Siyaset Dergisi’nin Haziran-Temmuz sayısında yayınlanan, Mahir Sayın’ın, ”Milli görüş’ten taşeronluğa bir ‘proje’ olarak AKP” başlıklı yazısını, Siyaset Dergisi’nin izniyle yayınlıyoruz.
Mahir SAYIN
28 Şubat darbesiyle Refah Partisi’nin (RP) kapatılmasının ardından Türkiye siyasi sahnesinde hızla egemen bir konum kazanan AKP, Türkiye’de burjuvazinin 60’lı yıllardaki bölünmesiyle ortaya çıkan Milli Görüş Hareketi’nin bir uzantısı olarak ama onun bir tür inkârı biçiminde ortaya çıktı. Milli Görüş “milli sanayinin” oluşturulmasının emperyalizmle bir çatışmayı dayattığı bilincine dayalı ve İslamı çimento olarak kullanan bir orta burjuva hareketi iken, AKP, genel başkanının ağzından ifade bulduğu biçimiyle, ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi’nin misyon partisi ve kendisi de bu projenin eşbaşkanı olarak yükseldi. Bu bir inkârdı ama bir önceki durumun zorunlu olarak üreteceği bir inkârdı. Zira hareketi oluşturan orta burjuvaların bir kesimi tekelleşme düzeyine ulaşmışlar ve artık buradan öteye yolun uluslararası sermayeyle birleştirilmesi gerekliliği ile karşı karşıya gelmişlerdi. Öyle de yaptılar.
Milli Görüş Hareketi ve
tükenişi
AKP’nin macerası Gümüşhanevi Tekkesi’nde başladı denilebilir. Gümüşhanevi Tekkesi’nin diğer tekkeler arasında özel bir yeri vardır. Bu Nakşibendi Tarikatı’nın Halidiye kolundan olan Ahmed Ziyaüddin Efendi bir tüccar çocuğu olması ve müritleri arasında çok sayıda tüccarın bulunması nedeniyle olsa gerek, 1838 Osmanlı-İngiltere Ticaret Antlaşması’nın imzalanmasıyla birlikte yerli sermayenin korunması amacına yönelik olarak yardım sandıkları kurdu. Bu “millici” gelenek Tekke’de sürüp geldi ve 50’li yıllarda Tekke’nin başında olan Mehmet Zahid Kotku zengin müritlerinden oluşan 200 ortaklı bir kooperatif kurdurarak (1956) “milli motor” üretimine girdiler. Necmettin Erbakan’ın1 öncülük ettiği bu girişim su motorları üreten “Gümüş Motor” fabrikasını kurdu. Tekkenin kurucusu zamanından beri süregelen İslamiyet temelindeki milliyetçi düşünce o zaman içinde yer aldığı Demokrat Parti ve Adalet Partisi içerisinde örgütlenmesini geliştirdi ve 1967’da Erbakan devlet imkânlarından yeterince yararlanamamaktan şikâyetçi olan orta burjuvazinin temsilcisi olarak burjuvazinin bütününü temsil eden en üst kuruluş olan Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB) başkanlığına seçilip büyük burjuvaziyle ilk kapışmayı gerçekleştirdi. Demirel’in Erbakan’ı TOBB başkanlığından uzaklaştırıp, 69 seçimlerinde milletvekili adaylığını da veto etmesiyle birlikte tekelci burjuvazi ile orta burjuvazi arasındaki ittifak siyasi olarak da kırıldı ve 1970 başında “milli görüş” temeline dayanan Milli Nizam Partisi (MNP) kuruldu.
Artık tekelci burjuvazi gelişen işçi sınıfı muhalefetinin yanında bir ciddi dert daha edinmişti: Toplum içinde İslami temelde etkinliğini artıran MNP ve takipçisi olan partiler artık hükümetlerin kurulmasında rol oynayacak ve dolayısıyla da taleplerini iktidara dayatacak bir güç kazandılar. Hareketin ideolojik eksenini Nakşibendilik oluştururken iktisadi eksenini de millici, “antiemperyalist” bir kapitalizm savunusu oluşturuyordu. Türkiye kapitalizminin bağımlı ve devletçi karakteri kapitalistlerin de devlet imkânlarından yararlanarak sermaye birikimini gerçekleştirmelerini temel karakter haline getirmişti. Hareketin devlet imkânlarına ulaşma arzusu Milli Görüş’ü “iktidara ortak olunsun da nasıl olunursa olunsun” noktasında belirlemişti. Bir zaman “solcu” Ecevit’le hükümet kuran Erbakan bir başka zaman da Demirel’le faşist bir cephede yer almaktan sıkıntı duymuyordu. Önemli olan temsil ettiği sınıfın pazardaki etkinliğini geliştirebilmek, sermaye birikimini hızlandırmak, devlet kredi ve ihalelerine ulaşmak için hükümet imkânlarını kullanabilecek konuma gelinmesiydi.
Askeri darbe dönemlerinde tekelci burjuvazinin temsilcileri tarafından siyaset dışına itilen Milli Görüşçüler, darbe etkisinin zayıflamaya başladığı anda yeniden siyaset sahnesindeki yerlerini aldılar ve 90’lı yıllarda da yeniden iktidar ortağı olmayı başardılar. Milli Görüş yeni ismiyle RP olarak 1995 Genel Seçimleri’nden birinci parti olarak çıktı.
Bu başarılar haliyle akımın temsil ettiği kimi orta burjuvaların da hızla büyümesine ve uluslararası sermayeyle iş yapacak boyuta ve zorunluluğa ulaşmalarıyla sonuçlandı. Hareketin bu iktisadi zorunluluğuyla milliciliği arasındaki çelişki gün be gün gelişti ve geleneksel hareketin öncüsü Erbakan’ı zorlamaya başladı. Ne var ki, onun parti tabanı üzerindeki ideolojik hegemonyasının aşılması hiç de kolay bir şey değildi.
1997’nin Şubat ayında toplanan MGK sanki birilerinin kıramadığı zinciri kırmak için imdada yetişti. Laikliği korumak üzere MGK “İrticayla mücadele eylem planı” adı altında bir dizi tedbirin alınmasını hükümete “tavsiye” etti! Kimileri bu girişimi postmodern darbe olarak nitelese de esasında yapılan basbayağı bir darbe idi. Zira “tavsiyeye” uymayacak olan hükümetin doğrudan bir darbeyle yüz yüze geleceği herkes için bir bedahetti. Bu tarihten itibaren Milli Görüş’ün defterinin dürülmesi süreci başlamış oluyordu. Toplumsal temelinin ortadan kaldırılması mümkün olmasa da yapısal olarak ağır darbelerle karşılaşacak olan Milli Görüş adım adım o toplumsal temel üzerindeki etkisini de bir başkalarına kaptıracaktı.
