Yerel seçimlerin politik sonuçları bütünlüklü analiz edilmeden gündeme cumhurbaşkanlığı tartışması girdi. 30 Mart 2014 yerel seçimlerinin sonuçları cumhurbaşkanlığını belirlemede önemli bir kriter olacaktı. Ortaya çıkan politik sonuçlar, kimin cumhurbaşkanı olacağı sorusunu sanıldığı gibi netleştirmedi. Tersine çok daha karmaşık bir denklemin içine soktu. AKP’nin % 43 oy almasının çok ötesinde bir sorun haline gelen cumhurbaşkanlığı koltuğuna kimin oturacağı meselesi aynı zamanda 2019’a kadar izlenecek politikaların belirlenmesi bakımından da önemlidir.
Cumhurbaşkanının hükümet kanadından biri olacağı hesaplanarak Erdoğan ve Gül ikilisi üzerinde yürütülen bir tartışma var. Bu bir bakıma mantıklı gelebilir. % 43 oy almış bir hükümetin aday göstereceği kişi cumhurbaşkanı olabilir. Matematiksel olarak akla uygun olanın politikada tersten etki yapacağı da bilinir. Anayasa referandumunda evet oyu kullananların oranı % 58, hayır diyenler % 42 olarak belirlenmişti. İlginç olan bugün AKP’ye karşıt oy kullananların oranı % 57 civarındadır. Ancak muhalefetin tek merkezli olmaması ve çok farklı politik eğilimlerden oluşması bir dezavantaj oluşuyor. Bu bakımdan blok olarak hareket etmeleri son derece zordur. Fakat kamuoyunun üzerinde anlaşabileceği bir adayın ortaya çıkması da sürpriz olmaz. Hatta İslamcı gelenekten de oy alabilecek birinin aday gösterilmesi, bugünkünden çok farklı bir politik tabloyu ortaya çıkartabilir. Politikada bu tür sürprizlerin olması her zaman mümkündür.
Cumhurbaşkanlığı sorunu sadece Türkiye’nin iç politik gündemiyle ilişkili olmayıp aynı zamanda uluslararası ve bölgesel ilişkiler bakımından da önemlidir. Uluslararası güçlerin benimsemediği bir cumhurbaşkanının gelecekte ciddi sıkıntılar oluşturacağı hesaplanır. Cumhurbaşkanı’nın Türkiye’nin iç politik ilişkileri kadar uluslararası dengelerde de uyumlu ve etkili bir vizyona sahip olması önemsenir. Bu bakımdan iç kamuoyunun desteğini alsa da uluslararası ilişkilerde ‘diktatör’ olarak itham edilen birinin cumhurbaşkanı olması, Türkiye’nin uluslararası stratejilerini hemen her zaman olumsuz yönde etkileyecektir. Bu bakımdan bireylerin içteki politik gücü ve etkisi cumhurbaşkanı olma istekleri için tek başına yeterli bir veri değildir.
Cumhurbaşkanlığı tartışmasının merkezinde bulunan isimlerindin başında Erdoğan geliyor. Özellikle yerel seçimlerden sonra Erdoğan’ın çok büyük bir olasılıkla cumhurbaşkanı olacağına dair oluşan bir kanı var. AKP yöneticilerinin bu yönlü açıklamaları da böylesi bir önyargının oluşmasına neden oldu denebilir. Ancak politik tablo çok dikkatli okunduğunda bunun böyle olmayacağına dair önemli verilerin olduğunu da görmek gerekir.
Süreç Erdoğan için sanıldığı gibi kolay değildir. Tersine içte ve uluslararası alanda çok ciddi politik sorunlarla karşı karşıya bulunuyor. Hilelerin karıştığı seçimlerde yüzde 43 oy almasına rağmen bir yıl öncekine oranla ciddi oranda içte güven kaybına uğramış bir başbakan var. Sanıldığı gibi kendisine güvenmiyor ve öyle ki, oluşan kuşku ve kaygılar onun politik reflekslerine yön veriyor. AB’den sorumlu Bakan Mevlüt Çavuşoğlu; “Öyle bir süreç yaşıyoruz ki, herkes evinde, ofisinde kendini güvende hissetmiyor. Böyle bir ortamda kimse kendini güvende hissetmiyor. Sayın Başbakanımız da kendini güvende hissetmiyor. Zaten kendisi de söylüyor.” Erdoğan’ın psikolojik durumunu en iyi açıklayan sanırım Çavuşoğlu’dur.
