BAHATTİN DEMİR yazdı: “’Muhalif kamu yararı’ kavramının, ekolojik mücadele sürecindeki gelişmelere gözünü kapaması mümkün değildir. Kendini yeniden tanımlarken canlı veya cansız doğanın ne özel ne de devlet mülkiyetine konu edilmeyeceği ilkesini odağına almalıdır.”
BAHATTİN DEMİR
Dikkatinizi çekti mi bilmiyoruz, 31.05.2017 tarihli Resmi Gazete’de Çevre ve Şehircilik Bakanlığın’ın yeni bir yönetmeliği yayımlandı; Binaların Gürültüye Karşı Korunması Hakkında Yönetmelik.
İçeriği ayrı konu, biz başlığına takıldık, gürültüye karşı insanları, çevreyi korumamız gerektiğini bilirdik ama binalarımızı korumamız gerektiğini bilmiyorduk. Bu nasıl bir bakış açısıysa, binalardaki gürültünün kontrolü yönetmeliği veya binadaki gürültüden korunma yönetmeliği veya benzeri bir başlığı tercih edilebilecekken “Binaların Gürültüye Karşı Korunması” başlığını tercih edilebiliyor.
Hata bu başlığı atanlarda değil, çünkü “bina” bugünlerde bizim en kutsal ve korunması gereken değerimiz; en değerli “toprak mahsülümüz” aslında.
Buğday, pirinç, nohut, zeytin yetişmese de olur bu topraklarda; çiçekler kokmasa da olur. Yağmur sonrası toprağın kokusu da neymiş, hatta bugünlerde çok konuşulan zeytin neymiş; iş makinaları kazmalı her yeri, hafriyat kamyonları kazılanları taşımalı, belediyelerimiz hafriyat depo sahalarına doldurmalı kazılan toprağı, müteahhitlerimiz betonlar dökmeli her yere, kısaca ülkemiz toprakları şantiyeye dönmeli, binalar yükselmeli arşa!..
Binalar bitmeli bu bereketli topraklar üzerinde ve geçit törenleri yapmalı hafriyat kamyonları nice 1453’lere; hatta eğer açıkta bir toprak parçası kalmışsa onun üzeri de asfaltla kaplanmalı.
Mis gibi çimento, beton ve asfalt kokuları sarmalı bu toprakları. Allah’ım bizi bina çoraklığından koru, bina rekoltemizi düşürme; şimdi hep bir ağızdan sana yalvarıyoruz; “İnşaat ya resulullah”1
Bugünlerde adını sıkça duyduğumuz “Sanayinin Geliştirilmesi ve Üretimin Desteklenmesi Amacıyla Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı” da aynı çağrılara ses olmuş. Gerekçelerine bakacak olursak “ülkemizin 2023 hedeflerine ulaşması, ülke sanayisinin canlanması”, “çarpık kentleşmenin ortadan kaldırılması, yeşil ve ferah yerleşim alanlarının sağlanması” gibi ulvi ve çevreci amaçlar için hazırlanmış bir Torba Kanun.
Bu torba kanunun, 80. Maddesi ile bildiğimiz ve yaklaşık 9 ay önce yürürlüğe giren 6745 sayılı “Yatırımların Proje Bazında Desteklenmesi İle Bazı Kanun Ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun”dan da bir farkı yok aslında. O gün “Proje bazlı yatırımlara diğer kanunlarla getirilen izin, tahsis, ruhsat, lisans ve tesciller ile diğer kısıtlayıcı hükümler için Bakanlar Kurulu kararı ile istisna getirilebilir veya yatırımları hızlandırmak ve kolaylaştırmak amacıyla yasal ve idari süreçlerde düzenleme yapılabilir” demişlerdi bugün de “alternatif alan bulunmaması” ve “kamu yararı kararı alınmış yatırımlar için zeytinlik sahalarında yatırım yapılabilir”, “kıyıda endüstri bölgesi kurulabilir” (deniz bile doldurulabilir) diyorlar.
6745 sayılı Kanun ile açılan yolda, ki ona da yolu açan başka düzenlemeler vardı, bu torba kanun da emin adımlarla ilerliyor. Görünen o ki bundan sonra da yeni torba kanunlar bu yolda ilerlemeye devam edecekler.
Edecekler etmesine ama şu ya da bu şekilde toplumun da ikna edilmesi gerekiyor. İşte bu noktada o sihirli kavram gündeme geliyor: kamu yararı. Kamu yararı, siyasi, idari, hukuki ve hatta teknik alanda özgül ağırlığı bir hayli yüksek, etkili bir kavramdır. Anayasamızda bile yeri vardır, 8 kere atıf yapılmış ve hatta III. Bölüm başlığı “Kamu Yararı” olarak oluşturulmuştur.