Soğuk Savaş, Yeşil Kuşak, SSCB’nin çöküşü ve zıtların buluşması
II. Paylaşım Savaşı’nın sonucu olarak faşizme karşı kazanılan zafer demokrasinin ve SSCB’nin gücünü artırmış ve dünya kapitalizmini varoluş tehdidi altına sokmuştu. Başını ABD emperyalizminin çektiği dünya kapitalizmi bu tehditten kurtulabilmek için dünya çapında bir antikomünist hareket başlattı ve SSCB’yi tecrit edip boğmaya girişti. Başka diğer şeylerin yanında İslam bu konuda ikili bir fonksiyona kavuşturuldu. Bir yandan antikomünist hezeyanlarla İslam ülkelerinde sosyalist hareketin gelişmesinin önü kesilecek diğer yandan da bu hezeyan SSCB’ye karşı bir saldırı cephesi görevini görecekti. Bu kuşatma için NATO’nun yanı sıra, Ortadoğu’da Bağdat Paktı, CENTO, Uzakdoğu’da SEATO isimli askeri ittifaklar ve ülkeler bünyesinde de askeri yapıları sivillerle içi içe sokan “özel harp” yapılanmaları oluşturuldu. Bu yapılar sözde bir işgal durumunda ülkenin savunulması amacına yönelik oluşturuluyorlardı, ama asıl amaçlarının ezilenlerin mücadelesinin bastırılması olduğu yayınlanan el kitaplarında apaçık ifade bulmuş ve zaten örgütlenmeler de buna göre yapılmıştı.
İslamın sınıf mücadelesinin yerel ve global olarak bastırılmasında böyle verimli bir rol edinmesi Türkiye’de de ifadesini bulmuş ve burjuvazinin kendi içinde bölünmesinin ifadesi olarak ortaya çıkan Milli GörüşHareketi’nin dışında bir başka İslamlaştırma hareketi de geliştirilmişti. Her ne kadar Kemalist Cumhuriyet kendine ait bir İslam yorumunu devlet eliyle geliştirmeye ve sekülerizmi egemen kılmaya çalışmış olsa da zaman içerisinde bu çabalar daha sonra emperyalizm tarafından kullanılabilecek İslamcı malzemenin üremesine de katkılı olmuştur. Muhtelif tarikatların yanında Nurcular bünyesindeki bir kesim “Komünizmle Mücadele Dernekleri”nden2 başlayarak emperyalizm tarafından özel olarak beslendi. Cemaat Hareketi köklerini buradan alır.
Ancak İslami etkinin geliştirilmesi, sınıf mücadelesinde karşı bir araç olarak kullanılması bunlarla da kalmaz, 12 Mart darbesinin yarattığı karşı devrimci ortam içerisinde sivil ve askeri eğitim kurumlarında da İslamcıların örgütlenmesinin önü açılır. Özellikle askeri eğitim kurumlarının yanına uğratılmayan İslamcılar ordunun tepesinden koruma görerek örgütlenmelerini geliştirmeye başlarlar. 12 Mart darbesinin ardından Kara Harp Okulu komutanlığına atanan Komutan muhtemelen ilk İslamcı subayların da hamisi olur3.
Türkiye toplumunda sınıflar ayrışmasının ve bununla paralel olarak aydınlanmanın yükselişi, 12 Mart öncesinde hem emperyalizmi hem yerli tekelci burjuvazi ürküntüye sürüklemiş ve dünyanın genel soğuk savaş ikliminden yararlanarak obskürantizmin geliştirilmesi yolları aranmıştı. Dönemin darbeci Genelkurmay Başkanı sınıf mücadelesinin ve aydınlanmanın ulaştığı boyuttan olan rahatsızlığını “toplumsal gelişme iktisadi gelişmeyi aştı!” diyerek ifade etmişti. O zaman yapılması gereken aşanın boyunun kısaltılması olacaktı ve askeri darbeler, kontrgerilla faaliyetleri, sivil faşist hareketin özel olarak örgütlenmesi, gerici bir ideolojik hegemonyanın oluşturulması için medyanın, eğitim kurumlarının, sivil toplum örgütlenmelerinin sıkı bir denetim altına alınmaları gerekiyordu.
12 Eylül darbesi, Türkiye oligarşisinin ithal ikameci sermaye birikimi imkânlarının sonuna geldiği, sınıf mücadelesinin ileri boyutlara ulaştığı ve yeni bir sermaye birikimi modelinin zorunluluk olduğu koşullarda burjuvazi ve emperyalist efendileri için imdada yetişti ve dünya çapında hüküm sürmekte olan neoliberal politikalara uyum sağlamak üzere Türkiye toplumu iktisadi, siyasi ve sosyal olarak yeniden şekillendirilmeye başlandı. Neoliberal politikalara bağlı olarak sanayinin ihtiyaç duyduğu ucuz işgücünün temin edilmesi, yedek işçi ordusunun büyütülerek işgücünün fiyatının düşürülmesi amacıyla geleneksel tarımın yıkılması sonucu dünya kırlarının boşaltılarak kentlere göçün hız kazanması sadece kentlerin büyümesi anlamına gelmiyordu. Aynı zamanda kent yapılarının, kırsal alanlardan taşınan tutucu ve örgütlenme bilinci olmayan insanlarla genelde sürdürülen obskürantizm politikalarına hazır zemin sunması ve o zamana kadar gelişen sınıf örgütlenmesinin ve bilincinin bu yeni demografi içinde eritilmesini de getiriyordu. Bunun sonucu olarak sadece Türkiye’de değil tüm dünyada işçi sınıfının iktisadi ve siyasi örgütlenmeleri muazzam bir gerileme gösterdi.
12 Eylül darbesini yapanlar, adımları 12 Mart darbesiyle atılan toplumu karanlığa boğma projesini din derslerini zorunlu hale getirerek, dinci akımların örgütlenmesinin önünü açarak ve nihayet Özal iktidarıyla birlikte tekke şeyhlerinin devlet katında (Çankaya Köşkü’nde) ağırlanmasıyla bir adım daha ileriye gittiler. Bu dönemde ABD’nin Güney Kore’de uygulayıp başarılı sonuçlar elde ettiği Moon Tarikatı benzeri bir yapılanma “Hizmet Hareketi” adı altında, sadece Türkiye’de değil, ABD’nin eleman ihtiyacı duyduğu tüm dünya sathında örgütlenmeye başladı. TC Devleti bu gelişmeye “Türk kültürünü yayıyorlar” gerekçesi altında elinden gelen desteği verdi. Esasında neoliberal dönemde ABD emperyalizminin dünya üzerindeki hâkimiyetini geliştirmesi ve pekiştirmesine TC Devleti’nin, “Bize de bir şeyler düşer!” umuduyla verdiği bir destekti bu. Özellikle SSCB’nin yıkılmasının ardından dünyadaki etki alanlarının yeniden paylaşımında ABD’nin yeni güçlere ihtiyacı vardı ve Cemaat bu ihtiyacın bir kısmını karşılayan yapılanma olarak sadece TC Devleti’nin değil, bugün de olduğu gibi ABD’nin özel desteğini ve korumasını görüyordu.
