İki aylık periyotlarla yayınlanan, sosyalist kültür dergisi Siyaset’in; Haziran – Temmuz 2017 sayısında, Mustafa Çeçen’in yazdığı; ”Olağanüstü devlet biçimi olarak: Yeni Türkiye” başlıklı yazıyı, derginin izniyle yayınlıyoruz.
MUSTAFA ÇEÇEN
Türkiye’de kapitalist devletin aldığı olağanüstü biçimin niteliği solda tartışılmaya devam etmektedir. Bu tartışma, 2010 Anayasa değişiklikleri ile başladı, 2013 Gezi Haziranı ile devam etti, 2014 ve 2015’deki seçimler ve nihayet, 15 Temmuz Darbe Girişimi ve 2017 Anayasa değişiklikleri sonrasında da sürüyor.
Bu tür tartışmalar solun akademik platformları1 dışında siyasal platformlarında da (hareketler, partiler vb. içinde) sürdürülüyor. Burada, özellikle siyasal çevrelerde sürdürülen bazı tartışmalarda2 sorunlu olduğunu düşündüğüm bazı noktalara dikkat çekmek istiyorum.
Varılan evrenin tespit edilmemesi
Bu tartışmalarda solun genelince süreç vurgusu yapılmakta ve “henüz kurumsallaşmış bir rejimle karşı karşıya olunmadığı” sonucuna varılmaktadır. Olgusal olarak bir dizi gerçeklik ardı ardına sıralanarak savunulduğundan ve ayrıca savunucuları, rejimin halen de taşıdığı demokratik potansiyellere ilişkin kimsenin aklına gelemeyecek ayrıntıları görünür kılmasından dolayı, aslen verimli olan bir süreç analizine dayansa da, bence bu bir yanılgıdır. Gerçekten de, süreçte, kapitalist devleti olağanüstü bir biçimine dönüştüren demokrasi karşıtı siyasi aktörlere direnen çok çeşitli demokrasi dinamikleri tümüyle bastırılabilmiş değildir. Mücadelelerin seçim benzeri platformlarda görünür şekilde yürütülebildiği de görünür bir gerçektir.
Görünür gerçeklere rağmen süreç analizinin bir yanılgı olması, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın neredeyse her konuşmasında vurguladığı “yeni Türkiye” gerçeğini ısrarla örtüyor olmasından kaynaklanır. Cumhurbaşkanı Erdoğan, 2015 Haziran seçimlerinin çok öncesinde telaffuz etmeye başladığı bu kavramı, 15 Temmuz Demokrasi ve Milli Birlik Günü’nü3 doğuran menfur darbe girişiminin başarısız olması üzerine, bu kez aldıkları mesafeyi göstermek üzere “tarihsel önemde bir dönüşüm”e işaret etmek için daha da vurgulu şekilde kullanmaya devam etmiş, AKP hükümetlerinin 14 yılda aldığı mesafeyi ve gerçekleştirdiği bu dönüşümü, solun da anlayabileceği dille, ayrıca, “sessiz devrim”, “büyük devrim” olarak nitelemiştir4.
Demek ki yönetenler katında, “eski Türkiye”nin “yeni Türkiye” ile aşıldığı, “yeni Türkiye”nin nihayet 16 Nisan’da yapılan Anayasa referandumu ile kabul edilen “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” ile inşa edildiği ve inşa sürecinin de Erdoğan’ın “kurucu lider”liğinde devam edeceği konusunda en ufak bir şüphe yoktur5.
Buna rağmen, “yeni Türkiye”de kapitalist devletin aldığı olağanüstü biçimin stabil olmadığını düşünerek, varılan evreyi tespitten kaçınanlar, sermaye çevrelerinden neşet eden ve yankısı Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) saflarında görülen, Cumhuriyet’in eski dinamiklerinin henüz tümüyle tüketilmediği yanlışına düşmektedir. Örneğin, Türkiye’nin tüm yurttaşları için halen daha laik ve demokratik bir ülke olduğu ya da daha iyi ihtimalle henüz bu doğrultunun başat olduğu kabul edilmektedir.