Kamu yararı, meri mevzuatımıza göre, iktidarlar açısından birçok kilidi açan bir anahtardır aynı zamanda. Kamu yararı kararı alarak özelleştirme de yapabilirsiniz, akarsuları da kiralayabilirsiniz; kıyılara sanayi tesisi de yaptırabilirsiniz, kişi mülküne el de koyabilir ya da kentsel dönüşüm yapabilirsiniz. Yani, çok geniş bir hareket alanı yaratıyor siyasi iktidarlara.
Ancak bu yaygınlığına karşın ne Anayasa da ne de kanunlarda tek bir tanımını bulamazsanız; soyut bir kavram olarak varlığını sürdürür. Bu biraz da bilinçli olarak tanımsız bırakmadır, iktidarlarca nalıncı keseri gibi kullanılabilsin diye.
O zaman nedir kamu yararı? Kimdir kamu? Kamu kendi yararının nerede başlayıp nerede bittiğini belirleyebilir mi? Yoksa birileri mi bu kararı verir; kamuya neyin yararlı olup olmadığına kim nasıl karar verir? Bu ve benzeri sorular uzar gider ancak bu yazıda yanıtını aramaya çalıştığımız asıl soru şudur; kamu yararının bizim için anlamı nedir?
Gündelik hayatta “kamu düzeni”, “kamu güvenliği”, “kamu yararı” vb kavramlar ile kendini cisimleştiren “kamuculuk”, sınıfsal farklılıklardan arındırılmış, “milli menfaatler” etrafında bütünleşmiş bir toplum algısının yaratılması ve özellikle benimsetilmesi için, resmi ideolojinin sık sık kullandığı bir araçtır. “Kamu yararı” bir bakıma toplumsal birlikteliğimizin temelidir. Ve uzun yıllar bu amaçla kullanılmıştır.
Neoliberal özelleştirmeci politikaların ülkemizde egemenlik kurmasıyla birlikte nasıl sosyal devlet ve kamu hizmeti kavramları yasalardan sökülüp atıldıysa kamu yararı kavramı da sökülüp atılmak istenmişti. Ancak sonuçta yeni bir içerikle kullanılması resmi ideoloji için daha avantajlı olarak değerlendirilmiştir. Bu yeni içeriğin neoliberal politikaların gereksinimlerine yanıt verecek ve onu meşrulaştıracak nitelikte olması kaçınılmazdır. Örneğin yapılan özelleştirmelerin kamu yararının bir parçası olarak görülebilmesi için 1999 yılında yapılan değişiklikle özelleştirme kavramı Anayasa’daki sadece tek bir yere, o da kamu yararı başlığı altındaki bir maddeye eklenmiştir (47. Maddenin başlığında yapılan değişiklik).
Bugün siyasi iktidarların kendi neoliberal politikalarını toplumda meşrulaştırmak için kullandıkları (tıpkı son torba kanunda ve bu kanunun savunusunda yapıldığı gibi) bugünlerde “yüksek kamu yararı” olarak ifade edilen, bir “kamu yararı”, kavramı mevcuttur. Bu kavram sadece özelleştirmeler için değil diğer faaliyetler için de “çıkış noktası” haline getirilmiştir. 3213 sayılı Maden Kanunu’na göre madencilik faaliyeti ve yatırımla ilgili karar vermek üzere 2010 yılında oluşturulan “kurula” tek karar verme kriteri olarak madencilik faaliyetinin “kamu yararı açısından önceliğini ve önemini tespit etmek” (3213- Md 3) olarak belirlenmiştir. Cerrattepe’de Cengiz İnşaat’a verilen iznin ve benzeri izin kararlarının gerekçesinde “kamu yararı” kavramı vardır.
Ancak işin ilginç yanı neoliberal politikalarına karşı mücadele eden sendikalar, meslek odaları, dernekler vb örgütlenmeler de mücadelelerine dayanak olarak “kamu yararı” (buna “muhalif kamu yararı” diyebiliriz) kavramını kullanmaktadırlar (hatta idari mahkemelerin özelleştirme, ÇED Raporu, maden işletme izni vb konularda vermiş oldukları ret kararlarının temel dayanağı da kamu yararıdır, daha doğrusu “kamu yararına aykırılıklardır”).
Dolayısıyla taraflar kendi kamu yararı kavramları ile hayatta yerlerini almışlardır ve tıpkı tarafların kendileri gibi kamu yararı kavramları da birbiriyle mücadele halindedir. Bu mücadeleden “muhalif kamu yararının” galip çıkabilmesi için kendi kamu yararı kavramını daha tanımlı hale getirmesine ve kamuculuk anlayışının yarattığı “soyutluktan” kendini kurtarmasına; diğer bir ifadeyle demokrasi, emek ve ekolojik mücadelesinin süreçleriyle daha bağlantılı bir hale gelmesine ihtiyaç vardır.
“Muhalif kamu yararı” anlayışında geçmiş sosyal devlet döneminin etkisi hala varlığını sürdürmekte ve “soyutluk” burada da devam etmektedir. “Muhalif kamu yararı” anlayışı, kıyı, göl, akarsu, maden ve benzerinden yararlanmayı ve korumayı bunların mülkiyetinin “devletin hüküm ve tasarrufunda olmasına” bağlamaktadır (bu biraz da solun geçmişinden bugünlere gelen bir tercihin yansımasıdır; çünkü sol hareketler sistem içi görmüş olsalar da kamulaştırma ve devlet mülkiyetine her zaman sıcak durmuşlardır).
