazi diye adlandırır. Lumpenliği ise kültürel üretim ya da tüketim üzerinden değil, bağımlılık ilişkisi ile tarif eder. Ona göre her ne kadar “solcu” akımlara gönlünü kaptırmış gibi görünse de bu taife, kaderini eski sömürgecilere yani Batı’ya bağladığı için lümpenlikten kurtulamaz. Müzikten, edebiyattan, şiirden anlamak, dünya nimetlerini nitelik gözeterek tüketmek lümpenliğin bu türlüsünden beri olmaya yetmez. Aksine kendi halklarıyla kurdukları ilişki, Batılı efendilerin kurdukları sömürü ilişkisinin aynısıdır. Lafa geldiğinde ise yerlilikten, millilikten, işçi sınıfının haklarından, emekten, mazlumlardan dem vururlar. Şükür Allah’a yukarıda sözünü ettiğim AKP’li entel taifenin Batı’ya bağımlılığı aynı yönde değil. Batı ne derse tersini söyleyerek ve yaparak geliştirdikleri, Richard Sennet’in de adına “itaatsiz bağımlılık” dediği türden bir bağımlılıkları var Batı’ya karşı. Ki bu kolayca kamufle edilebilir bir durum. Koca bir hamaset edebiyatı bunun için var.
Öte yandan, kaderlerini, vicdanlarını, idraklerini şimdilik iktidarda olan bir ekibin bile değil, tek bir kişinin kaderine, vicdanına ve idrakine bağımlı kılmış durumdalar. Öyle ki bu bağın kopmaması için haysiyetlerinden olmakta, birbirine işledikleri suçların bilgisiyle bağımlılaşan bir çeteye dönüşmekte beis görmüyorlar. Onları lümpenleştiren de bu bağımlılık. Benliklerini “millilik ve yerlilik” hamasetinin gölgesinde tüm ülkenin yağmalandığı, her türlü ve her düzeyde sömürünün, üstelik dini söylem üzerinden meşrulaştırılıp kurumsallaştırıldığı bir siyasi tahayyülün hizmetine sunmuş, bu hizmetin getirileriyle de semirmiş vaziyetteler. Lafa gelince, “muhaliflerimiz bize saygı duymuyorlar, eleştirilerini saygı çerçevesinde yapmıyorlar” diyorlar. Bu yakınma, kendilerinde saygıdeğer bir taraf bulamadıklarının, bekledikleri şeyin saygı değil, çanağına ekmek bandıkları iktidara yönelik bir yaltaklanma olduğunun fosforlu bir kanıtı. Birbirlerine gösterdikleri “saygı”nın maisi de yine bu fosfor. Şıracının şahidi bozacı kavliyle övgüler düzüyorlar birbirlerine köşelerinden, kitaplarından. Nezaket süsü verdikleri riyayla sırmalanmış cümleler insanı dilden soğutuyor.
Allah yardımcıları olsun, demek isterdim, ama içimden gelmiyor.