Türkiye ve Ortadoğu’nun bütününü kapsayan çalkantılar, artçıl sarsıntılarla devam ediyor. Başlangıçta, tüm toplum kesimlerinin haklı ve meşru talepleriyle dalgalar halinde yayılan halk hareketleri, süreç ilerledikçe, emperyalizmin aklı ve dikta yönetimlerinin çabalarıyla manüple edilerek, makas değiştirmeye zorlandı. Ortadoğu’nun haritasını yeniden çizmeye çoktan ahdetmiş emperyalist, siyonist güçlerin meşum projesi (BOP) bu vesileyle yeniden gündemleştirildi.
Ülkelerinin bütününde emek, özgürlük ve demokrasi şiarıyla harekete geçen toplumsal muhalefet güçleri, dış ve işbirlikçi iç egemen kuvvetlerin saldırısıyla karşılaşmış, yer yer geri püskürtülmüş, ya da kısmi menfaatlerle sisteme yedeklenmiştir. Müslüman Kardeşler hareketinin ve türevi radikal cihatçı güçlerin pek çok Arap ülkesinde, muhalefet hareketlerinin boşa düşürülmesi üzerinden, emperyalistler tarafından desteklenerek yönetimlere taşınması tesadüfi bir gelişme değildir. Çünkü tarihsel olarak, radikal siyasal İslam’ın seküler, ilerici ve demokratik gelişmelerin karşısında olduğu, Mısır, Irak, Afganistan ve Türkiye’de yaşanan deneyimlerden biliniyor. Radikal İslamcılar bugün daha açık, daha örgütlü ve ortak bir projenin öznesi olarak karşımıza çıkmıştır.
Türkiye’de 2003′te yönetime gelen AKP, henüz çıraklık dönemindeyken bile ülke ve bölge kamuoyunu yanıltmayı başararak, anti-siyonist olduğunu, ülkede sulh (Kürt sorunu), bölgede sulh (Filistin, Suriye) siyasetiyle ve bayatlamış Türk-İslam sentezi tezleriyle ortaya çıkarken, icazet aldığı emperyalist güçlere olan sadakatinden bir milim sapmaksızın bölge liderliğine soyunmuştur. RTE’nin Davos ve Mavi Marmara şovlarıyla, Ahmet Davutoğlu’nun “stratejik derinlik”li politikasıyla bölge kamuoyunun AKP’nin siyasetlerine kanmasını sağlamışlarsa da, emperyalizm açısından büyük ve vazgeçilmez öneme sahip olan İsrail’i küçümsedikleri ortaya çıkınca, işler değişti. Bu defa rüzgar gemilerin istediği yönde değil, tersine esmeğe başladı. Ne ABD’ye sadakat, ne de Mısır’da Mursi, Filistin’de Meşaal, Tunus’ta Ğannuşi’yle Şiilere karşı Sünni eksende İslam enternasyonalizmini kurmak, Türkiye’yi bölgenin kaderini tayin edecek ülke konumuna yükseltememiştir. Komşularının bütünüyle ve özellikle Suriye’yle gerginliği temel politika haline getiren Türkiye’nin, mızrak ucu olarak bölgenin bütününde boy göstermesi, İsrail’i rahatsız ederken, Türkiye halklarını da tedirgin etmiştir. Zira Türkiye halkları; savaşın, Irak’ta, Afganistan’da, Libya’da ne amaçlarla çıkartıldığını bilmekte ve emperyalist güçlerin gerçek yüzünü görmektedir.
Tayyip Erdoğan ve Davutoğlu’nun mimarı olduğu emperyal projeye hizmet eden Türkiye dış politikasının, iddia edilenin aksine, savaşı tırmandırma, halkları birbirine kırdırma politikası olduğu açığa çıkmıştır. Suriye yönetimini Alevi ilan ederek, Sünni Müslüman radikal güçlere destek verilmesi bunun en açık kanıtlarından biridir.
Öte yandan AKP iktidarı, Mısır’da Mursi’nin devleti İslamlaştırma çabalarına karşı milyonlarca Mısırlının Tahrir Meydanı’nda isyan başlatması, ardından Mursi’nin alaşağı edilmesiyle bölgeye ilişkin Müslüman Kardeşler projesinin ortadan yarılmasını içine sindiremeyerek hırçınlaşmıştır.
ABD’nin, Suriye’ye askeri müdahale seçeneğini rafa kaldırması, Rusya’yla siyasi çözümde anlaşması, cihatçı güçlere vaat ettiği silah desteğini sürece yayması gibi oyalamaların yanı sıra, Suudi Arabistan’ın General Sisi’yi desteklemesi, Rojava’da PYD’nin Türkiye desteğine rağmen cihatçıları gerileterek bir özerk bölge inşa etmesi, Erdoğan’ın umut bağladığı ÖSO’yla El Kaide ve Nusra’nın hakimiyet savaşına girişmeleri, Suriye yönetiminin başarı üstüne başarı sağlaması, askeri ve siyasi dengeleri alt üst etmiştir. Türkiye dış politikada ciddi bir çıkmazla karşı karşıya gelirken, içerde Gezi ruhunun canlılığı ve her an yeniden alevlenme korkusu AKP’yi iyice sarsmış ve bunaltmıştır. Son günlerde dışarıda ve içerde dibe vuran politikalarının üstünü örtme ve gündemi değiştirmeye yönelik, “demokrasi paketi”, türban, Cami-Cemevi projesi, öğrenci evleri gibi konular AKP’nin baş aşağı gidişatını durduramayacağı gibi; dışarda, Suriye’ye ilişkin dibe vuran politikalar da giderek Türkiye halklarına El Kaide’nin terörü olarak dönme riskini büyütmektedir.
Suriye’de 2,5 yıldır devam eden savaşın bir tarafı olarak misyon üstlenen Türkiye’nin, ÖSO ve türevleri olan Nusra, El Kaide ve diğerlerine yaptığı desteği kesmeksizin, kendi iç istikrarını sağlaması ve 2. Pakistan vakası olma tehlikesinin önüne geçmesi mümkün olamaz. Suriye sorunu, Türkiye’ye, Katar ve Arabistan’ın sağladığı desteklerle değil, başta Suriyeli halkın, dış müdahale karşısındaki direnişi ve toplama cihatçı silahlı güçler karşısındaki kararlı mücadelesiyle çözülecektir. Cenevre-2 Konferansı, siyasal çözümün önünü açması ve hızlandırması itibariyle önemlidir. Ama daha önemlisi, Suriye halkının kendi geleceğini kendisinin belirlemesidir.