Bu kavrayış geçmiş dönem, neoliberalizm öncesinin sosyal devleti için bir şekilde anlaşılabilir(!), ancak günümüzde kendini piyasanın bir aktörü olarak gören devlet için değil. Günümüz devleti hüküm ve tasarrufundaki her şeyi sadece piyasada satılacak bir mal, sermayeye aktarılacak bir kaynak olarak gördüğü sürece, örneğin kıyıların ilgili yasasında “devletin hüküm ve tasarrufunda” sayılması, kıyıların korunması için bir anlam ifade etmemektedir/edememektedir/etmeyecektir. O kıyı mutlaka bir gün şantiye alanı olacaktır.
“Muhalif kamu yararı” anlayışını savunanlar, doğa unsurları üzerindeki mülkiyet ilişkisini kesin bir dille reddetmelidir. Nasıl “sınır aşan sular” şeklinde bir niteleme yapay ise (Çünkü “sular sınırları aşmaz, tersine sınırlar suların akışını ihlal eder…. Bütün sular enternasyonel”dir2) kıyılarda (veya yeraltı sularında, madenlerde vb) mülkiyet de yapaydır.
Bu sadece kamu yararı anlayışının yeniden şekillendirilmesinin değil ekolojik krize bakışın da bir sonucudur. Günümüzde "hiçbir şeyi değiştirmemek için her şeyi değiştiriyor” gözüken “sürdürülebilirlik” temelli egemen çevreci anlayış, aslında “canlı ve cansız doğa” arasındaki ekolojik etkileşimi göz ardı ederek doğayı bir doğal kaynaklar bütünü, sürdürülebilirliği “bir kaynak yönetim süreci”, çevreciliği de aslında mevcut üretim sisteminin sürdürülebilirliğini sağlamanın bir aracı haline getirmiştir.
“Muhalif kamu yararı” kavramının, ekolojik mücadele sürecindeki gelişmelere gözünü kapaması mümkün değildir. Kendini yeniden tanımlarken canlı veya cansız doğanın ne özel ne de devlet mülkiyetine konu edilmeyeceği ilkesini odağına almalıdır.
Ne özel ne de devlet mülkiyetine konu edilmemesi nasıl sağlanacak? Açık konuşmak gerekirse biraz alışkın olduğumuz kalıpların dışına çıkarak… Bu anlamda, belki Maorilerin 160 yıllık mücadelesinde bugün gelinen noktaya bakabiliriz…
Zeytinlikleri veya kıyıları kamu yararı adına inşaatlara açanlarla zeytinlikleri ve kıyıları kamu yararı adına savunanlar arasındaki uçurum nasıl ülkemizde her geçen gün artıyorsa dünyada da böyle. Ancak “muhalif kamu yararı” anlayışları taleplerini ve yöntemlerini her açıdan yenileyerek ve ekolojik değerlere sahip çıkarak varlığını sürdürüyor. Örneğin Yeni Zelanda'nın yerli halkı Maorilerin mücadelesi sonucunda kutsal saydıkları Whanganui nehri "canlı varlık" olarak tanınmış ve nehre bu temelde yasal bir statü verilmiştir3. Bu yasal bazda ne anlama geliyor? Whanganui Nehri artık hukuki bir kimliğe sahip demektir. Onunla ilgili durumlar ÇED raporları vb kapsamında değil, “gerçek veya tüzel kişilik hakkı” kapsamında değerlendirilecek demektir4. Nehirleri “devletin hüküm ve tasarrufuna” bırakmakla sorun çözülemiyorsa Maori’ler rehber olabilir..
Sonuçta eğer bir hayal dünyasında yaşamıyorsak, buraya kadar ne söylenmiş ise bunun kapitalizm koşulları altında bir arayış olduğu ve kamu yararı kavramının içinin toplumsal mücadeleyle doldurulacağı unutulmadan söylenmiş demektir. Hal böyle bile olsa, canlı ve cansız doğanın tüm unsurlarını “devletin hüküm ve tasarrufunda bırakma” ile kamu yararı anlayışımızın yollarını birbirinden ayırmanın vaktinin geldiğini göz ardı edemeyiz.
Maorilerin “Ben nehirdim, nehir de ben” sözleriyle kendi yolumuzdaki yolculuğa başlayabiliriz mesela..
[1] Birikim, Ekim 2011 dergi kapağı
[2]Gaye Yılmaz, Suyun Metalaşması, Evrensel Basım Yayın, 2013
[3]http://www.birgun.net/foto-galeri/yeni-zelanda-daki-whanganui-nehri-canli-kabul-edildi-358.html
[4] http://yer-su.com/tarihte-ilk-kez-bir-nehre-canli-statusu-verildi/