Kürt Özgürlük Hareketinin gelişmesi ise devletin bu gerici politikasına bir başka boyut daha ekledi. Özgürlük Hareketinin ulusal-demokratik taleplerinin üstünün dinsel bir örtüyle örtülmesi ve hareketin tabanının dini duygularla özgürlükçülere karşı çıkarılabilmesi için dincilik her biçimi içerisinde Kuzey Kürdistan’da teşvik edildi. Sadece ideolojik olarak değil silahlı örgütlenme olarak da Kontrgerilla tarafından “Hizbullah” adı altında PKK’ye alternatif yaratıldı. Kuşkusuz Kürdistan’da teşvik edilen dinciliğin eski ve yeni göçler aracılığıyla metropollere de taşınması kaçınılmazdı. Böylece değişik faktörlere bağlı olarak dinci akım toplumun tüm katlarında hızlı bir gelişme seyri kazandı. Bu gelişimin öncelikli meyvesini MNP-MSP çizgisinin devamı olan RP topladı.
AKP’nin yükselişi
28 Şubat rüzgârları arasında 1998’de RP’nin ve 2001’de de Fazilet Partisi’nin kapatılması Milli Görüş bünyesindeki “taşeron” kesimin şansını yükseltti. Özellikle Erbakan’ın ve yakın kadrosunun siyaset yapma yasağı almaları kendilerini “yenilikçiler” olarak niteleyen taşeronların şansını yükseltti. Kapatılma tehdidine karşı yedek olarak kurulmuş olan Fazilet Partisi (FP) kongresinde Başkan adayı olan Abdullah Gül 521 oy alarak, Erbakan’ın desteklediği Recai Kutan karşısında taşeronların yolunun açılmış olduğunu gösterdi. Ama bu da yetmedi FP de kapatıldı ve 2004 yılında Erbakan evrak sahtekârlığından 2 yıl 4 ay hapse mahkûm edildi. Böylece FP’nin kapatılmasının ardından taşeronların kurduğu AKP’nin önündeki bütün taşlar temizlenmiş oldu. Bu taşları temizleyenleri de daha sonra AKP Ergenekon, Balyoz vb davalarıyla TSK’nin tepesinden temizledi ve TC’yi “askeri vesayetten” kurtardı!
Mutlu tesadüfler bu kadarla da kalmadı. 2001 TC’nin ağır bir kriz yılı oldu. Hükümet krizle başa çıkmak üzere IMF’nin tavsiyeleriyle ülkeye düzen verip nispeten düze çıkarken, bugün olduğu gibi MHP Başkanı Devlet Bahçeli koalisyonu bozup yeni seçimlerin yapılmasına olanak sağladı. Yine tesadüfler burada bitmiyordu. Bülent Ecevit yatırıldığı hastanede daha da hasta oldu ve karısının müdahalesiyle çıkarıldıktan sonra evde düzelebildi4. Ama bu arada en yakınları tarafından iktidardan uzaklaştırılmak üzere komplolara maruz kaldı. Yeni seçimler ise Ecevit’in felaketiydi: Ancak yüzde 1 oy alabildi.
O zamana kadar milli görüşçülerle şiddetli çelişkiler içinde bulunan Fethullah Gülen, birden Ecevit’i desteklemekten vazgeçip taşeron AKP’yi desteklemeye karar verdi. İşte burası değişik kanallardan gelen İslamcı akımların yeni bir misyonla bir araya gelmelerinin de tarihi oldu.
Elli yıllık antikomünist mücadele birikimi ve milli görüşün yarattığı birikim metamorfoza uğrayıp bir araya gelince, ABD’nin bölgede yürüttüğü yeniden paylaşım ve hegemonya politikalarına taşeronluk edecek partinin iskeleti de ortaya çıkmış oldu. ABD, SSCB’nin çöküşüyle ortaya çıkan boşluğu doldurmak üzere dünyanın dört bir yanına dalarken; bölgeye de demokrasi, parlamentarizm, diktatörlerden kurtuluş müjdeleri ve hatta arsızlaşıp “hümanist emperyalizm” olarak daldığında 12 Eylül darbesinden beri değişime uğrayan, uluslararası sermaye ile daha yoğun bağlar geliştiren burjuvazi heyecanla kendilerine düşecek olan payın büyüklüğünü RTE’nin yeni Osmanlı hayal bulutlarının arasından izliyordu.
Artık SSCB yoktu. Soğuk savaş ve yeşil kuşak politikaları geride kalmıştı ama bu kez de İslamın yeni bir misyonu ortaya çıkmıştı: Parlamenter rejimle birlikte yaşamayı başaran ve İslam dünyasına örneklik edebilecek olan siyasal İslam.
Ne tesadüftür ki, bütün bunlar olup biterken ABD de Kuzey Afrika’dan başlayıp Çin’e kadar uzanan kuşağı diktatörlerden kurtarıp demokrasi getirmek üzere Büyük Ortadoğu Projesini (BOP) hayata geçirmenin adımlarını atıyordu. Projeye rol model olarak TC seçilmişti ve bu iş için de besbelli ki bir “proje partisine” ihtiyaç vardı.
Milli Görüşçüler içerisinde çıkacak olan ayrılığın içerde sınıfsal temelleri oluşum halindeyken, dışarıdan müdahalenin olduğu ve taşeron ekibinin yollarının temizlendiğine ilişkin ilk işaretler daha RTE’nin Beyoğlu Belediye Başkanı, İstanbul İl Başkanı ve ardından da İstanbul Belediye Başkanı olduğu yıllara kadar gidiyor. Bu yıllarda RTE’nin ABD Elçisi Abramovich’le sık sık görüştüğünü mücadele arkadaşları anlatıyorlar. Taşeron hareketinin oluşturucularının aralarında çıkan ayrılıklar sonucu ifşa edilenler gerçekten bir “proje partisi”nin adım adım tasarlanmış olduğuna işaret ediyor.
AKP’nin ve lideri Erdoğan’ın yükselişini daha sonra yolları ayrılan mücadele arkadaşları (Kazım Karslı, Ali Bulaç ve hâlâ Akit gazetesinden iktidar destekçiliği yapan Abdurrahman Dilipak) AKP’nin kuruluş günlerinde yaptıkları bir toplantıda Dilipak’ın partinin İsrail ve ABD desteğiyle kurulan bir proje partisi olduğunu anlattığını aktarıyorlar. İnsanlar çatışmaya girdiklerinde yaşanılan tarihi de çarpıtmaya meyilli olsalar da olayların gelişimi de bu anlatılanın tuhaf bir şey olmadığını doğruluyor. RTE’nin devlette hiç bir yetkili konumu yokken, ABD’ye gidip Bush’la görüşebilmesi bile kendi başına bu hareketin emperyalizm nezdindeki yeri ve önemini anlatmaya yetiyor. Daha sonraki yıllarda RTE’nin, kendisinin BOP’un eşbaşkanı olduğunu birkaç kez üst perdeden böbürlenmek için söylediğine tanık olundu.
Proje partisinin hayata geçirilişi ve yükselişi sadece emperyalizmin desteklerine bağlı değildi elbette ki. Bunun için ülke içinde gelişen koşullar, dünyadaki yeni iş bölümü ve sınıf mücadelesine nüfuz eden tasfiyeci fikirler de söz konusu proje partisinin arkasına yığılmıştı. Sınıf mücadelesinden umudunu kesmiş bütün kesimler, reformcusu, sosyalisti ve solcusuyla projenin arkasına geçmiş demokrasinin geliştirilmesi, devletin demokratikleştirilmesi ve giderek demokratik bir toplumun yaratılması mücadelesini 2010 Anayasa referandumunda “yetmez ama evet”le zirve yapacak düzeyde bu eksende sürdürmekteydiler.
