MUSTAFA DURMUŞ yazdı: “Moody’s’in kararı, kurumsal erozyon, düşük ekonomik büyüme performansı, giderek artan bütçe açığı, cari açık ve iç kredi hacminde görülen artışlar ve özel sektör dış borçlarının geldiği düzey nedeniyle artan kredi şokları yüzünden, yeni bir not düşürümünün de gündeme gelebileceğinin işaretlerini veriyor.
MUSTAFA DURMUŞ
Moody's dün Türkiye'nin notunu “Ba1” seviyesinde sabit tutarken, not görünümünü ‘durağan’dan ‘negatif’e indirdi.
Bu karar büyük medyada ancak sıradan bir üçüncü sayfa haberi olarak yer bulabilirken, yapılan resmi açıklama ‘dış güçlerin tarafgir davranışlarına’ dikkat çekti ve bu kararın Türkiye ekonomisine her hangi bir olumsuz etkisinin olmayacağı ileri sürüldü.
Bu, üzerinde durulması gerekli bir karar. Çünkü önümüzdeki süreçte Türkiye ekonomisindeki daha da kötüleşmeye neden olabilecek dinamiklere vurgu yapıyor.
Not düşürümü sürüyor!
Bu tür derecelendirme kurumlarının verdiği notların gelişimi ve detayları ekonomideki sıkıntılı gidişatı yansıtıyor aslında. Zira Moody’s’in 27 Şubat 2017 tarihli bir raporuna göre Türkiye’nin 1 yıl önce “Baa3” olan ülke kredi notu, 24 Eylül’de bir sıra gerileyerek “Ba1” düzeyine düştü. Son karar ile değiştirilmeyen, korunan not bu not.
Diğer taraftan ülkenin CDS bazlı notu (kredi temerrüt sigortası anlamında) 1 yıl önce “Ba3” iken iki sıra birden gerileyerek “B2” olmuş, yani ülkede riskler arttığından bu riskleri uluslararası piyasalarda sigortalatma maliyetleri yükselmiş. Devlet tahvili bazlı notu ise 1 yıl önce “Ba1” iken, 24 Şubat’ta “Ba3’e “gerilemiş, yani iki sıra birden düşmüş.
Yani Moody’s’in dünkü kararı bir süredir ülkeye verilen çeşitli notların düşürülmesi ile uyumlu bir karar.
Kurum, ülke kredi notunu değiştirmemesinin nedenini ise devlete ait iktisadi ve mali göstergelerin göreli olarak daha iyi durumda olmasına ve böylece devletin özel sektörü rahatlatacak kapasiteye (yastıklama) hala sahip olmasına bağlıyor.
Diğer taraftan bu karar, kurumsal erozyon, düşük ekonomik büyüme performansı, giderek artan bütçe açığı, cari açık ve iç kredi hacminde bu yılbaşından bu yana görülen artışlar ve özel sektör dış borçlarının geldiği düzey nedeniyle artan kredi şokları yüzünden, zımni olarak, yeni bir not düşürümünün de gündeme gelebileceğinin işaretlerini veriyor.
Bir başka anlatımla, devletin borç konusundaki göreli sağlamlığının özel sektörün iç ve dış borç temerrüt risklerini kapatmada kullanıldığı bir aşırı finansallaşmaya ya da bir borç krizine dikkat çekiliyor.
Türkiye hiç olmadığı kadar borçlu!
Moody’s’in son kararını destekler nitelikte bir başka rapor geçen hafta yayımlandı. “Türkiye’nin borçlarından endişe duymalı mıyız?” başlıklı, Morgan Stanley’in 10 Mart 2017 tarihli Türkiye raporuna göre (Turkey Debt Chartbook: Should We Worry about Turkey’s Debt?), uluslararası yatırım kuruluşlarının Türkiye ile temel endişelerine artık borç göstergeleri de eklenmiş durumda.
Bunlar arasında en önemlileri ise; özel sektörün döviz borçları, devlet borçlarının çevrim oranı, dış borçtaki büyümenin sürdürülebilirliği ve banka kredilerinin geldiği yüksek düzey.
Özellikle de 2008’den bu yana asıl olarak dış borç stoklarındaki artıştan kaynaklı toplam özel sektör borcundaki ciddi artış ve son haftalarda hem para hem de maliye politikasının alışılagelmedik bir biçimde kullanılması Türkiye’ye bakışı etkiliyor.
Biraz detaya girersek, son 14 yılda sağlanan ekonomik büyümenin (buna karşılık artan ekonomik kırılganlığın), bazılarının artan servet zenginliğinin (buna karşılık kitlelerin artan yoksulluğunun ve daha da bozulan gelir bölüşümünün) arkasında, tarihimizin en büyük borçlanma döneminin olduğunu görebiliriz.
Öyle ki 2007 yılından bu yana ülkenin toplam borç/milli gelir oranı 22 baz puan artarak yüzde 106’ya yükseldi. Bu borçların döviz cinsinden olan kısmı yüzde 43’ü buluyor.
Özel sektörün borcu dağları aşıyor!
Bu borçlanma düzeyi diğer yükselen ekonomilerle kıyaslandığında düşük olsa da, bunun nedeni bizde devlet borçlarının göreli olarak hala daha düşük düzeyde olması.
Diğer taraftan özel sektör borçlarının (hem iş alemi hem de hane halkı) milli gelir içindeki payı açısından yüzde 82 ile bu ülkelerin arasında en fazla borçluluğa sahip ülkelerden biriyiz. Öyle ki bu pay 2007’den bu yana yüzde 41 baz puan artmış.
İşte size bir zamanların ekonomik canlılığının, ülkeyi Dünyanın en büyük şantiyesine dönüştüren devasa alt yapı ve üst yapı inşaatlarının, insanların tüketim-refah düzeylerindeki sanal artışın ya da özel sektörün büyüme hikâyesinin ardındaki gerçek neden.
