İletişim teknolojilerinin geldiği son nokta itibariyle, bilhassa son yerel seçimlerin ardından iyice su yüzüne çıktığı üzere, siyasi mesaj ile medya mesajı arasındaki mesafe iyice daraldı. Gerek politik iktidar ve parlamenter siyaset içinde muhalefet paydasına oturtulan heterojen dağılım, gerekse çeşitli örgüt, kurum ve çevrenin içinde bulunduğu kaba bir parantezle ‘sokak muhalefeti’ olarak anılabilecek öfkeli kalabalıklar ve hatta ‘politikayla işim olmaz’ diyen büyük çoğunluk medya mesajına değişik biçimlerde ve farklı kanallarla da olsa muhataplar. Doğrudan politik bir tarafgirlik ilan etmeyen ya da politik olmayı reddeden medya mesajlarının dahi zaruri olarak ideolojik biçim ve içerikleri barındırması bir yana, doğrudan politik iletilerin medyadaki hacim artışı elbette iletişim teknolojilerinin toplumsal erişim ölçeğinde yaygınlaşması ile doğru orantılıdır.
Medya Mesajı/Siyasi Mesaj
Güncel bağlamda etkileri ve erişim hızı açısından zayıftan güçlüye doğru sıralarsak gazete, TV ve İnternet, siyasette belki de tarihte hiç olmadığı kadar etken bir role sahipler; tabi ki farklı toplumsal kesimlerde farklı etki ve sonuçları doğası gereği çelişkili bir biçimde bünyesinde barındırarak. Sosyal medya, elinde akıllı telefonu olan herkese (ki ortalık çakma modeller sayesinde ucuzlukta yarışan akıllı telefondan geçilmiyor) politik bir kürsü bulma şansı verdi. İşte politikayla işim olmaz diyerek “iyi vatandaş” kisvesine mağrur bir omuzla yaslanan kitlenin inadı bu kürsü de kırıldı. Çayı bahane eden “Ne olacak bu memleketin hali” klişesiyle özetlenebilecek dostlar arası pasif siyaset olduğu gibi sosyal medya ortamına aktarılmış oldu. Ancak, sosyal medya tüm ihtişamına ve erişim hızına rağmen Televizyonun tahtını hala sallayabilmiş değil. Gazetelerin ise internet haberciliği sebebiyle sayılı günleri kaldı denebilir. Belli bir yaş grubunun üstü ve belli bir sınıfsal konumun aşağısı kesişimiyle kabaca ifade edebileceğimiz geniş bir toplumsal kesim soysal medya ve internet haberciliği gibi unsurlara uzak veya yabancı. Yani, eş-dost ya da televizyon dolayımıyla internette olan bitenden haberdar olabilen bu kesim için temel haber alma aracı hala televizyon.
Sosyal medyanın politikaya kapı açan (kimine göre teşvik eden) yapısı ve ‘occupy’ eylemlerinden Arap Baharına ve Gezi Direnişine uzanan geniş bir yelpazede oynadığı aktif rol iletişim ve siyaset ilişkisi üzerine çeşitli tartışmalara yol açtı. Söz konusu ayaklanmalarda manidar bir slogan olarak “devrim televizyonda yayımlanmayacak (the revolution will not be televised)” ifadesi, insanların sokaklara taşan öfkesinin televizyon ekranlarındaki (s)ebatsızlığına yönelen bir medya eleştirisiydi. Lakin bu eleştirinin geniş bir toplumsal yaygınlığa eriştiğini, yani medyaya yönelik kitlesel bir güven/ itibar kaybının vuku bulduğunu söylemek ya da televizyon izleme oranlarında kayda değer bir düşüşün gerçekleştiğini söylemek oldukça güç. Gezi’nin ardından artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. Kesinlikle doğru. Ama bu doğruyu “artık her şey değişti” biçiminde algılamak da kesinlikle yanlış! Sosyal medyayı (sistemin kontrolünden) görece özerk bir iletişim mecrası olarak değerlendirmek olasıysa da ciddi riskler ve tehlikeler barındıran bir alan olduğunu gözden kaçırmak büyük hezimetlerle sonuçlanabilir. Sistemin, tüm iletişim aygıtları üzerindeki (açık ya da örtük)ideolojik baskısını ve manipülasyon gücünü görmezden gelmek sosyal medyada sistem tarafından içerilme ihtimalini sıfıra indirger. Oysa, belki basit ama uçsallaştırılmış bir örnek olarak, Ethem’in vurulduğu anı içeren videonun altındaki “hesabı sorulacak” şeklinde dile getirilmiş yorum için milyonun üzerinde “beğen” tıklamak ile masa başından kalkıp internet dışı siyasete katılmak arasında rüştünü ispatlamış bir doğru orantı mevcut değil. Belki daha da acısı Berkin için “ ben ekmek almaya giderken yüzümü kapatıp sapanla taş atmıyorum” gibi ve çok daha sert ifadeleri paylaşmakta hiç de beis görmeyenlerin sayısının da milyonları geçmesidir!