Reformcuların ve hatta kendilerini sosyalist olarak niteleyenlerin bu kadar kolayca siyasi İslam akımı tarafından politik hegemonya altına alınabilmesine neden olan en temel faktör; SSCB’nin çöküşünün yarattığı hayal kırıklıkları içerisinde kendisine geniş bir alan bulan postmodern düşüncelerin, sınıf mücadelesi yerine devlet-toplum ikilemini öne çıkaran, devletle çelişkisi olan toplumsal dinamiklerin tümünün elbirliği ederek, demokrasi mücadelesi çerçevesinde devleti demokratikleştirebileceği ve buradan ilerlenerek toplumun da demokratikleşmesinin olanaklı olacağı tezidir.5 SSCB’nin yıkılışının yarattığı moral bozukluğu ve neoliberal politikaların kırsal alanların tutuculuğunu kentlere taşımasının yarattığı verimli zeminde, tarihin sonunun geldiğini ilan eden emperyalizmin ideologları; dünyanın, emperyalizmin artık kökten değiştiği, Marx’ın sözünü ettiği işçi sınıfının artık ortada olmadığı, olanın da imtiyazlı bir sınıfa dönüştüğü, kapitalizmin üretici güçlerin gelişimini engellediği tezinin gelişmeler karşısında çöktüğü gibi klişeleri de yaygınlaştırma imkânı elde etmişlerdi. Bu girdileri hakikat gibi ele alan post modern düşünce, dönüşüm ve değişim için sınıf mücadelesi dışındaki dinamikleri esas alan ve popülizmden başka bir şey olmayan bir düşünüş çerçevesiyle Postmarksizm olarak sınıf mücadelesinin tasfiyesine zemin yarattı. Sınıf mücadelesi eksenine dayalı düşünüş ve mücadele ekseninin kaybedilmesi, dünyada estirilen hümanizm temelli rüzgârlar6 emperyalizmin demokratikleşmenin taşıyıcısı olabileceği (doğrudan olmadığı durumda katalizör olarak rol oynayabileceği) doğrultusundaki düşüncelere güç kattı. Türkiye’de bunun somut ifadesi AB’nin Türkiye genelinde askeri vesayetin tasfiyesiyle, ABD’nin de Ortadoğu’da diktatörlüklerin tasfiyesi yoluyla demokrasinin gelişmesine katkıda bulunduğu savı kuvvetle benimsendi ve aynı kuvvetle de sınıf mücadelesi eksenli düşüncelerin, dar, indirgemeci ve soğuk savaş döneminde kalmış anlayışlar olduğu ilan edildi. Tüm bunları aştığını iddia eden radikal demokrasi işte bu uygun zemin üzerinde devletin demokratikleştirilmesi fikriyatını ve mücadelesini öne geçirerek zaten geriletilmiş olan sınıf mücadelesinin tasfiyesine azımsanmayacak bir katkıda bulundu.
Reformculuktan polis devletine
Birinci nesil Türk burjuvazisi bir soykırım talancısı ve devlet beslemesi olarak gelişmiştir. Onu Bretton Woods dünyasında yeşeren ikinci nesil ve nihayet neoliberalizmin yeni birikim modeli çerçevesinde gelişen üçüncü nesil burjuvazi izledi. Ancak bu birbirini izleme eskisinin yok olup yenisinin onun yerini alması biçimde değil, eskiler daha da büyürken arkadan gelen yenilerin de onların oluşturduğu oligarşi içerisinde kendilerine yer açmaları biçiminde oldu. RTE işte bu üçüncü neslin en arkadan gelenlerinin ve dolayısıyla da en saldırgan ve açgözlü olanlarının temsilcisi olarak siyasi arenada yükseldi. Bu kesimin maceracı hevesleri daha yerleşik olanlara göre haliyle yüksekti. Kendilerine üst katta yer açabilmek için daha cabbar, hilebaz, insafsız ve risk alıcı olmaları varoluşlarının bir gereğiydi. Nasıl ki faşizm uluslararası burjuvazi içerisinde en arkadan gelen, pazarda kendine yer açmak isteyen Alman ve İtalyan burjuvalarının sancağı olmuşsa; AKP’nin geleneksel TC politikalarını bir kenara koyan, Ortadoğu’ya mümkün olduğu kadar bulaşmayan, güçler arası dengelere titizlikle saygı gösteren politikası yavaş yavaş “yurtta sulh cihanda sulh” politikasını uyuşukluk, dış işlerinin ihtiyatlı, dengelere dikkat eden, uluslararası konjonktüre göre politika üretme geleneğini “monşerlik” diye bir kenara itip “stratejik derinlik” diye büyük güçlerin politika değişikliklerinin kendi politikalarını altüstü edebileceği, daha kötüsü bu politikaların kendisine karşı döneceği gerçeğini hesaba katmayan, kendini oyun kurucu diye niteleyip, başkalarının kurmuş olduğu oyunun içinde proaktif politikalar gerçekleştirebileceğini uman bir politik tarz egemen oldu.
AKP bu politikayı uygulamaya geçinceye kadar son derece reformcu, demokrasi değerlerine önem veren, AB kriterlerini kendisi için ölçüt olarak benimsediğini söyleyen bir çizgi izleyerek sürüklediği İslamcı kitleye bir de reformcuları eklemeyi de başararak yüzde 36 ile elde ettiği iktidarının desteğini yüzde 40’ın üzerine tırmandırdı ve bu destekle üç önemli basamak çıktı:
Birincisi, 2010 Anayasa değişikliği referandumuydu. Bu değişiklikler sayesinde “Askeri vesayet rejimini ortadan kaldırıyoruz” paravanı ardında bir polis devleti örgüsü gerçekleştirildi. Reformcular cambaza bakarken polis devletinin kurulduğunu ancak sonradan fark ettiler ve itiraz ettiklerinde de “İşiniz bitti çıkabilirsiniz!” denildi. Cemaat ve AKP işbirliği artık ulaşacağı pozisyona ulaşmış ve bölgede uygulanacak politikalar için önlerinde engel olarak hiçbir şey kalmamıştı.
2011’de RTE “Ne işi var NATO’nun Libya’da derken” BOP’ta “eşbaşkan” olarak işe alınmasıyla birlikte Libya’nın yerle bir edilmesine katıldı ve Ortadoğu talanından mümkün olan en büyük parçayı kapmanın peşine düştü. Ama aslanlar sofrasında çakalların sırası ancak aslanlar doyduktan sonra gelir. Uluslararası sermaye aslanının da şimdiye kadar kendisini tok hissettiğine rastlanmamıştır. Sonuçta Suriye’yi istila politikasında görüldü ki, bırakalım bölgede oyun kurucu olarak hegemonik bir pozisyon kazanmayı, oyuna dahil olmak bile mümkün olmuyordu. ABD Irak’a müdahale ederken, önüne koyduğu temel amaçlardan biri de bölgede kendisiyle pazarlık kabiliyetine sahip olabilecek hiç bir hegemon gücün varlığına izin vermemekti. Saddam da bu bölgesel hegemonluk rolüne ABD’den İran’a karşı aldığı desteğe güvenerek soyunmuş ve kendisini idam sehpasının altında bulmuştu.
