DTK’nın düzenlediği Demokratik İslam Konferansı, “demokrasi ve İslam” ilişkisini bir kez daha gündeme getirdi. Kürt özgürlük hareketi, din ile ilişkisinde yeni bir adım atmaya hazırlanırken, peki sosyalistler konuya nasıl bakıyor? İslam demokratik midir, gerici mi? Din Kürt sorununun çözümünde nasıl bir rol oynayabilir? Sosyalistlerin, Müslüman emekçi kitlelerle arasındaki mesafede dine yaklaşımının etkisi var mı? Egemenlerin dini ve ezilenlerin dini gibi bir ayrım mevcut mu? Gerçekten söylendiği gibi devrimciler dine düşman mı?
Tüm bu soruları, Sosyalist Yeniden Kuruluş Partisi (SYKP) PM üyesi Halit Elçi ile konuştuk:
Kürt özgürlük hareketi öncülüğünde Demokratik İslam Konferansı toplanıyor. Konferansa ilişkin ne düşünüyorsunuz, beklentileriniz nelerdir?
2012 Eylül’ünde bir konferans daha yapılmıştı, 1. Kürdistan İslam Konferansı adıyla. Bu sefer Demokratik İslam Konferansı diye adlandırılmış. Sanırım demokratik yan bu sefer daha belirgin bir şekilde ortaya çıkacak. Kaldı ki Kürt özgürlük hareketi, din konusunda oldukça gelişkin bir anlayışa sahip. Halkın dini inançları konusunda son derece duyarlı ve egemenlerin dini kullanmasına karşı da son derece yaratıcı hamleler yapabilen bir hareket. Bu konferansın da bunun bir parçasını oluşturduğunu düşünüyorum. Kürt halk hareketi içerisinde İslamiyet’in çok büyük bir etki alanı olduğunu biliyoruz. Türkiye’nin en dindar kesimi Kürtlerdir aslında, aynı zamanda büyük bir devrimci kalkışmayı da gerçekleştiren kesimdir. Tabi PKK’nin bu konudaki doğru tutumunun çok büyük katkısı vardır.
İslam ve demokrasi ilişkisi eskiden beri tartışılıyor. Siz bu meseleyi nasıl ele alıyorsunuz?
İslam değil sadece, genel olarak din meselesine nasıl baktığımızla bağlantılı bir konudur. Dini; tarihin bir döneminde gelmiş, statik, değişmez, kuralları belirlenmiş, tamamlanmış bir kurum olarak anlarsak yanılırız. Marksist materyalist yaklaşım dini toplumsal yaşamla bağlantılı olarak kavratır. Toplumsal yaşamdaki değişimler dine etki eder, dini değiştirir, yönlendirir. Örneğin kapitalizmin Hristiyanlık’la kurduğu ilişki… Ortaçağ’da kilise faizi yasaklamıştır, emeğin bir biçimini kutsamıştır, diğerlerini lanetlemiştir. Ama kapitalizmin gelişmesiyle birlikte kilise çok ciddi biçimde yön değiştirmiştir. Mesela faiz artık yasak olmaktan çıkmıştır. İslamiyet için de aynı şey geçerlidir.
Demokrasi ile İslam buluşur mu? Niye buluşmasın. Toplumsal güçlerin maddi çıkarlarının hangi yönde olduğuyla ilgili bir meseledir. Toplumsal güçler demokratik bir kurumlaşma yaratabiliyorsa, demokratikleşme potansiyeline sahipse İslamiyet de bunun bir parçasını oluşturur ve onunla uyum sağlayabilir. İslamiyet ile demokrasi arasında herhangi bir çelişki olduğu kanısında değilim. Hatta Hristiyanlıkla demokrasinin uyuştuğu varsayılıyor ama İslamiyet ile demokrasinin bağdaşmayacağı söyleniyor. Bu, batı merkezli üretilmiş bir tezdir ve kesinlikle yanlıştır. Bu toprakların insanları, emekçileri, ezilen kesimleri demokratikleşme iradesi gösterdiğinde inançları da buna uyum sağlayacaktır.