Politik iktidarın muhalif medya mesajları konusunda gece-gündüz kafa yormasının sonuçları, Twitter’ın yasaklanmasıyla ayyuka çıkan “müdahaleci devlet/basın özgürlüğü” ikiliğiyle açıklanabilecek kadar basit değil elbette. Hatta, bu tür hamlelerin daha derin iletişimsel operasyonların üzerini örtmeyi amaçlayan sansasyonel niteliği de oldukça düşündürücü. Medya/muhalefet ikileminin yanı sıra iktidarın kendi politika üretimi açısından medyadan muradının ne olduğu konusu da diğeri kadar önem taşıyor.
İktidarın Medyası ya da Medyanın İktidarı
İktidar, siyasi mesaj ile medya mesajı arasındaki daralmanın farkındalığı ile en temel iletişim aygıtları üzerindeki yasal gücü elinde tutmanın konforunu sürüyor. Medyanın kuralları üzerine ciddi araştırmalar yapan ve siyasi mesajları bu kuralların süzgecinden geçiren profesyonel bir ekip Başbakan ve iktidar partisi için hummalı biçimde çalışıyor. Yakın geçmişimizdeki son yerel seçimler gerek seçime giden süreç gerekse sonuçları itibariyle bize iktidarın ‘medya mesajı’ oluşturmaktaki itinasına dair önemli veriler sundu.
Yerel seçim sonuçlarında AKP’nin oy alımında mühim bir değişme gözlenmezken, tüm değişimler diğer yelpazede gerçekleşti. Buradan çıkarılabilecek birçok sonuçtan biri şudur; AKP kendi oy vereniyle bir biçimde başarılı bir rezonans yakalamayı sürdürüyor. Hem de Roboski’ye, Reyhanlı’ya, Gezi’ye ve daha nice siyasi depreme rağmen! O halde aynı zamanda bir medya savaşı biçiminde gerçekleştirilen yerel seçimlere bir göz atmakta fayda var. Zira medya çağında seçimler siyasi partilerin tüm geçmiş icraatlarına rağmen bizzat seçim sürecinde kazanılmaktadır ki “her an her şey değişebilir”in gerçekliğini Ankara seçimlerinde çıplak gözlerimizle gördük.