RTE Irak’ın uğradığı yıkım, İran’ın ABD’yle olan çelişkileri, diğer bölge ülkelerinin içinde bulunduğu istikrarsızlık faktörlerini göz önünde tutarak kendisinin vazgeçilmez bir güç olabileceğine fazla güvendi ama ABD’nin yarattığı problemlerle artık başa çıkamayacağını gördüğü BOP’u rafa kaldırmasıyla birlikte TC’nin proaktif politika adına yapabileceği hiçbir şey kalmadı. Son bir gayretle NATO ve Rusya’yı karşı karşıya getirerek bulanık suda balık tutma hesabı da kendisine Suriye politikasının bütünüyle dışında kalma faturası olarak döndü.
Ne var ki, TC’ye tanınmış olan ılımlı İslam rol modelliği ve IMF reçetelerine uygun davranış Türkiye’ye giren yabancı sermayeyi muazzam ölçüde artırarak 2008 krizine rağmen ekonomik anlamda ciddi sorunlarla yüz yüze gelmeden yürünmesine olanak sağladı. Bu canlı ortamda AKP çevresinde kümelenen burjuvazi hızla güçlendi ve RTE ve avenesi de bu güçlenmeden milyar dolarlara varan rüşvetler aldılar. Servetin paylaşımında Cemaat’e bağlı sermayeye haksızlıklar edildikçe, Cemaat yeni anayasaya göre eline geçen gücü Hükümete şantaj için kullanmaya girişti ve bu kez iki ortak arasındaki ipler de koptu; birbirlerinden haberdar olarak karşılıklı saldırılarda Cemaat Hükümetin açıklarını ortaya döktükçe Hükümet de hukuk dışı olsa bile her düzeyde Cemaat’i tasfiyeye girişti. Aslında bu çarpışma Hükümet için bir varoluş yok oluş meselesiydi. Sahtekârlıktan cinayete varıncaya kadar işlenen suçların hesabı verilecek gibi değildi. Onun için Hükümet de Cemaat de hiç bir adımı atmaktan çekinmediler.
Olağanüstü halin üretilmesi ve “Allah’ın lütfu” olarak 15 Temmuz darbesi
Daha önce ortaklaşa işlenen suçlara çatışma sırasında eklenen yeni suçlar da katılınca artık her iki taraf için de geri dönüş yolları kapanmıştı. Kaybeden kendisini öyle ya da böyle sanık sandalyesinde bulacaktı.
ABD’nin BOP’u rafa kaldırması aynı zamanda AKP’nin buna bağlı misyonunun da son bulması ve Türkiye’nin özel konumunun ortadan kalkması anlamına geliyordu. Bundan sonra artık TC jeostratejik ve uluslararası sermayenin pazar ihtiyaçlarına bağlı olarak sahip olduğu öneme göre muamele görecekti. Buna bağlı olarak da AKP daha önceki burjuva partilerinden farkı kalmayan, hatta alternatifi görünmeye başladığında da var olan çelişkiler dolaysıyla hemen gözden çıkarılabilecek bir konuma geldi.
Bu koşullarda AKP’nin ikinci önemli adımı gerçekleşti. 7 Haziran seçimleri RTE için alarm zillerini çaldırınca içerde ve dışarda yaratılan programlanmış gerilimlerle Türkiye hızla olağanüstü bir duruma sürüklenmeye başladı. Hükümet bir yandan Suriye ve Irak’taki savaşın bir parçası olurken diğer yandan da içerde, o zamana kadar “çözüm politikasıyla” oyalanan Özgürlük Hareketine saldırıp Kürdistan kentlerini yerle bir etti. Bu gerilim ortamında devlet içerisinde ciddi bir ağırlık kazanmış olan Cemaat’in kökten tasfiyesinin planları hazırlandı. Ama o kadar iç içe geçmişlerdi ki, planlar karşılıklı olarak biliniyordu. Polisteki üst düzey varlıkları nispeten hızla etkisiz hale getirilmiş olmasına karşın Cemaat’in devlet bürokrasisi ve ordu içindeki etkinliği çok güçlü bir biçimde devam etmekteydi ve tayinle, tek tek işten çıkarmayla bitirilebilecek gibi değildi. Tasfiye edilmesi gereken kitle öylesine büyüktü ki, bitirinceye kadar toplumda çok ciddi tepkilerin ve bir karşı hareketin başarılı olabileceğini Gezi Direnişi ve 7 Haziran seçimleri ortaya koymuştu. Bunun için zamana yaymadan bir darbede Cemaat’in işinin bitirilmesi gerekiyordu. Olağanüstü bir durumun oluşması ve yapılacak olanların da bu olağanüstü durumun gereği olarak kabul görmesiyle toplumsal tepkilerin en alt düzeyde tutulması mümkün olabilecekti.
Nasıl 2010 Referandumu demokratik bir reform olarak topluma yutturulabilmiş ise, 15 Temmuz darbe girişimi de aslında bütün ilişkileri bilinen, izlenen Cemaat’in elindeki son silahı kullanmaya zorlanmasıyla gerçekleşti. Müdahale etmedikleri takdirde 16 Temmuz ve hemen ardından gelecek YAŞ toplantısıyla toplu tasfiyeler yapılacağını Cemaatçiler bildikleri için Hükümet harekete geçmeden askeriyedeki güçlerini kullanmaya karar verdiler ve adım attıkları anda da karşı tedbirlerle yüz yüze geldiler. Hükümet o kadar hazırlıklıydı ki bu darbeye, RTE bir hafta önceden ortadan kaybolmuş ve nerede olduğunu kimseler bilmiyordu. Böyle bir darbenin başarılı olma şansı hemen hemen yoktu ve RTE’nin planı kusursuz işledi. RTE ulaşmak istediği olağanüstü koşullara ulaşmış oldu ve o zamana kadar fiilen yürüttüğü başkanlığa hukuki kılıfı da bulmuş oldu. Artık neredeyse bir açık diktatörlük yetkileriyle donanmış hükümet ve cumhurbaşkanı ortaya çıkmıştı.
İlan edilen OHAL, bu duruma neden olan faaliyetlerle sınırlı kalması gerekirken RTE buna hiç aldırmadan Meclisi de devre dışına bırakıp ülkeyi artık kararnamelerle yürütmeye başladı. Özgürlük Hareketi ve Sol gelişen tehdidi gördüyse de atılan adımları geri aldıracak bir etkinlik gerçekleştirebilmekten uzak kaldı. Bu yetersizlikte, CHP’nin sanki gerçekten bir darbe varmış da, bu tehditten RTE tarafından kurtarılmışız gibi “Yenikapı Ruhu” diyerek AKP’ye destek vermesi, sokağı tabu ilan etmesi, bu yaptıklarıyla AKP kitlesinin sempatisini kazanabileceğini sanarak davranması asıl engelleyici rolü oynadı ve RTE’nin kurguladığı oyununu sonuna kadar götürebilmesinin yolunu açmış oldu.