Erdoğan bakımından iki noktaya dikkat çekmekten yarar var:
Birincisi küresel güçler ve sermaye Erdoğan’ın üzerini çizdi. Erdoğan çok büyük bir manevra yapmazsa, bozulan ilişkilerin düzelmesi son derece zordur. Şu anki mevcut durumu dikkate aldığımızda, Erdoğan, uluslararası ve bölgesel ilişkilerde önemli oranda izole oldu ve fiilen istenmeyen adam ilan edildi. ABD ve AB’nin Erdoğan merkezli Türkiye politikasında çok kapsamlı değişiklikler gündeme geldi. Suriye politikasındaki ani dönüşümler bunun somut bir örneğidir.
ABD’de dikkate alınan çok önemli gazetecilerin, Suriye’deki kimyasal katliamın ‘Erdoğan hükümetinin onayı ve bilgisi dâhilinde El Kaide’ye bağlı örgütler tarafından yapıldığını’ yazmaları, Obama Yönetiminde oluşan Erdoğan algısını yansıtıyor. Robert Fisk şöyle diyor: “Suriye ordusu subayları ve Esad’a yakın bir isim de, ABD ve müttefikleri gaz saldırısı nedeniyle rejimi suçlamakta ısrar edince bana, sarin gazının Türkiye’nin bir bölümünden Suriye’nin kuzeyindeki isyancılara taşındığına ilişkin resmi kanıta kulak asılmamasından şikayet ediyordu…”
Ayrıca ABD’nin eleştiri ve kaygıları, AB tarafından da dile getiriliyor. Erdoğan merkezli AKP hükümetinin izlemiş olduğu politikaların Türkiye’yi AB sürecinden bütünüyle uzaklaştırdığı ve “yakın gelecekte Türkiye’nin AB üyesi olamayacağı” görüşü ilerleme raporuna girdi.
Küresel sermayenin Türkiye algısında meydana gelen değişikliğin etkileri hissediliyor. Küresel şirketlerin aşamalı olarak Türkiye’den çekildikleri görülüyor, hareket halindeki sermaye akışında belirgin bir gerileme yaşanıyor, Türkiye’yi aktif olarak destekleyen Arap kralları ve zenginleri de, sermayelerini başka merkezlere transfer etmeye başladı. Bu durum Türkiye ekonomisinin kısa bir süre sonra durağanlaşacağını, cari açıkların hızla yükseleceğini gösteriyor. Hareket halindeki sermayeye dayanan Türkiye ekonomisinin büyümesinde yaşanacak gerilemenin ekonomik krizin oluşmasını etkileyeceği biliniyor. Bu bakımdan Erdoğan algısı, politik olduğu kadar ekonomik bakımdan da sorunlu olacaktır.
Ayrıca çok hesaba katılmayan bir başka nokta da, Erdoğan’ın uluslararası alandaki politik geleceğine ilişkin ciddi sıkıntılar taşıyor olmasıdır. Suriye’deki kimyasal katliamın Erdoğan-Davutoğlu-Hakan Fidan üçlüsünün yönlendirmesiyle gerçekleştirildiğine dair iddialar belgelerle ve tanıklarla kanıtlanır duruma gelirse, Erdoğan’ın ‘savaş suçlusu’ olarak uluslar arası mahkemelerde yargılanması gündeme gelebilir. Zayıf görünen böylesi bir olasılığın küresel sermayenin gündeminde durduğunu bilmekten yarar var.
Uluslararası ve bölgesel ilişkilerde oluşan bu gibi çok önemli sorunlar, Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığı adaylığını olumsuz yönde etkileyen önemli faktörlerden bir kaçıdır.
İkincisi, iç politikada oluşan dengelerdir. Erdoğan’ın iki yıl önceki politik gücü ve otoritesiyle bugünkü politik gerçekliği arasında belirgin bir fark var. İki yıl önce, hazırlanacak olan ‘yeni’ bir anayasayla ‘başkanlık veya yarı başkanlık’ sistemine geçileceğinden oldukça emindi. Böylelikle kendisi yeni dönemin cumhurbaşkanı olarak, iç politikada tek otoriter güç olacaktı. Ancak bugün ortaya çıkan dengeler, ‘başkanlık, yarı-başkanlık’ tartışmalarını kapattı ve ‘yeni’ bir anayasa da oldukça zor görünüyor.
