SEÇTİKLERİMİZ – Fehim Taştekin, Al Monitor’a yazdı: “İdlib cehennemin son perdesi olarak sona bırakılmış görünüyor. O cehennemin en fazla yakacağı çeper de Türkiye.”
FEHİM TAŞTEKİN
Türkiye’nin Hatay iline iki tarafından sınır olan İdlib’in El Kaide bağlantılı Heyet Tahrir El Şam’ın (HTŞ) eline geçmesi Ankara’yı ciddi bir açmazla karşı karşıya bıraktı.
18-24 Temmuz arasında yaşanan çatışmaların neticesinde 30’un üzerinde yer HTŞ’nin eline geçerken Türkiye’nin desteklediği Ahrar El Şam (Ahrar) ve müttefikleri Ariha ve Cebel Zaviye dışındaki bölgelerden İdlib’in güneyine yani Hama kırsalına çekildi.
HTŞ Türkiye ile sınır kapılarının olduğu bölgeleri de kontrolü altına aldı. Ancak 21 Temmuz’da iki taraf anasında varılan ilk anlaşma gereği Cilvegözü’nün karşısındaki Bab El Havva kapısı, Ahrar’ın kontrolünden çıkarak oluşturulan sivil bir yönetime geçti. Anlaşmaya rağmen tekrarlanan çatışmalar nedeniyle kapatılan sınır kapısı 26 Temmuz itibarıyla yeniden açıldı. Bu sınır kapısından günde ortalama 300 TIR geçiş yapıyordu.
İdlib’deki dengelerin önemli ölçüde El Kaide çizgisindeki bir yapının eline geçmesinin ardından Türkiye’nin nasıl bir tutum izleyeceği merak konusu oldu. Türkiye’yi zorlayacak tabloda şu hususlar öne çıkıyor:
Türkiye sınırlarından gelen insani ve askeri yardımların kesilmemesi için HTŞ’nin ana bileşeni olan Nusra Cephesi, İdlib’in ele geçirildiği 28 Mart 2015’ten bu yana kapılardan uzak durmuştu. Resmi kapı olan Bab El Havva ile yasa dışı olarak kapı işlevi gören Hirbet El Coz geçişi Ahrar’ın önemli gelir kaynağıydı. Ahrar, Bab El Havva’yı ilk çatışmaların sonunda, Hirbet El Coz’u ise 21 Temmuz’daki ateşkes anlaşmasından üç gün sonra yeniden başlayan çatışmada kaybetti. HTŞ, İdlib’in nefes borusunu açık tutabilmek için Bab El Havva’nın tarafsız bir sivil yönetime bırakılmasını tercih etti. Yine de sınırda muhatabının doğrudan El Kaide olmaması “Türk hükümeti El Kaide’nin hakimiyet alanındaki bölgelere yardım ediyor” suçlamasındanTürkiye’yi kurtaramayabilir. İnsani yardım malzemelerine geçit vermek durumunda kalan Türkiye, HTŞ’yi Ahrar ile tekrar birlikte hareket etmeye zorlamak için sınır kapılarını koz olarak kullanabilir. Yine Türkiye, HTŞ’nin varlığından mutsuz olan Suriye Ulusal Koalisyonu ile bağlantılı sivil yönetim unsurlarını da kışkırtabilir.
Bu arada belli yerlerde sivil unsurlar HTŞ’ye karşı gösteriler düzenledi. Sivil yönetim unsurları çatışmalara son verilip devrime odaklanılmasını istedi. Ancak hala belli dengeleri gözeten HTŞ ile restleşmeler keskinleşirse bu baskılar da işe yaramayabilir. HTŞ’yi süpürme hareketine iten saik, Türkiye’nin Fırat Kalkanı Harekatı’nı İdlib’e taşıma planını engelleme düşüncesidir.
Sahanın güç dengelerindeki bu değişim, Türkiye’nin İdlib ve Afrin’le ilgili planlarını etkileyecek bir boyuta sahip. Düne kadar Ankara’nın sınır hatlarında hayata geçirmeyi arzuladığı plan şuydu: Azez-El Bab cebindeki Fırat Kalkanı Güçleri, Kürtlerin savunma gücü Halk Savunma Birlikleri’ni (YPG) Tel Rıfat ve Menagh gibi yerlerden çıkartıp Azez ile İdlib arasında bir koridor açacak. Ardından bir yarım ay hareketiyle İdlib’in kuzeyindeki HTŞ güçleri bölgeden uzaklaştırılacak. Böylece bölge, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin (TSK) himayesindeki muhaliflerin kontrolüne girecek. Ardından İdlib Rusya ile Astana’da varılan anlaşma gereği bir çatışmasızlık bölgesine dönüştürülecek.
Rusya ile bilinen bir mutabakat olmamakla birlikte Türkiye’nin bu hamleyle yapmak istediği asıl önemli şey ise Kürtlerin kontrolündeki Afrin’i tamamen kuşatmak. Batı ve kuzeyden Türkiye sınırlarına yaslanan Afrin halihazırda kuzeydoğuda Fırat Kalkanı güçlerinin kuşatması altında. Yine de Afrinliler, Tel Rıfat üzerinden Halep ve Menbic’e geçiş imkânına sahip. Ankara bu kanalı da kapatarak tam çökertme stratejisi izlemek istiyor. Normal planda Ankara bütün bunları Ahrar El Şam ve diğer müttefik yapılar üzerinden yapmak istiyordu. Ancak Ahrar’ın, HTŞ karşısında büyük bir stratejinin taşıyıcı kolonu olamadığı anlaşıldı.