Referandum ve anayasa yoluyla faşizmin inşası
Aksi her şeyini kaybetmek anlamına geleceğinden, RTE her ne pahasına olursa olsun iktidarda kalmak zorunluluğunda ve niyetinde olduğundan iktidarını parlamenter çerçevede koruyamayacağını görmüştü. Uluslararası destekleri ortadan kalktığı gibi ülke içinde de hükümet olamayacak duruma düşme tehdidiyle yüz yüze bulunduğunu görmüştü. İktidarı garanti etmenin yolu muhalefeti en etkisiz konuma sürüklemekten geçiyordu. Bunun için de kuvvetler ayrılığının muhalifler için yarattığı hareket alanını kuvvetlerin tümünü şahsında birleştirerek ortadan kaldırmak gerekiyordu. Bu tedrici bir açık bir diktatörlük oluşturmak anlamına geliyordu. RTE bunu OHAL çerçevesinde nispeten uzun bir vadede gerçekleştirebileceğini düşünürken, birden Devlet Bahçeli RTE’nin yıllardır hayalini kurduğu başkanlık sistemine destek vereceğini ilan etti. Bu tutum değişikliğinde kendi partisindeki iktidarı kaybetmesinin kesinleşmesi belirleyici bir rol oynadı. RTE’nin kendisine muhalefeti tasfiye konusunda o zamana kadar sunduğu destekler siyasi geleceğinin de garanti edilebileceği umudunu verdi. Sonuçta iki parti bir araya gelip yeni rejimin tasarımını yaptılar; OHAL koşullarını ve devlet imkânlarını kullanarak, 2,5 milyon civarında oyu da çalarak yüzde 51’le yeni rejimin anayasasını oluşturdular.
Bundan sonraki süreç bu iki partinin mümkün olan en az tepkiye yol açarak var olan devlet yapısını faşist bir diktatörlüğe doğru ilerletmek doğrultusunda gelişecektir. Esasında RTE ve AKP, 2010 referandumundan beri Milli Görüş temelinden devraldığı yerel örgütlenme mirasını adım adım toplumun içerden denetiminin aracı olarak geliştirmektedir. Yerel yapılanmalarının ne ölçüde dinamik olduğu 15 Temmuz hareketine müdahale ediş biçimleriyle ortaya çıktı. Camiler birden önemli bir iletişim merkezi olarak ortaya çıkarken, sosyal medya üzerinden de 3 ile 9 milyon arasındaki bir kitleye ulaşılıp hareket geçirildiği medyaya yansıdı.
Bu yerel örgütlenmelerin içerisinde paramiliter yapılanmaların oluşturulduğu, önemli bir kitlenin silahlandırıldığı AKP sözcülerinin yaptıkları açıklamalarda yansımaktadır. MHP’den devşirilen faşistler, Osmanlı Ocakları, mahalle yapılanmaları, mafya grupları hareketin vurucu gücü olarak partinin yerel yapıları etrafında çoktan şekillendirilmiş durumdadır.
Bütün bu örgütsel-yapısal girişimler yanında en uzaktakilerin bile yapıya bağlanmasını sağlayacak bir maddi müşevvikler mekanizması da gerek devlet kurumları ve yerel yönetimler ve gerekse parti yapılanması çerçevesinde işletilmekte, iş bulma, iş yeri açma, arazi rantı elde etme, değişik türden problemlerin çözümünü sağlama ve toplanan haraçların zekâtı-sadakası olarak çok geniş yığınlara nakdi ya da ayni yardımların ulaştırılması AKP’nin toplum üzerindeki denetimini 20 milyon civarındaki bir kitleye doğrudan temasla yaymayı başarabilmektedir.
Bunların yanında RTE kendi özel korumasını gerçekleştirmek ve özel bir ordu olarak örgütlemek üzere SADAT diye adlandırılan yapıyı geliştirmeye devam etmektedir. Darbe girişimi sırasında karşı müdahalelerin bu örgüt öncülüğünde yapıldığı ve öldürülenlerin birçoğunun bunlar tarafından bilinçli katledildiği bilgileri de basında yer aldı.
Aslında RTE İran İslam devriminin verdiği dersleri iyi ezberlemiş durumdadır. Buradan aldığı dersle ordunun tek silahlı güç olma tekeline son verebilmek için Ergenekon Operasyonu’ndan beri yoğun bir çaba sürdürmektedir. Daha önce polisin böyle bir niteliğe kavuşturulmasına askerler engel olmuştu. Şimdi yeniden ordu hiyerarşisi parçalanmakta ve birbirine karşı dikilebilecek güçler oluşturulmaktadır. İran’da mollaların varlıklarını sürdürmede en önemli araçları, devrim muhafızları (Pasdaran) adı altında yerel olarak da örgütlenen ikinci bir orduyu varılan ordunun karşısına dikmeleri ve bir darbe imkânını ortadan kaldırmaları olmuştur. RTE şimdi bu yapılanmayı, yerel parti örgütleri etrafındaki paramiliter örgütlenmeler, özel muhafız ordusu SADAT, Jandarma ve sayıları 320 bine ulaşan ve çok daha artırılacağı söylenen polis teşkilatı ile çeşitlendirmektedir. Böylece hiç bir gücün iktidara karşı güç kullanma imkânı ortada kalmayacak ve RTE de bunlar üzerinde iktidarını veliahtlarına aktarabilecektir!
Başkanlık sistemi, kuvvetlerin hepsini (basın da dahil) tek elde birleştirmek, parlamentoyu devre dışına çıkarmak ve muhalefete de ancak “sadık muhalefet” alanını bırakacak ve tarihteki benzerleri içerisinde en çok Salazar’ın Portekiz’de ihdas ettiği faşizmin İslami bir versiyonunu oluşturacaktır.
Burada İslami faşizm noktası üzerinde de durmak gerekiyor zira geleneksel olarak faşist hareket Türk milliyetçiliği üzerinde yükselmeye çalıştı ama bu yolda fazla ilerleme gösteremeyince şansını Türk-İslam sentezindedenedi ve emperyalizmin İslama tanıdığı misyonun da katkısıyla oldukça başarılı oldu. Ama bu başarısının da sınırları olduğu değişik dönemlerde görüldü. Bu alanda İslama Türk milliyetçiliğinin renklerini katarak oluşturulan İslam-Türk sentezi görüldü ki, geleneksel faşistleri içerebildiği gibi, ondan çok daha geniş çevreleri de etki alanına çekebiliyor. İdeolojik hegemonya kurma açısından böyle hazır bir zeminin oluşu, RTE’nin kurduğu faşizme de daha büyük bir şans tanıyor ve zaman içerisinde de MHP faşizmini de büyük ölçüde içerme potansiyelini taşıyor.