Bu, hem doğrudur hem de doğru değildir. “Yeni Türkiye”, 12 Eylül’ün Türk-İslamcı resmi ideolojisinden bir yeni “millet” yaratılarak inşa edilmektedir, bu anlamda 12 Eylül rejiminin farklı bir aşamada yeniden kurumsallaştırıldığı kabul edilebilir. Aslında Evren’in kurmak istediği ama Erdoğan’ın kurucusu olduğu bu yeni “millet”in parçası olmayı kabul etmiş kesimler açısından, Türkiye fazlasıyla “laik” ve “ileri demokratik”tir. “Hayır, bu milletin tamamı değil, hatta yüzde 50’si bile değil” diyenler açısından, insan hakları sicili Avrupa Komisyonu tarafından tekrar denetime alınmış, sivil ve siyasal özgürlüklerin ortadan kaldırıldığı, laiklik ilkesinin sadece hakim mezhebe devletin kamu hizmeti götürmesi olarak anlaşıldığı, eğitiminde Sünni hakimiyetinin sağlandığı ve ruhbanın toplumsal hayattaki meşruluğun kaynağı haline getirildiği, ne demokratik ne de laik bir ülkedir. Başörtüsü ile görev yapan polis, asker ve hakim için “ileri demokratik” ve “laik” olan ülke, çocuğunun din dersi almasını istemeyen Alevi için, ne demokratik ne de laiktir.
Siyasetin görünür sahnesi, hoşumuza gitsin gitmesin şöyledir: “Yeni Türkiye”, kurulan yeni devlet aygıtının hakikatidir; bu devlet aygıtına göre, Erdoğan “yeni Türkiye”nin kurucu lideridir ve “yeni Türkiye”yi başka deyişle, yeni devleti, zaman zaman tökezlese de inşa etmeye devam etmektedir. Bu ara evre tespit edilmeksizin yapılan her analiz, bugün, esasen Erdoğan’ı tarihin bir sonucu değil anomalisi olarak görmeye dayandığı için baştan yanlıştır.
Hakim sınıflar analizinin arka plana itilmesi
Solda da, maalesef, liberal çevrelerde yaygın olan Erdoğan’ı tarihsel bir sonuç değil kendine özgülük olarak görme, yaşanan süreci Erdoğan’ın özneliği ile anlamaya çalışarak sermaye ile “yeni Türkiye” ilişkisini karartma tutumu, genellikle hakimdir. Erdoğan’ı tarihin bir anomalisi olarak gören anlayış, muhtemelen uluslararası sermaye çevrelerindeki kimi kısmi homurdanmalardan yola çıkarak, bu sermaye çevrelerine entegre olmuş olan ve TÜSİAD’da simgeleşen büyük sermayenin Erdoğan rejimine kerhen destek verdiği ya da destek vermediği, hatta aslında baskı altında tutulduğu için destek verdiği -neredeyse Koç grubu için ağlayacağız!- yalanını (evet bu bir yalandır) yaymaktadır.
Çok açık ve net bilinmelidir. Bana göre, bugün Erdoğan’a, “yeni Türkiye’nin kurucu liderine” bakan bir solcu, onun omuzlarının üzerinde “sağ meleği” olarak MÜSİAD’ı “sol meleği” olarak TÜSİAD’ı görme basiretine sahip değilse, ya kördür, ya aptaldır ya da bilinçli bir rejim ideoloğudur. Kördür, muhtemelen dünyaya uzun süredir Kapital zaviyesinden bakmayı unuttuğu için körleşmiştir. Aptaldır, muhtemelen demokratik niteliğini daha 1848’de tümüyle yitirmiş olan burjuvaziden demokrasi ummakta, Erdoğan karşısında “kendisine acımamız gereken” sermaye ile demokrasi cephesini inşa etmeye soyunmaktadır. Bilinçli bir rejim ideoloğu olduğu ise, bu analizin, yoksullardan kitlesel destek alan AKP’yi meşru kılmak için rejim yazarlarının Sabah ve Akşam tekrar ettikleri ve yayılmasını istedikleri analiz olduğunu bilip de bilmemezlikten gelmesinden anlaşılır.
Bu gerçek bilinmediğinde; kendisi bir sermaye partisi olmak istemekle birlikte sermaye tarafından sadece ve sadece, ezilen mezhep mensubu alt sınıfların ve laik yaşam tarzını benimsemiş orta sınıfların “yeni Türkiye”ye karşı olası isyanını, bu kesimleri rejime içererek bastırmakla “görevlendirilmiş” bulunan, neyse ki toplumsal tabanı buna uygun davranmadığından bu programa tümüyle teslim alınmayan CHP’nin sermaye ile yaşadığı “ne seninle ne sensiz” trajedisinin ortağı olmak kaçınılmazdır.