İslam’ın Kürt sorununun demokratik çözümünde, halklar arasında adil bir barışın sağlanmasında katkısı olabilir mi?
Olabilir. Ben AKP’nin bugünkü politik esnekliğinde İslamcı arka planının çok etkili olduğunu düşünüyorum. Ulus devlet anlayışı toplumu bir cendereye soktu. İttihat ve Terakki ile başlayan ve cumhuriyet ile devam eden süreç ideolojik kısıtlar yarattı. Toplumun aydın kesimlerini etkileyen, ama genel olarak topluma yayılan bu ideoloji, Kürt ulusunu yok saydı, sadece Kürtler değil herkesi Türk kalıbının içerisine sokmaya çalıştı. Oysa Osmanlı sisteminin -ki ana ideolojik kaynağı dindir- bu konuda çok daha esnek olabildiğini görüyoruz. Osmanlı’nın sömürgeciliği, Müslümanlar dışındakileri ikincil sayması vs. bir yana, bunları biliyoruz ama Osmanlı toplumunda örneğin bir Kürt sorunu bu derece yakıcı ve yıkıcı bir sorun halinde değildi. Çünkü peygamber, “Arap’ın Arap olmayandan bir üstünlüğü yoktur” der. Bu temel bir kıstastır. Allah’ın önünde herkes eşit kullar olarak kabul edilir. Tabi ki toplumsal yapı içerisinde egemenlerin İslamı-ezilenlerin İslamı çıkmıştır. Ama ümmet anlayışı, yani ulusal ve kavmiyetçi değil, aslında eşitleyicidir. Bu anlamıyla İslamiyet’in bir avantajı vardır. Ama bu tabi ki otomatik olarak Kürt sorununu çözmez. Onun arkasında bazı toplumsal siyasal çıkarlar varsa, Kürt sorununun çözülmesinde etkili olabilir.
AKP sırf İslamcı olduğu için Kürt sorununu çözmez, ama bu egemen sınıflar açısından bir zorunluluk haline gelmişse o zaman bunu yapar, kolaylığı vardır. CHP’nin bu kadar katı, kısır bir politika yürütmesinden ulus devlet anlayışının, milliyetçiliğin, ulusalcılığın çok büyük etkisi vardır. İdeolojisi, politikayı çok ciddi ölçüde kısıtlamaktadır.
Kürt halkı açısından ise zaten Kürtler (siyasal halk hareketini kast ediyorum), İslamiyeti farklı biçimde yorumladıkları için daha büyük kolaylık sağlayacaktır. İslam bu anlamıyla Kürt sorununun çözümünde katkıda bulunabilir.
Türkiye sol-sosyalist hareketinin emekçi halk kitleleriyle bir yabancılaşma sorunu yaşadığı biliniyor. Halkların ağırlıklı kısmını Müslüman inanıştan emekçilerin oluşturduğu göz önüne alındığında, bu yabancılaşmada, sol-sosyalist güçlerin din olgusunun tarihsel ve toplumsal- kültürel gerçeğini kavramadaki yetmezlikleri ve yanlışlıklarının payı nedir sizce?