Faşizm’le siyasal İslam arasındaki paralellikleri, ortaklıkları görebilmek için İslamın doğuşundan beri bir devlet yapılanması ve toplumsal denetim projesini hedeflediği gerçeğini görmek gerekiyor. İslamın başlangıç dönemleriyle daha sonraki dönemleri arasında farklar bularak, ki kuşkusuz vardır, İslama “devrimci” ya da “ilerici” bir nitelik yüklemeye çalışmak, İslamın Medine Sözleşmesi’ni onun özünü oluşturan bir olgu olarak kabul etmek yerinde değildir. Zira ilk başta ne söylenmiş olursa olsun, İslam Medine’de hâkimiyetini kurduğunda sözü edilen sözleşmeyi bir çırpıda unutuvermiştir; çünkü bu sözleşme onun zayıf olduğu döneme tekabül eder. Kendisini var edebilmek için bu uzlaşmayı benimser ve çok kısa sürelidir. Ama dersini kendinden önceki devlet düzeyine yükselmiş dinlerden ve özellikle de daha doğuşunda ırkçı ve devletçi olan Musevilikten almış olarak İslam totaliter bir devlet anlayışını ve özel mülkiyetin Allah adına kutsallaştırıldığı (Mülk Allah’ındır ama tasarrufunu Allah kime nasipse ona verir ve bu kutsiyete karşı çıkmak Allah’a karşı çıkmaktır; yani özel mülkiyetin tasarrufuna karşı çıkış tanrının emrine karşı çıkıştır7) bir anlayışa sahiptir. Meşveretten, seçimden filan söz edilse de, Halifeler devrinde de bu totaliter özellikler daha Ebubekir’in halife oluş biçimiyle kendisini ortaya koymuş8 ve Emevilerle sistematik bir devlet düşünüşüne ulaşmıştır. İmam Gazali’nin, aklın öncelliğini savunan İbni Rüşd, Farabi ve İbni Sina’ya galip gelip, imanı aklın önüne koyan anlayışının Osmanlı’daki egemenliği günümüze kadar tek bir ciddi filozof ve bilim insanı çıkaramayan İslamın belirleyici karakteristiğini oluşturmuş ve şimdi de AKP iktidarı bu özellikleri totaliter bir rejimin kurulması için kullanmaktadır. Bu totalitarizmin günümüz koşullarındaki karşılığı da açık bir diktatörlük olarak İslami tasvirler çerçevesinde yeniden kurulan faşizm olmaktadır.
AKP’nin bu alanda attığı adımların başarısı diğer faşist akımları da adım adım kendisine doğru çekmektedir. Bahçeli gibi kaderlerini AKP’ye bağlamış geleneksel faşistlerin de yutulmayıp sadık muhalefet rolünü oynamak üzere varlıklarının devamına izin vermek iktidar açısından toplumdaki ve dünyadaki tepkileri yumuşatma noktasında bir kılıf rolü oynayabilir.
Henüz oyun bitmedi!
Yukarıda anlattıklarımız faşist bir diktatörlüğün kuruluşunun neredeyse tamamlanmak üzere olduğuna işaret ediyor gibi görünse de henüz bu oyun bitmiş değildir. Esasında bu oyun hiç bir zaman bitmeyecektir. RTE’nin gerçekleştirmek istediği bu projenin gerçekleştirilmesi için hâlâ halkın oyuna başvurmak gibi bir süreç işlemeye devam etmektedir. Bütün bu faşist kurgunun henüz konsolide olup var olan tüm meşruiyet sınırlarını tanımadan işlemeye devam edebilmesi olanaklı değildir. OHAL’in sağladığı avantajlarla bir zamandır ki toplum belli ölçülerde denetim altında tutulabilmektedir. Ama tepkiler de gün be gün birikmekte ve Kılıçdaroğlu önderliğindeki CHP’nin yatıştırıcı etkileri gittikçe kendi içinde de sorunlara yol açmaktadır.
RTE referandumda kaybetmiş olduğunu herkesten iyi biliyor. Kendisini kazanmış olarak ilan ederken, memleketin koalisyonlardan kurtulacağını, bütün enerjisiyle ileri gideceğini bol keseden anlatıyordu ama şimdi yüzde 50’lik bir barajı aşabilmek için en azından Bahçeli ile koalisyona mecbur hale geldiği gibi bu birliktelikte o yüzde 50’yi de sağlayabilmenin olanağının olup olmadığı belli değildir.
RTE etrafına topladığı reformistlerle ittifakını sürdürürken gücünü toplumda kurduğu ideolojik hegemonyadan ve uluslararası sermayenin ona tanıdığı misyon nedeniyle verdiği destekten alıyordu. Önce reformistlerle, ardından Cemaat’le ve nihayet, ABD, AB, Rusya ve Balkanlar da dahil olmak üzere tüm komşularla yaşanan çelişkiler sonucu şimdi ne bu hegemonya kaldı ne de o misyona dayalı özel destekler. Destek olarak kendisinin ne kadar ayakta durabildiği belirsiz olan Bahçeli kaldı. Dolayısıyla henüz eski yapı ve ilişkiler tümüyle tasfiye edilmeden, son rötuşlar atılmadan yüz yüze gelinebilecek olan güçlü bir muhalefet Tunus benzeri ya da bir başka sarsıcı bir gelişmenin kapısını aralayabilir. Gezi’den bir ay önce öyle bir ayaklanmanın olacağını kimse iddia edemezdi. Tam tersine toplumun üstüne ölü toprağı serpilmiş yorumlarının yaygın olduğuna tanık oluyorduk. Ama oldu. 7 Haziran seçimlerinde barajı aşıp aşamayacağımız tartışma konusuydu ama 3 puan aştık. Dolayısıyla eğer bir toplumda muhalefetin maddesi birikmişse öyle ya da böyle bu muhalefet akacağı bir kanalı bugün değilse yarın ortaya çıkarır.
Türkiye tarihi azımsanmayacak bir mücadele geçmişine sahiptir ve hiç bir toplumsal deneyim kaybolmaz; kimi zaman toplumun aralıklarında saklanırlar ve kendilerine gerçekten ihtiyaç olduğu emareleri ortaya çıktığında o çatlaklardan fırlayıp birden toplumun tümünü sararlar. RTE yaptıkları ve yapmadıklarıyla gerek dünyada ve gerekse Türkiye’de öylesine büyük bir öfkeyi karşısında örgütlüyor ki, bunu bir iç savaş olmadan bastırabilmek mümkün olmayacaktır. Ancak öyle bir iç savaştan yenik çıkan taraf enerjisini tükettiği için bir zaman için köşesine çekilip kaderine razı bir hayatı sürdürmeyi kabul eder. Ama Türkiye böyle bir ülke değil; neredeyse 40 yıldır süren Kürdistan Özgürlük Mücadelesi dün daha namüsait şartlarda bastırılamamış iken, bugün artık kazandığı deneyim ve pozisyonlar dolayısıyla hiç bastırılamaz; Gezi’nin ve 7 Haziran’ın hatırlattığı üzere 60’lı 70’li yılların mücadelesinin yeniden toplumu sarması hiç de beklenmeyecek bir durum değildir.
1 Turgut Özal, Korkut Özal, Recai Kutan, Kemal Unakıtan, Hüsnü Doğan, Hasan Aksay, Temel Karamollaoğlu, Lütfi Doğan ve devlet katında önemli yerler tutmuş daha birçok ünlü ismin hepsi bu tekkenin müritleridirler.