“Yeni Türkiye”, böylece sadece devlet aygıtında bir dönüşümün adı olmaktan çıkmakta bir bütün olarak sermayenin programı niteliğini kazanmaktadır. Sermaye, 2023 hedefleri olarak ilan edilmiş bulunan hedeflere kilitlenmiş haldedir, kimi eleştirileri var gibi görünse de, yeni devlet aygıtını ve Erdoğan’ın liderliğini, onun bir iktisadi rekabet unsuru, güçlü bir sermayedar haline dönüşmesine onay vermek dahil, benimsemiştir.
Hukuksal dönüşüme ilgi gösterilmemesi
Sol, maddi ilişkileri gözlemekten kaçındığı gibi hukuksal ilişkilerdeki dönüşümü çözümlemekten de kaçınmaktadır. “Yeni Türkiye”nin hukuksal karakteri, keyfiliktir. “Torba yasa”lar, “yok kanun yap kanun”lardan hiçbir siyasal ve hukuksal denetime tabi olmayan Olağanüstü Hâl Kanun Hükmünde Kararnameleri rejimine geçilmiştir. 2017 Anayasa referandumu sonucunda da bir tür kuvvetler birliği rejimi tesis edilerek, özgürlükler, inşa edilen “millet”in parçası, devlet diliyle söylersek, “yerli ve milli” olma ve “kurucu lider” tarafından tanınma ön koşuluna bağlanmıştır.
Böyle bir ortamda ifade özgürlüğü varmış gibi, örneğin “sosyalizm programının güncelliğine” ilişkin siyasal ve kamusal bir tartışma yürütmek ve bu siyasal ve kamusal tartışmadan anlamlı sonuçlar çıkabileceğini ummak, gerçek bir hayaldir. Bundan “Yeni Türkiye”de sosyalizme izin verilmeyeceği sonucu çıkarılmasın. Aksine kurulan “millet”in parçası, “yerli ve milli” olması şartı ile “sosyalizm”e “eski Türkiye”de olduğu kadar bir “yer” açılacaktır. Elbette yakın tarihte Ortadoğu ülkelerinde gördüğümüz devletin korumasına mazhar sosyalist/komünist partiler olarak kalabildikleri müddetçe…
Solun, bu durumu kabullenen kesimi dışındakilerin de, sorunun çok farkında değilmiş gibi davranmasının nedeni, olağanüstü devlet biçiminin hukuksal işleyiş tarzını tam olarak anlayamamasıdır. Hukuksallaştırma süreçlerinin analiz edilememesi, faşizm dışındaki ara formların; örneğin, anayasal diktatörlük, seçimli otoriterizm vb. biçimlerin de anlaşılamamasına ve buna karşı özgül bir demokratik siyaset inşa edilememesine neden oluyor. Böyle olunca da, çözümlemelerde; nalıncı keseri gibi kapitalist devlet ya faşist ya da demokratik olarak değerlendiriliyor, iyi ihtimalle de demokrasiden faşizme doğru yolculuk halinde oluyor. Faşist olmayan bir otoriter rejimde de sanki özgürlükler kazanılmış gibi, siyasal stratejiler kuruluyor vb.
Çıplak gözle de görüleceği üzere, “yeni Türkiye”, şiddet temelli siyasal mücadelelerin toplumsal meşruluk ve onay kazandığı bir olağanüstü rejim aşamasına geçmemiştir. Bu apaçık bir doğrudur. Bunun temel sebebi, “yeni Türkiye”nin Avrupa Komisyonu üyeliğini sürdürmesi, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin sağladığı minimum korumanın var olması, idam cezasının olmaması vb. gibi olgular yanında parlamentonun açık olması, seçim mekanizması ile demokratik meşruiyet alanının canlı tutulmasıdır. Bunun bilincine varılması, sivil ve siyasal özgürlüklerin kazanılmasına ilişkin somut programı da görünür kılar.