Aslında yine din değil ama ideolojik düzeyde Türkiye sosyalist hareketin modernist pozitivist ideolojiyle tam olarak hesaplaşmamasının etkisi var, halk ile ilişki kurmakta zorlanmasında. Bunun tabi ki doğrudan bir parçası din. Kemalizm üzerinden genel bir modernist pozitivist anlayış sol hareket içerisinde etkili ve bu yaklaşım aslında burjuva materyalizme denk düşer. Dini bir yalan olarak sunar. “Peygamberler insanları kandıran sahtekarlardır, din yalandır, dindarlar örümcek kafalıdır, ibadet yapan gericidir!” Klasik sol anlayışa, sosyalistlere de bu çok ciddi ölçüde yansımıştır. Aslında bu burjuva materyalist anlayıştır. Sosyalistler buradan kopmak zorundadır. Eğer biz bunu beceremezsek devrim ya da sosyalizm hayaldir zaten. Sünniler toplumun çok büyük bölümünü oluşturuyor. Ama ne yazık ki sosyalist hareket, Sünni halk arasında ciddi bir taban oluşturamıyor, büyük ölçüde Alevi kitleye hapsolmuş durumda. Aslında bu, 70’li yıllarda kırılmıştı, Karadeniz, Akdeniz, Ege hattında sosyalistler, devrimciler büyük güç kazanmıştı ama oradan geri çekildik ve Alevi, orta sınıf kitleye sıkıştık. Buradan çıkış olamaz. Her seçimden sonra bir feveran yayılır, işte “bu halk aptaldır, gericidir, bu halktan bir şey olmaz.” Bu şunu demektir; sosyalizm ve devrim mümkün değildir. Çünkü biz bu halkı örgütlemeyi başaramazsak, bu halk ile birlikte mücadele etmeyi başaramazsak devrim falan olmaz. Sosyalizmi kiminle kuracağız. Tersine çubuğu bükmek zorundayız.
Biz niye Sünni halk ile bağ kuramıyoruz? Burada ciddi ideolojik kültürel kodlamalar var. Bunları fark edip üzerine gitmeliyiz. “Dindar olan gericidir” gibi bir kalıp ile sosyalistlik de, devrimcilik de yapılmaz.
“Dine taviz veriliyor” gibi eleştiriler de gelir sosyalist hareket içinden. Tam tersine Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın yöntemini kullanmak lazım. Tanrı’nın varlığını tartışmak yerine tanrı imgesi ve gücünün nereden geldiği, insanların bunu nasıl yarattığı üzerinde durmak lazım. Cennet ve cehennemin varlığını tartışmak yerine, insanlar zihinlerinde cennet ve cehennemi nasıl yarattı, bunu analiz etmek lazım. Olaya bu açıdan baktığımızda esas olan kitlelerin maddi çıkarlarıdır. Sadece maddi değil, manevi de. Yani mesela onurlu yaşamak da insani bir taleptir. Biz sosyalistler olarak bu açıdan baktığımızda binlerce örneğini de görüyoruz. Fabrikalara MHP’li, AKP’li, dindar işçilerle ilişki kurabiliyoruz, onu gerici faşist diye nitelemediğimiz, onu bir işçi olarak gördüğümüz zaman. Bütün işçi direnişlerine bakalım, hepsinde sağcısı solcusu, hangi partiye oy verdiği, hangi inanca sahip olduğu önemli değildir. Kısa sürede yoldaşlaşır, o bağlar önemsiz hale gelir. Bunun için sosyalistlerin, insanların inancına saygı göstermeyi öğrenmesi lazım. Eğer siz namaz kılıyor diye onu gerici yobaz diye tanımlarsanız, onunla ilişki kuramazsınız. Dinin de bir toplumsal ihtiyaç olduğunu görmemiz lazım. Toplumun önemli bir kesimi açısından söylüyorum bunu. Bir toplumsal olgu olarak algılarsanız, onun maddi temellerini görürseniz, ancak o zaman toplumla ilişki kurabilirsiniz, büyük Sünni kitlelerle de ilişki kurabilirsiniz.
Evet, dine materyalist bir yaklaşım gereklidir. “Bütün dindarlar gericidir, yobazdır” kalıplarının aslında idealist bir yaklaşım olduğuna inanıyorum. Dini, kalıplaşmış, statik düşüncelerle açıklamaktır. Oysa materyalistler dindeki değişimlerin, gelişimlerin, dinsel kurumların maddi temellerine, toplumsal temellerine bakarlar, o toplumsal temeller değiştikçe dinin de değişeceğini iyi bilirler. Bu, sosyalistler olarak üstesinden gelmemiz gereken bir sorun. Biz, dindarlarla, inanan namaz kılan, oruç tutan insanlarla devrim yapacağız. Ama önce inançlarına saygı göstermesini öğrenmemiz lazım.
Devlet dini ile halk dini gibi bir ayrım var mı sizce?