Başbakan yerel seçim sürecinde milleti için “eğilmeyen, yenilmeyen” tek ve büyük lider imajını seçmişti zira yerel seçim değil genel seçim ya da genel taarruz havası yaratacak bir strateji belirlenmişti. Manidar bir istisna olarak İzmir hariç neredeyse tüm il ve ilçelerdeki adaylar için hazırlanan görsel materyallerde adayın yanı sıra Başbakan’ın fotoğrafının da kullanılması gibi birçok detay aynı stratejinin birer parçasıydı. Savaşkan tek lider imajı için gerekli olan düşman; “tape”ler vasıtasıyla hortlayan, hem de yıllardır Amerika’dan dönmeyişiyle “dış mihrak” imgesine cuk oturan “Pensylvania’daki zat” başta olmak üzere Gülen cemaati ve AKP seçmeni açısından CHP-MHP yakınlaşması ile sol-düşman imgesi zayıflamış olsa da “Gezi-ci Darbeciler” olarak belirlenmişti. Her küçük yerel birim için ayrı üretilen naif seçim şarkılarının yerini, Nogay marşı diye de bilinen bir Cengiz Han methiyesinden Recep Tayyip Erdoğan’a devşirilmiş bir şarkı almıştı. Bu, eğilmeyen savaşkan lider imajı ile “Allah’ın bir lütfu, büyük Başbakanımıza hep komplo kuruluyor” algısıyla seçmeni, sahip çıkma, koruma refleksine çağıran “mağduriyet” kurgusunun eklemlenmesi Başbakan’ın seçime yönelik Medya stratejisinin özetidir diyebiliriz. Seçim kampanyası boyunca bir genel seçim havasında her yerel birimin mitingine bizzat (gerekirse hologram teknolojisiyle) katılan Başbakan’ın yaptığı konuşmalar bu birleşik stratejinin ürünleriydi. Yerel seçimlere yöneltilen bu kısa bakış dahi politik iktidarın okunacak metinlerden, seçilecek görsellere kadar en küçük detayları ile tüm argümanlarını iyi tasarlanmış bir medya stratejisinin süzgecinden geçirdiğine dair tespiti güçlendiriyor. Böylesi bir tespit AKP seçmenine yönelik değerlendirmelerin seçmenin tercihlerini sadece seçmene ya da sadece AKP’nin manipülasyonuna mal eden yaklaşımların da tehlikesini ortaya çıkarıyor. Çok sayıda değişkenin aynı düzlemde çarpıştığı bir denklemde sabitlenmiş birimlerin değişken sonuçlarına yönelmek en nazik tabiriyle metodolojik bir hata değil midir oysa?
Uğur Kurt’un Ardından Medyada Başbakan
Bugün (23.05.2014) AKP il başkanları toplantısında Başbakan’ın yaptığı konuşmada, yerel seçimlerde sergilediği “mağdur ama eğilmeyen tek lider” imajı yine belirgindi. Her ne kadar Cumhurbaşkanı adaylığı konusunda net bilgi vermekten kaçınmayı sürdürse de 77 milyonluk mağdur bir milleti kucaklayacak başı dik lider vurgusundan vazgeçmedi. Gündeminde Soma faciası, Berkin Elvan ve dün Okmeydanı’nda öldürülen Uğur Kurt da vardı elbette; tabi, manipülatif, sol argümanları mas edici bir metinle… “Kömürün çilesini çeken biziz, en zor işlerde ölümle burun buruna çalışan biziz. Biz oralardan geliyoruz, her an zaten oralardayız” ve “Birileri ölünce, ellerini ovuşturan bir zihniyet bizi anlayamaz” diyerek yine halkın arasından çıkıp gelmiş başbakana devamlı komplo kurmak peşinde olan mihrakları işaret ederken; “Soma’da 77 milyon tek yürek oldu” gibi ifadelerle, akabinde milli yas ilan edilen bir felaketin ardından güçsüz cılız bir azınlık’ın olay çıkarmak ve huzursuzluk yaratmak isteğini vurguladı. Elbette, tüm bunlar milletten aldığı yetkiyle savaşacağı ve gerektiğinde acımasızca cezalandıracağı kimselerdi. Soma’nın her gün yeni bir skandal eşliğinde gündemden düşmemesi güçlü bir başbakan için bile sıkıntılı bir tabloydu. Böylesi bir durumda “terör” olaylarının yükselmesi ve başka bir skandalın gerçekleşmesi yegane ilaçtı. Bir cemevine rastgele saçılan kurşunlar kimse ölmemiş olsaydı dahi Alevi-Sünni ikiliğinden nemalanacak yeni bir gündem maddesi yaratmaya zaten yetecekti. Aslında Başbakan’a göre bu tür yorumlar da birer komplo teorisi. Ne yani, gerçekten kendinden geçmiş bir polisin inisiyatif dışı bir davranışı olamaz mı!? Şimdi Başbakan çıkıp bir TV ekranında; “Alevi düşmanları, böyle acı durumlardan vazife çıkarıp Sünni kardeşlerimle Alevi kardeşlerimin arasını açmaya çalışanlardır. Biz, yıllardır Alevisi, Sünnisi kimseyi ayırt etmeden tüm inançları kucakladık. Çünkü, inancın dışlanmasını en iyi biz biliriz. Ey kendine demokratım diyenler 28 şubatta çığlıklarımızı duydunuz mu? Bir kardeşlik projesi olarak tasarladığımız Cami-Cemevi yapımında ortalığı karıştıranlar da bu sözümona demokrat teröristlerdi. Bunlara pabuç bırakmayacağız” diyemez mi? Tam da formülüne uygun bir demeç olmaz mıydı; mağdur ve dik başlı?