“Yeni Türkiye”nin kurucu siyasi aktörleri, seçimleri manipüle etme kapasitelerine ve mekanizmalarına güvendikleri için seçim mekanizmasını sürdürmekte, parlamentoyu da açık tutmaktadır. Aksi doğrultuda attıkları, örneğin, “sivil ölüm”e mahkum edilmiş yüzbinler ya da seçilmiş milletvekilleri ile belediye başkanlarının tutuklanması gibi adımları, anayasal mekanizmaları çarpıtıp özünden farklı kullanarak (OHAL KHK’leri) ve genellikle hukuk sistemini işleterek attıklarından, başka deyişle, kararları yargıçların vermesinden doğan şekli hukukilik nedeniyle, rejim siyasal meşruluk üretebilmektedir. Bu nedenle de, siyasal şiddet eylemlerinin her türlüsü, ayrımsız şekilde, toplumda yaygın şekilde “terör eylemi” olarak kabul edilmekte ve demokratik siyasi partiler ve demokratik kamuoyu tarafından da haklı olarak, kınanmaktadır.
“Yeni Türkiye”nin ürettiği meşruluğun göz ardı edilmesi
Devlet aygıtı olarak “yeni Türkiye”nin bir tür siyasi meşruluk ürettiği olgusu da olağanüstü biçim tartışmalarında göz ardı edilmektedir. Akademisyenlerin “Barış Bildirisi”nden tutun da parlamenterlerin tutuklanması, belediyelere kayyum atanması vb. gelişen tüm olaylar dahil olmak üzere 7 Haziran 2015’ten bugüne yaşananlar, “yeni Türkiye” programını uygulayan siyasal aktörlerin ve rejimin siyasal meşruluk ve rıza üretebildiğine kanıt niteliğindedir.
Bunun önemi, meşruiyet üreten mekanizmalar tanınmadan onlara karşı anlamlı bir “sivil ve siyasal özgürlüklerin kazanılması” mücadelesi yürütülemeyecek olmasıdır. Sivil ve siyasal özgürlükler kazanılmadan, ifade özgürlüğü varmış gibi davranmanın ve siyasal özgüce aşırı güvenin ne büyük bir toplumsal ve siyasal tasfiyeye dönüşebileceğine tarih, bir değil birkaç kez tanıklık etmiştir.
“Yeni Türkiye”nin ürettiği siyasal meşruluğun göz ardı edilmesi, demokrasi mücadelesinin muhatabının artık “yeni Türkiye” olduğunun kabul edilmek istenmemesi sonucunu da doğurmaktadır. Demokrasi mücadelesinin muhatabının “yeni Türkiye” olduğunu fark etmek, “yeni Türkiye”yi kabul etmek ya da ona boyun eğmek değildir. Aksine, esas olarak “yeni Türkiye” devlet aygıtı demek olduğundan, kendisini yeniden ürettiği meşruiyet zeminlerini demokratik bir müdahale ile tartışmaya açmak, böylece, onu aşacak bir siyasete manivela yapmaktır.
Bunun diğer bir sonucu, AKP’nin (AK Parti’nin!) bu süreçteki öncü rolünün görünmez kılınmasıdır. Erdoğan’ın anomali olarak görülmesi, bu partinin kapitalist devletin olağanüstü biçiminin inşasında gördüğü işlevleri de görünmez kılmaya yaramakta, tümüyle liberal bir efsaneden ibaret olan, bu partinin 2002-2007 döneminde demokrat bir çizgide olduğu yalanını canlı tutmak dışında bu partiye ilişkin anlamlı bir çözümleme olanağını tüketmektedir. AKP, klasik anlamda popülist bir kitle partisinden daha fazlası olduğunu kanıtlamıştır. “Yeni Türkiye” adı verilen devlet biçimi çözümlenirken, AKP’nin özgül ve öncü rolünün6 belirlenmesi de, karşı karşıya olduğumuz bir “tek parti devleti” olduğuna göre, özel önem taşımaktadır.
Sivil ve siyasal özgürlükler için mücadele
Kapitalist devletin bir dizi olağanüstü biçimi tarih içinde görülmüştür, çağımızda yeni biçimleri de şekilleniyor. Solda da elbette, kapitalist devletin aldığı olağanüstü biçimin niteliği, bu biçimlerden biri olarak “yeni Türkiye” tartışılmaya devam edilecektir. Ancak bu, bu biçimlerden hangisinin şekillendiğine, devam eden demokrasi mücadelesi ve onun gereksindiği parlamenter taktikler nedeni ile karar verememiş olmak, “Yeni Türkiye”nin “Eski Türkiye”ye irca edilmesinin “artık” mümkün olmadığı gerçeğini karartmamalıdır. Çünkü, bu arada “yeni Türkiye” kararlılıkla inşa edilmeye çalışılmaktadır. Bu inşa süreci içinde Cumhurbaşkanı Erdoğan da Yenikapı Mitingi ile kitlelere ilan ettiği kurucu liderliğini “yeni anayasa” yaparak göstermiş olmaktadır. Bu inşa programı, sadece 7 Haziran 2015 ya da artık, rejimin “Demokrasi ve Milli Birlik Günü” olan 15 Temmuz ile ilgili de değildir.