Askeri darbe dönemlerinde tekelci burjuvazinin temsilcileri tarafından siyaset dışına itilen Milli Görüşçüler, darbe etkisinin zayıflamaya başladığı anda yeniden siyaset sahnesindeki yerlerini aldılar ve 90’lı yıllarda da yeniden iktidar ortağı olmayı başardılar.
2 Fethullah Gülen bu derneklerden birinin Erzurum’daki ilk kurucularındandır. Kendisinin de daha bu dönemde angaje edilmiş olduğunu savlamak, imamlıktan asgari elli milyar dolar çapında ve dünyanın dört bir yanına yayılmış bir yapılanmaya ilerleyişindeki sırlara ışık tutacak bir başlangıç noktası vermektedir.
3 Halen darbecilikten tutuklu bulunan 2. Ordu Komutanı Ahmet Huduti bu devrenin (1973) mezunlarındandır. Genel Kurmay Başkanı Hulusi Akar da 1972 Kara Harp Okulu mezunudur.
4 Bunun tıbbi bir komplo olduğuna ilişkin yaygın rivayetler ortalıkta dolaşmaktaydı.
5 Marksizm devletin demokratikleştirilmesinden değil eski aygıtın yerine devlet olmayan devlet tanımlamasıyla bizatihi toplumun bünyesinde yer alan ve toplum tarafından her an denetlenebilen ve topluma karşı özel bir güç kullanma imkânı olmayan devletten bahseder. Bunun dışında en demokratik devlet de yukarıda şiddet tekelini elinde tuttuğu müddetçe proletaryanın egemen sınıf olarak davranmasına izin vermez. Ancak proletarya egemen sınıf olarak örgütlendiğinde ve devleti yukarıdan toplum içine çektiğinde istikrarlı bir egemen sınıf rolü oynayabilir. Proletarya dışındaki toplumsal dinamiklerin sınıf mücadelesi değil diyerek yok sayılması sosyalizmin yüz yüze geldiği zaaflardan birini oluşturmuştur. Proletarya ancak ve ancak tüm toplumsal çelişkilerin çözümüne kendi sorunu kadar önem verdiği ve onların çözümüne katkılı olduğu ölçüde egemen sınıf rolü oynayabilir. Ama eski rejimin sınıfsal karakterinin belli bir sınıfa göre belirlenebilmesi gerekir ki, burjuvazinin zulmüne uğrayan diğer toplumsal kesimlerin/dinamiklerin sorunları da kökten bir çözüme uğrayabilsin. Bu yönlerden birinin ihmali ya her şeyi sınıf çelişkisine indirgeyerek demokrasiyi ve oligarşiye karşı mücadele edecek güçlerin koordinasyonunu ortadan kaldırır, ya da radikal demokrasi adı altında bir tür popülizmi benimseyerek proletarya-burjuvazi çelişkisinin diğer çelişkilerle eşitlenmesi sonucu yeni iktidarın sınıf karakterinin belirsiz hale gelmesiyle burjuvazinin kendisini yeniden üretmesinin yeni bir biçimine ulaşılmış olur.
2011’de RTE “Ne işi var NATO’nun Libya’da derken” BOP’ta “eşbaşkan” olarak işe alınmasıyla birlikte Libya’nın yerle bir edilmesine katıldı ve Ortadoğu talanından mümkün olan en büyük parçayı kapmanın peşine düştü.
6 Emperyalizmin çıkarlarının artık çağımızda demokrasi ve hümanizmde yattığı, özellikle Yugoslavya’nın içine yuvarlandığı ırkçılığın yarattığı tepkilerden yararlanarak parçalanması girişimlerinde ve Ortadoğu’daki diktatörlerin sunduğu malzemeler üzerine basılarak hümanist emperyalizm, demokratik sömürgecilik savları bile ortaya atılabildi.
Ne var ki, TC’ye tanınmış olan ılımlı İslam rol modelliği ve IMF reçetelerine uygun davranış Türkiye’ye giren yabancı sermayeyi muazzam ölçüde artırarak 2008 krizine rağmen ekonomik anlamda ciddi sorunlarla yüz yüze gelmeden yürünmesine olanak sağladı.
Hükümet bir yandan Suriye ve Irak’taki savaşın bir parçası olurken diğer yandan da içerde, o zamana kadar “çözüm politikasıyla” oyalanan Özgürlük Hareketine saldırıp Kürdistan kentlerini yerle bir etti. Bu gerilim ortamında devlet içerisinde ciddi bir ağırlık kazanmış olan Cemaat’in kökten tasfiyesinin planları hazırlandı.
Nasıl 2010 Referandumu demokratik bir reform olarak topluma yutturulabilmiş ise, 15 Temmuz darbe girişimi de aslında bütün ilişkileri bilinen, izlenen Cemaat’in elindeki son silahı kullanmaya zorlanmasıyla gerçekleşti.
AKP ve MHP bir araya gelip yeni rejimin tasarımını yaptılar; OHAL koşullarını ve devlet imkânlarını kullanarak, 2,5 milyon civarında oyu da çalarak yüzde 51’le yeni rejimin anayasasını oluşturdular.
Başkanlık sistemi, kuvvetlerin hepsini (basın da dahil) tek elde birleştirmek, parlamentoyu devre dışına çıkarmak ve muhalefete de ancak “sadık muhalefet” alanını bırakacak ve tarihteki benzerleri içerisinde en çok Salazar’ın Portekiz’de ihdas ettiği faşizmin İslami bir versiyonunu oluşturacaktır.
7 İslamın “mülk Allah’ındır” prensibine dayanarak tasarruf hakkını kolektif olarak kullanmayı savunan Karmatiler Bahreyn’de hemen hemen 150 yıldan fazla (899-1067) sürecek kolektivist Karmati Devleti’ni kurmuşlar ve Abbasileri putperest olarak ilan etmişlerdir ve nihayetinde Selçukluların yardımıyla Abbasiler tarafından yıkılmışlardır. Çağdaşlarımız arasında da Ali Şeriati gibi Marksizmden yararlanarak İslamı kolektivist yönelimle reforme etmeye çalışan düşünürler çıkmıştır. Bugün de İhsan Eliaçık’ın sözcülüğünü ettiği Antikapitalist İslamcılar böyle bir yorumu geliştirmeye çalışmaktadırlar. Ne var ki karşılarındaki duvar öylesine yüksek ki, onları sürekli olarak marjda bırakmaktadır. Bu çabalar elbette ki değerlidir ve bugüne kadar egemen sınıfa hizmet ettirilmiş olan din anlayışının kendi içinden çatlatılması ve proletaryanın mücadelesiyle köprülerin kurulması açısından politik olarak son derece önemlidir. Proletarya ideolojik ve politik hegemonyasını geliştirebilmek için tüm toplumsal dinamiklerin taleplerini dikkatlice ele almalı ve onların talepleriyle kendi talepleri arasında köprüler kurmayı bilebilmelidir. Özellikle din sorununda anti-materyalist ve hatta egemen sınıfların işlerine gelecek birçok noktanın bulunmasına bakarak kaba bir din karşıtlığını politik mücadelenin içine sokmamak gerekir.