Başbakan medya mesajlarını seçerken uyguladığı nice taktikten biri de sol argümanları metinlerine yedirmektir. Bu taktiğin amaçları arasında, sol söylemi mas etmek, büyük bir çoğunluğun algısında güçlenme ihtimali olan tek muhalif siyasi güç CHP’yi ve “marjinal sol”u araçsız-kifayetsiz bırakmak ve liberal seçmene göz kırpmak başta sayılabilir. HDP ve bileşenleri için “milliyetçilik” gibi bir koz her zaman ceptedir ve sokakları dolduran kalabalıklar da zaten teröristtir. Başbakan’ın bugünkü konuşmasından manidar bir kesite dikkatle bakalım:
“Bu Somali’ye, Sırbistan’a el uzatmamıza tepki gösterenler inanın, Soma’yı da bilmezler, haritada yerini bile bilmezler. Dünyayı kendi oturdukları semtten ibaret bilirler. Lüks kafelerde otururlar, deniz gören yalılarında Boğaz’da otururlar. Ellerinde akıllı telefonlarıyla ahkam keserler, yalan söylerler. Attıkları tivit gündem listesine girmiyorsa bunlar için hiçbir konu önemli değildir. Bunlar kendileri 140 karakter yazınca dünyayı kurtaran adam zannederler. Soframıza diz kurup oturamazlar. Bugün Bosna’ya sırtını dönersen, yarın sana sahip çıkacak kardeş bulamazsın. Yoksulluğun coğrafyası yoktur.”
Dayanışma, yoksulluğun coğrafyasızlığı, kendi lüksünden gayrisine ilgiyi çok gören rahatına düşkün burjuva umursamazlığı… Ne ararsanız var! Aynı konuşma da Berkin Elvan için eylem yapmayı planlayanları suçlayıp Berkin için “Ölmüş Geçmiştir” ifadesini de var. Sorunda tam burada; tüm bunlar aynı metinde ülkenin ne kadarına çelişkili ifadeler gibi görünüyor? AKP oy verenini aptal, edilgen ve iradesiz ilan eden yaklaşımlar toplum ve siyaset ilişkisi bağlamında rıza/tahakküm ikilisinin gerilimini gözden kaçırmaktadır. “Bu katliamlara göz yuman insan olamaz”, “şimdi uyanmadıysanız ne zaman uyanacaksınız” ve benzeri biçimlerde serzenişler sadece söyleyenin ideolojik konumlanışını veya AKP hegemonyasına verdiği yanıtı ifade eder. AKP ile seçmeni arasında kurulan ve diğer özneleri kati bir tutumla dışlayan siyasi iletişimi bir tarafa bırakıp “bunca şeye rağmen” hala AKP’yi seçenleri anlayamamaktan yakınmak nişan alırken iki gözü birden kapamakla ilgili olsa gerek. Böyle bir tabloda şu öz-eleştirel soru her zamankinden daha kıymetli: AKP seçmeni bu siyasi-medya mesajlarına neden olumsuz yanıtlar vermez? Büyük çoğunluğu zaten hep sağ gelenekleri desteklemiş mevzu bahis seçmenler AKP’ye yönelik olumsuz ithamlara sadece sol’dan gelen sesler oldukları için mi kulaklarını tıkarlar? Ya da kulaklarının tıkalı olduğu doğru mu? Tıkalı mı? Peki o zaman, şimdi Ne Yapmalı?