HTŞ karşısındaki hezimet bölgenin geleceğine dair Türkiye’yi iki zor seçimle karşı karşıya bırakıyor: Türkiye ya doğrudan HTŞ ile savaşı göze alıp İdlib’e girecek ya da Rusya ve Suriye’nin bölgeye operasyon düzenlemesini kabullenecek. Birinci seçenek İdlib’de yaşayanların rejimin kontrolündeki bölgelere, ikinci seçenek Türkiye’ye kaçması anlamına geliyor. Rakamlar tartışmalı olsa da 3 milyon sığınmacıyı barındıran Türkiye artık sınırlarda tek bir kişinin bile geçişini istemiyor. Türkiye’nin İdlib’e müdahalesinin yol açacağı tepkiler, Fırat Kalkanı ile Cerablus-El Bab hattında İslam Devleti’ne (İD) yapılan müdahaleden farklı reaksiyonlara yol açabilir. Türkiye, Antakya ve Gaziantep Operasyon Odaları üzerinden uzun süre Ahrar ve Nusra ikilisini destekledi. HTŞ’nin düşman ilan edilmesi silahların Türkiye’ye çevrilmesine yol açabilir. Birçok muhalif grup da aralarındaki sorunlara rağmen Türkiye’yi işgalci bir güç olarak değerlendirebilir. Suriye yönetimi açısından Türkiye zaten işgalci.
Türk ve Kürt medyasında ise arka plan bilgisi içermeyen bir senaryodan bahsediliyor. Kürt medyasına göre Türkiye, Rakka’dan sonra Suriye Demokratik Güçleri’nin (SDG) İdlib’e yöneleceğini hesaba katarak bu bölgeyi işgal etmek için Ahrar’ın sonunu kendi elleriyle hazırladı. Böylece El Kaide’yi temizleme bahanesiyle bölgeye girme fırsatı buldu. Bu senaryoya Türkmen cephesinden gelen bir iddia da çanak tutuyor.
Türkmen Milli Hareket Partisi Başkan Yardımcısı Tarık Sülo Cevizci’ye göre Türkiye bölgenin El Kaide’nin eline geçmesine sessiz kalmayıp kendi askerleriyle müdahale edecek: “Türkiye zaten o bölgeye girmek ve o bölgede bulunmak istiyor. İdlib'deki çatışmalar Türkiye'nin işine yarayabilir. Gerekli bir zemin oluşursa Türkiye müdahale edebilir. (…) Türkiye, ABD ve Rusya bloklarıyla karşı karşıya gelebilir. ABD, YPG’yle; Türkiye, ÖSO’yla; Rusya ise rejimle İdlib'e müdahale etmek isteyebilir.”
Türk hükümeti Astana’da kendini oyun kurucu olarak tanımlıyor. Ancak Türkiye’nin elini güçlü tutan Ahrar’ın saha hakimiyetiydi. Son krizde pek çok grup Ahrar’a bağlılık yeminini yinelese de saha hakimiyetini yitirmenin yanı sıra bazı kopmalar da Ahrar’ın bir manivela kuvveti olmaktan çıktığını gösteriyor. Bir dönem ABD’nin TOW füzesi verdiği Nureddin Zengi Tugayı, HTŞ’den ayrılıp tarafsız kalacağını ilan etse de 18-24 Temmuz arasında 19 grup HTŞ’ye katıldı.
Bu da Türkiye’nin Rusya ve İran’a karşı elini zayıflatan bir sonuç. Ahrar ve müttefiklerinin kan kaybetmesinde finansör konumundaki Katar’ın kendi derdine düşmesi de etkisi oldu. Sonunda HTŞ’yi doğuran, güçlendiren ve son çatışmayı tetikleyen sürecin arkasında Ahrar’ın Türkiye’nin yönlendirmesiyle Fırat Kalkanı ve Astana sürecinde katılması yatıyor. HTŞ, 12 Mayıs’ta İdlib’de camilerde Türkiye’yi kınayan hutbeler okutmuştu. Kısa bir süre sonra Ahrar cephesine saldırılar başladı ve bir ay içinde HTŞ lehine çözülmeler yaşandı. HTŞ’ye göre Türkiye ile birlikte hareket eden gruplar yabancı güçlerin çıkarlarına hizmet ediyordu.
Lübnan’ın Arsel bölgesinde ordu ve Hizbullah’ın başlattığı operasyon karşısında ateşkes anlaşması imzalamak durumunda kalan Nusra’nın yaklaşık bin 500 savaşçısını da İdlib’e nakletmesi bekleniyor. Bu gerçekleşirse HTŞ’nin İdlib’deki savaşçı kapasitesi artmış olacak.
Sonuç olarak İdlib, Suriye savaşında dananın kuyruğunun kopacağı yer olarak duruyor. Son iki yılda farklı bölgelerden tahliye edilen savaşçılar İdlib’e gönderildi. Burası bir nevi “cihatçı temerküz merkezi”ne dönüştü. Ama bu savaşın eli kulağında değil. Suriye ordusu, ABD’yle bayrak yarışının sahnelendiği Rakka ile enerji kaynaklarının yoğun olduğu Humus, Deyrezor ve Palmira üçgenine yoğunlaşmış durumda. Bu kadar geniş bir alanda askeri konuşlandırma İdlib’de büyük bir operasyonu zorlaştırıyor. O yüzden İdlib cehennemin son perdesi olarak sona bırakılmış görünüyor. O cehennemin en fazla yakacağı çeper de Türkiye.