Erdoğan iç politikada da bir açmazla karşı karşıyadır. Eğer aday olursa ve seçilirse ‘aktif’ olmayan bir cumhurbaşkanı olacaktır. Yapısal olarak buna uygun değil. Bu bakımdan ANAP ile AKP, Özel ile Erdoğan arasında bir benzerlik söz konusudur. İki parti de güçlü dönemler yaşadı ama hiçbir zaman göründükleri gibi kurumsal yapıya kavuşamadılar. Her iki partide liderlerin otoritesi ve etki gücü, partinin ve hükümetin bütününe yön verdi. Özal olmaksızın ANAP bir şey ifade etmiyordu. Aynı şekilde Erdoğan olmaksızın AKP bir anlam ifade etmiyor. ANAP’ta bütün dengeleri Özal belirliyordu, AKP’de Erdoğan. Öyle ki ANAP’ta Turgut Özal dışında, Semra Özal ve Ahmet Özal bütün ilişkilerde etkili olurlardı. AKP’de ise Bilal ve Sümeyye bu rolü üstlenmiş durumdalar.
Erdoğan’ın son balkon konuşmasına AKP yöneticilerini değil de ailesini çıkartması, partinin aile egemenliğinde olduğu ve ‘Erdoğan’ soyadı olmadan bir başarının olmayacağı mesajını başta Gül’e, Arınç’a ve diğer yöneticilere verdi. Bunun bir başka anlamı da, nasıl ki Özal cumhurbaşkanı olduğunda ANAP’ı uzun bir süre yönetmeye devam etmişse, Erdoğan’ın da eğer cumhurbaşkanı seçilirse AKP’yi yönetmeye devam etme isteğini yansıtmasıdır. Bu bakımdan Erdoğan’ın yeni bir Akbulut‘a ihtiyacı var. AKP’den bunun olması için Erdoğan’ın çok ciddi bir karar alması ve Gül’ü saf dışı etmesi gerekir. Parti içinde tek otorite olmasına rağmen bunu yapma şansına sahip değildir. Böylesi bir durumda hem AKP içinde ciddi bir saflaşma gündeme gelebilir, hem de Erdoğan bütünüyle yalnızlaşabilir. Eğer Erdoğan cumhurbaşkanı olursa Gül’ün aktif başbakanlığını kabul etmek zorundadır.
Erdoğan’ı iç politikada bekleyen zorluklar tahmin edilenden daha fazladır. Örneğin bütün veri ve kanıtlarıyla ortaya çıkmış bulunan ‘rüşvet ve yolsuzluklar’ Erdoğan ailesinin yakasını bırakmayacaktır. Hem uluslararası alanda hem de iç politikada bu sorun güncelliğini koruyacağı gibi özellikle 2015 genel seçimlerine doğru çok daha kapsamlı belgelerle bu süreç devam ettirilecektir. Cumhurbaşkanı olan Erdoğan’ın dokunulmazlık zırhı artacaktır ancak ailesini ve yakın takımını olası yeni operasyonlardan koruması güçleşecektir.
Erdoğan, hazırlattığı ve uygulamaya koyduğu yasalarla devletin kurumsal yapısını kendisine göre düzenlemek istiyor. Gülen Cemaati’nin özellikle Polis, HYSK, Milli Eğitim ve MİT içindeki gücünü tasfiye etmek ve kendi etkinliğini artırmak için çıkarttığı yasaların Anayasa Mahkemesi’nden dönmeye başlaması Erdoğan’ı ve AKP hükümetini oldukça zora soktu denebilir. Gül’ün taslaklar üzerinde yaptırdığı değişikliklere rağmen çıkartılan yasaların önemli bir kısmının AYM tarafından iptal edilmesi, hem Türkiye’nin iç politik dengeleriyle bağlantılarıdır, hem uluslararası güçlere verilen ‘pozitif’ bir mesajdır. Böylelikle Erdoğan’ın manevra alanı bizzat AYM tarafından kısıtlanıyor. Erdoğan’ın ‘Anayasa Mahkemesi’nin kararlarına saygı duymuyorum’ söylemiyle devletin en üst kurumuyla çatışmalı bir süreci başlatmış olması, geçen zamanın aleyhine işlediğini gösteriyor.
Bütün bu sorunlar Erdoğan’ı ciddi olarak düşündürürken, ters bir başka nokta daha var: Erdoğan’a aktif destek veren İslamcı çevreler dışında, İstanbul sermayesinin bir kesimi, Gülen cemaati ve hatta ulusalcıların bir kısmı Erdoğan’ın cumhurbaşkanı, Gül’ün de başbakan olmasını istiyor. Yönlendirmeleri de bu yönde oluşmaya başladı. Burada iki yön var. Eğer Erdoğan cumhurbaşkanı adayı olup seçilemezse, politik işlevini önemli oranda tamamlamış olacaktır. Cumhurbaşkanlığını kaybetmiş bir Erdoğan, AKP tüzüğündeki en fazla üç dönem milletvekili olma şartını kaldırmak zorunda kalacaktır. Yenilgiden sonra böylesi bir değişim Erdoğan’a olan güveni etkileyecektir.