Program, AK Parti’nin stratejik araştırma kuruluşunda çalışan genç raportörler tarafından daha 2014 yılında ilan edildiği özetiyle şöyledir: “Erdoğan Türkiye siyasetinde gözlemlenen farklı Cumhurbaşkanlığı tipolojilerinden “kurucu” Cumhurbaşkanlığı özelliği göstermektedir. Kurucu Cumhurbaşkanını niteleyen en temel özellik, vesayet ile mücadelenin sona ermesiyle ortaya çıkan siyasi boşluğun yeni bir kurumsallaşma ile doldurulması, “yeni Türkiye”nin inşa edilmesidir. “Yeni Türkiye”, Türkiye’nin küreselleşme çağında dünyada yeni bir öznelik arayışını yansıtmaktadır. “Yeni Türkiye” birbiriyle ilişkili üç boyuta sahiptir. İlk boyut, kapsayıcı ve farklılıklara saygılı post-Kemalist bir milletin inşa edilmesidir. İkincisi, muhafazakâr-demokrat millet ile uyumlu, ulus-devletin sınırlarını zorlayan post-Vestfalyan bir siyasi birim arayışı etrafında bölgesel dönüşümün gerçekleştirilmesidir. Son olarak, küresel düzlemde farklı medeniyetleri tanıyan ve yaşam şansı veren demokrat-çoğulcu bir uluslararası toplumun yaratılmasıdır.”7
2017 Anayasa referandumunun yarattığı hukuki sonuç gözetildiğinde, bugün, daha fazla tarif edilen “yeni Türkiye” altında yaşadığımız ve “eski Türkiye”ye icra edilmesinin mümkün olmadığı, kabul edilmelidir. Ama bu, “yeni Türkiye”nin “Demokratik Cumhuriyet” ile aşılamayacağı anlamına gelmiyor. Çünkü, “yeni Türkiye”de devlet aygıtı dönüşmüş olmakla birlikte, “eski Türkiye”nin toplumsal dinamiklerinin tümüyle yeni “millet” içinde sönümlenmiş olmadığı, referandumun gösterdiği bir gerçektir. Bazı popüler yazarlarca “iki ulus”, bazılarınca “üç ulus” diye ifade edilen bu gerçekle “yeni Türkiye”nin, devlet aygıtı eliyle bastırmayı hedefleyerek yüzleşeceği, bunun da “yeni Türkiye’nin ulusu” olmayı reddeden toplumsal dinamikler üzerinde hukuk sistemi işletilerek uygulanacak olan daha büyük bir devlet şiddetini doğuracağı öngörülebilir. Bu nedenle iyice tahkim olacak devlet aygıtı eskiye icra edilemeyeceğinden; aşma, ancak ve sadece ileriye doğru, Cumhuriyet’in geçmişinden “laik ve demokratik” karakterini içererek aldığı meşruiyete dayanan “sivil ve siyasal özgürlüklerin yeniden kazanılması”na odaklanmış “yeni anayasa” ya da “yeni anayasa ilkeleri” etrafında “ulusal sorunun çözümünü” de içeren bir programı açıklayan bütünleşik8 bir siyasal hareket tarafından devletin demokratikleştirilmesiyle mümkün olabilir.
Sermaye çevreleri, “yeni Türkiye”ye onay verdiğinden; “yeni Türkiye”de demokrasi mücadelesi, TÜSİAD’la birlikte değil, referandumda verilen “Evet” oyları içinde de yer alan ve gerçek demokraside çıkarı olan yoksullar, ezilenler ve emekçilerle birlikte, bütünleşik siyasi hareketin “laik ve demokratik cumhuriyeti yeniden kurma” hedefi ile yükselecektir.
(Siyaset Dergisi / Sayı 35 / Haziran – Temmuz 2017 sayısı )