Toplam dış borç stoku 416 milyar doları, yani milli gelirin yüzde 52’sini buluyor. Bu dış borçların yüzde 59’u dolar, yüzde 33’ü avro cinsinden; buna karşılık ihracat gelirlerinin ancak yüzde 43’ü dolar, yüzde 48’i ise avro cinsinden.
Özel sektörün dış borçları milli gelirin 2008’de yüzde 24’ünden, 2016 yılının üçüncü çeyreği itibariyle yüzde 35’e yükseldi. Buna karşılık ülkeye giren bol döviz, döviz rezervlerinde aynı miktarda artışa neden olmadı, üstelik özel sektörün döviz açığı pozisyonu 137 milyar dolardan 208 milyar dolara fırladı (milli gelirin yüzde 25’i).
Dış denge bozulmaya devam ederken, fonlama biçimi değişiyor!
Cari açığın bu yıl 40 milyar doları bulması bekleniyor. Bu durumda Türkiye’nin önümüzdeki 12 ay için dış kredi, portföy yatırımı, doğrudan yabancı sermaye yatırımı ve net hata noksan kalemi biçiminde 199 milyar dolarlık bir dış finansmana ihtiyacı var.
Diğer taraftan dış borçlanmanın cari açığın finansmanı içindeki rolünün 2007’de ortalama yüzde 52’den son üç yıldır yüzde 33’e gerilemiş olması özel kesimin giderek dışarıdan borç bulmasının zorlaştığını ya da maliyetlerinin daha da arttığını gösteriyor.
2016 yılında gerçekleşen 33 milyarlık cari açığın asıl fonlayıcısının (11 milyar dolar) net hata ve noksan kaleminde gösterilen kaynağı belli olmayan (!) para olması ve borsa ve hazine bonolarına gelen portföy yatırımlarının yükselişe geçmesi, Türkiye’nin uluslararası yatırımcılar için riski yüksek bir ülke olarak algılandığını gösteriyor. Bu tür bir finansman hem yüksek maliyetlidir, hem kriz yaratıcıdır, hem de uzun vadede sürdürülebilir değildir.
Bu arada Türkiye’nin borç servisi rasyosu (yani borç anapara taksiti ve faiz ödemelerinden oluşan rasyo) yüzde 14 oldu. Bu oran 2003 yılında sadece yüzde 6,7 idi ve aynı yıl faiz oranları bugünkünün çok altındaydı. Bu veriler de Türkiye’nin giderek artan dış borç taksiti ve faizi ödemesiyle daha da yoksullaştığını anlatıyor.
Bankalar KGF garantisiyle para satıyor!
Bankacılık sektörü borçlarının yüzde 51’inin döviz cinsinden olması ve bu borçları asıl olarak yerli firmalara dövizli kredi olarak kullandırıyor olması, bu şirketlerin borç geri ödeyememeleri halinde bankacılık sektörünün de potaya girmesiyle sonuçlanacak.
Diğer taraftan 2017 başından bu yana uygulamaya konulan ve 250 milyar liralık plasman imkanı sunan Kredi Garanti Fonu ile özel sektöre verilen lira cinsinden kredilerde ciddi bir artış gözlemleniyor.
Bu krediler geri ödenmediğinde ortaya çıkacak olan zararın Hazinenin (dolayısıyla hepimizin) zararı olarak toplumsallaştırılacağı açık.
Nitekim elde kalan bu son imkâna yüklenilmekte olduğu görülüyor. Yani borçlanma açısından devletin göreli olarak daha iyi durumda olması sermayenin gözlerini bu alana dikmesine neden oluyor ve son dönem politikalarıyla devlet sadece vergi-prim afları ya da köprü ve tünellerde olduğu gibi yolcu geçişi garantisi biçiminde değil, ihracatçıların borçlarında kur sabitlemesi ve “koşullu yükümlülükler” başta olmak üzere özel sektörün dış kredi riski ya da esnafın bankalardan sağlayacağı lira cinsinden kredilere sağlanan KGF garantisi biçiminde de özel sektörün riskini üstleniyor.
Öyle ki TCMB’nin son enflasyon raporuna göre özel sektörün döviz açık pozisyonunun 31 milyar dolarlık kısmı kamu özel ortaklığı konusunda devletin verdiği garantilerle karşılandı.
Böylece son yıllara kadar uygulanan mali disiplin sayesinde yüzde 9 baz puan düşürülen kamu borcu/milli gelir rasyosu sermayenin iştahını kabarttı. Ekonomik ve siyasal kriz ortamında, siyasal iktidar bloku da kendi geleceği açısından bu imkânı bu kesime kullandırtmakta sakınca görmüyor.
Bunun sonucunda devletin, borcu borçla çevirme oranı da giderek artmaya başladı. Öyle ki son 10 yılda ortalama yüzde 85 düzeyinde olan iç borç çevrim oranının 2017 yılında yüzde 98’e yükselmesi bekleniyor. Hazine Müsteşarlığı’nın öngörülerine göre bu yılın Ocak-Mayıs 2017 döneminde iç borç çevrim oranı yüzde 106 olacak.
Yani yeterli büyüyememe, yüksek işsizlik, artan yoksulluk yüksek enflasyon, daha bozuk gelir ve servet bölüşümü, artan cari açıklar gibi reel kriz göstergelerinin daha da kötüleşmesinin yanı sıra, artık sürdürülemez düzeyde hane halkı borçları, özel sektör borçları (özellikle de dış borçlar) ve son kertede özel sektörün riskini ve zararını sosyalleştiren uygulamalarla artan devlet borçları gerçeğiyle karşı karşıyayız.