Eğer cumhurbaşkanı seçilirse, kurumsal olarak günlük politik ilişkilerin dışına düşmüş olacak ve etki gücü sınırlanacak. Buna karşılık dengeleri çok daha iyi gözetleyen, uluslararası alanda belli bir saygınlığı olan Gül, Türkiye’yi politik kaostan çıkartabilir ve iç dengeler yeniden oluşturabilir.
Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı, Gül’ün de Başbakan olması formülü üzerinde olası bir uzlaşma olursa, bu durum Erdoğan’ın geleceğini riske atabilir. Devletin içte ve uluslararası alanda içerisine düştüğü politik krizi aşmak için Gül yeni bir politik süreç başlatmak zorunda kalacaktır. Örneğin Erdoğan ailesinin içinde yer aldığı ‘rüşvet ve yolsuzluk’ dosyalarının açılmasına izin verebilir, Suriye’deki iddialar hakkında bir soruşturma açabilir. Erdoğan’ın uyguladığı bölgesel politikaları doğrudan terk edebilir ve bir bakıma Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı bütünüyle izole edebilir. Böylesi bir durumda, Erdoğan’ın Çankaya’da oturması da uzun sürmez.
Özetle
– Bütün bu tartışmalar, Cumhurbaşkanı’nın AKP’den biri olacağı varsayımına göre yapılıyor. Ancak bu konuda kesin bir yorum yapmak yanlış olacaktır. CHP ve MHP’nin, Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç gibi ortak bir aday üzerinde uzlaştıkları varsayıldığı düşünüldüğünde iki tarafın oyu yaklaşık olarak % 44’tür. AKP’nin gerçek oy oranı ise % 43 değil % 39-40 olduğu biliniyor. Bu bakımdan kilit parti oy oranı % 6,5 olan BDP-HDP’dir. Özellikle ikinci turda Kürtler belirleyici güç olacaklardır. Kürt sorunun çözümünde atılacak stratejik-pratik adımlar, cumhurbaşkanının kimin olacağını belirleyecektir.
– Erdoğan’ın politik geleceği her şekilde ciddi risklerle karşı karşıyadır. Uluslararası baskıları ve riskleri göze alacak durumda olmadığı gibi içte rüşvet ve yolsuzluk iddiaları güncelliğini koruyacaktır. Şu anki politik tablo dikkate alındığında Erdoğan’ın cumhurbaşkanı olma isteği sanıldığı gibi fazla değildir. Etkisiz bir cumhurbaşkanı olmaktansa, devlet ilişkilerini belirlemede etkili olan başbakanlık onun ve ailesi için çok daha etkili ve önemlidir.
– Erdoğan, bugünkü politik koşullar içerisinde Gül’ü yeniden aday göstermeyi tercih edebilir. Cemaat kendi politik çıkarları için Gül’ün başbakan olmasını istiyor. Gül cumhurbaşkanı adayı olduğunda Cemaat destekler ama Erdoğan’ı hiçbir şekilde desteklemez. Böylelikle Cemaat ile AKP arasında, Gül eksenli dolaylı bir ittifak oluşabilir.
– Erdoğan, Cumhurbaşkanı olma şansı olduğu halde olmamasını, kendisi için fedakâr ve vefalı biri olarak pozitif bir algıya dönüştürebilir. Diktatör benzeri ithamlara da böylelikle yanıt vermiş olacaktır. Ayrıca demokrat ve ülke çıkarlarını esas alan biri olarak AKP ve İslamcı tabanda daha fazla güven ve sempati toplayabilir.
– Erdoğan olmaksızın AKP’nin, ANAP’laşabilme olasılığı oldukça yüksektir. Orta vadede ne Gül, ne Arınç, ne Numan ne de Babacan AKP’yi sürükleyebilir. AKP’nin 2015 Genel seçimlerinde oy oranının % 35 bandına düşmesi yüksek bir olasılıktır. Bu aynı zamanda AKP’nin tek başına hükümeti kuramaması ve Erdoğan için tehlike sinyallerinin başlaması anlamına gelebilir.
– Bütün bu olasılıklara paralel olarak, Erdoğan’ın hem AKP’den hem de devletten ve belki de uluslararası güçlerden kendisi ve ailesi için kesin bir güvence alarak -yani gelecekte herhangi bir soruşturmaya tabi tutulmaması, Cumhurbaşkanlığı pozisyonunun tartıştırılmaması- ‘etkisiz’ bir Cumhurbaşkanlığı görevini kabul edebilir. Herkesi memnun eden böylesi bir formül üzerinde anlaşmaları mümkündür.
Bu yazı sendika.org sitesinden alınmıştır.