Elbette ki böyle bir ayrım var, bütün dinlerde. Aslında Engels de buna işaret etmiştir. Dinler, hemen her zaman ezilenlerin düşüncesi olarak ortaya çıkmıştır, kurtuluş düşüncesi olarak ortaya çıkmıştır. Bunlar eşitlikçidir, kurtuluş ideolojileridir. Ama ilk çıkışlarındaki bu yapıları sonradan, toplumun bütününe yayıldığı zaman egemenlerin resmi ideolojisi haline gelmiştir. Kilise böyledir mesela. İsa’nın gömleği bile yoktur, tamamen mülksüzdür. Ama şimdiki papalara bakarsak, milyonlarca dolarlık elbiseler giyiyorlar. Muazzam bir değişim. Çünkü dine, egemen sınıflar el koymuştur ve tamamen kendi çıkarları doğrultusunda dönüştürmüşlerdir. İslamiyette de aynı şey geçerlidir. Örneğin Mekke’de gelen ayetler, hemen bütünüyle ezilenlerin çıkarlarını gözeten ayetlerdir. Burada mesela cezalandırma yoktur, daha çok Allah’ın birliği vardır ki bu da politik bir anlayışın ürünüdür o dönem için. Hep ezilenlerden yanadır, emekçilerden yanadır, köleleri, kadınları zayıfları koruyan ayetlerdir. Ama Medine’de bu yavaş yavaş değişmiştir. Çünkü siyasallaşmıştır. Medine’de devletleşme eğilimiyle birlikte daha cezalandırıcı, toplumun farkı kesimlerini birleştirici ayetler gelmeye başlamıştır. Ama yine de İslamiyet, o haliyle bile büyük ölçüde ezilen kesimlerin çıkarlarını gözeten bir sistemdir. Ama özellikle Medine’den Mekke’ye dönülmesiyle, Mekke’nin ele geçirilmesiyle birlikte Arap egemen sınıfların da Müslümanlaşmasıyla egemen sınıfın ideolojisi haline gelmiştir. Bu, sonraki dönemlerde çok olağanüstü boyutlarda kurumsallaşmıştır. Buna karşılık her zaman bir halk dini olmuştur. İslamiyet’te de, Hristiyanlık’ta da çok sayıda tarikat, cemaat farklı halk hareketleri olmuştur. En iyi örneği de Şeyh Bedrettin olayıdır. Şeyh Bedrettin aslında bir din alimidir. Ama mülkiyeti reddetmiştir. Bu anlamıyla sosyalist bir kanala girmiştir. Bu İran’da var, Irak’ta Karmatiler örneği var.
Aslında din, onu kabul eden her toplumsal kesimin çıkarlarına göre yeniden yorumlanmıştır. Elbette işçiler açısından İslamiyet başkadır, patron açısından başkadır. 300 milyarlık ciplere binen başörtülü kadınla merdiven altı bir atölyede çalışan tekstil işçisi başörtülü kadının dini aynı olabilir mi, olamaz. Örneğin MÜSİAD eski başkanı şöyle diyor: “Ben zenginliğimi göstermeliyim. Bu haktır ve gerekliliktir. Ben lüks yaşamalıyım ki ihtiyacı olan beni görsün ve benden istesin.” Bu tam bir yalan. İslam’da ibadet ve yardım gizli yapılır. Biz çocukluğumuzdan beri böyle gördük, babamızdan, dedemizden böyle öğrendik. Fakat kapitalizm geliştikçe geleneksel İslam’ı da parçalıyor ve burjuva İslam’a dönüştürüyor. Her sınıfın İslam’ı farklıdır. Örneğin Antikapitalist İslamcılar ya da Ali Şeriati gibi İslam’ı farklı biçimde yorumlayan kesimler var. Onlar diyor ki, çok haklı olarak, mülk Allah’ındır. Bu şu anlama gelir; mülk toplumundur, kamunundur. Çünkü Kur’an’da Allah’ı çıkartın, onun yerine insanı koyun hiçbir şey değişmez. Bu yaklaşımın gelişeceğini umuyorum.
Etkin Haber Ajansı /Derya Okatan