Bu yazıda her ne kadar Türkiye’de sendikal hareketin yaşadığı krize değinilecekse de, krizin gerek kapitalizmin krizinden, gerekse de Avrupa ve dünya ölçeğinde yaşanan sendikal krizden bağımsız ele alınamayacak olması nedeniyle kapsamı geniş tutulacaktır. Bu geniş kapsam doğrultusunda 1970 petrol krizinin yarattığı dünya ölçeğindeki yeni kapitalist yönelimler ele alınacak, bu yönelimlerin yarattığı siyasal, ekonomik ve kültürel dönüşümlerin reel sosyalizmin çözülüşü ile derinleşerek sınıf hareketine yansımaları değerlendirmeye tabi tutulacaktır.
Metnin sonuç bölümü ise Türkiye sendikal hareketinin bugünkü durumu çerçevesinde çözüm olanaklarını barındıracaktır.
Dünyada ‘yeni sağ’
İkinci Paylaşım Savaşı sonrası dünya ekonomik-güç dengelerinin değişmesi ile gelen anlayış muhafazakârlığın otorite ve lider tapıcı algısı, tecrübe biriminden süzülen kurumları yücelten bakışı ile örtüşen pragmatik ve paternalist bir anlayıştı. 50’li ve 60’lı yıllarda Latin Amerika ve Avrupa’da kavramsal olarak kullanılmaya başlayan neokonservatizm, 70’li yıllarda ortaya çıkan ekonomik kriz ile birlikte somut yaşamsal alan buldu. 70’ler boyunca doğrudan Keynesyen refah anlayışını hedef alan muhafazakâr fikirler yeni sağın fikirleri olarak başlangıçta ABD ve İngiltere’de derin etki yaratmış, sonrasında kıta Avrupası ve diğer Batılı devletlerde etkili olmuştur.
Esas itibarıyla yeni sağ politikalar liberal ekonomik politikalar ile muhafazakâr düşüncenin otoriteryan anlayışının bir potada kapitalistler lehine eritilmiş şekli olarak yükselişe geçmiş oldu. ‘Yeni sağ’ devletin ekonomik yaşama doğrudan müdahalesinin kamu tekellerine yol açtığını, bunun da özel sektör açısından haksız rekabet anlamına geldiğini, bireysel girişim özgürlüğünü bu anlamda kısıtladığını savundu. ‘Yeni sağ’a göre kamu, niteliği gereği pahalı ve verimsiz çalışmaktaydı. Bu söylem sonraki yıllarda PTT, Petkim, Seka, Sümerbank… örneklerinde olduğu gibi kamuya ait kurumların özelleştirilmesinin meşru dilinin dolaşıma girmesini beraberinde getirdi. Oysa yine ‘yeni sağ’a göre kamusal hizmetleri tüketenler vatandaş olarak değil, müşteri gibi kabul edilmeli, hizmetler fiyatlandırılmalı ve yalnızca hizmeti satın alma gücünden yoksun yurttaşlar kuponlar, sosyal dayanışma ağları ile desteklenmeliydi. Bu anlayış ise ilerleyen yıllarda ortaya çıkan dinci sosyal yardım kuruluşlarının ana mantığını oluşturmaktadır. ‘Sivil toplum’ kavramsallaştırmasının devlet karşısında öncelikli görülmesinin esasını da yine aynı muhafazakar liberal anlayış üretmiştir.
Neoliberalizm
Keynesyen refah politikalarının tasfiye edilerek, piyasaların kısıtlanmaksızın işlemesini sağlayan bir politikalar sistemi ve uygulamalar bütünü olarak tanımlanabilecek neoliberalizm, küreselleşmiş üretim ilişkileri ve finansal sistemlerin hükümetleri refah devletine özgün yükümlülükleri terk etmeye zorlamasının bir sonucudur. Devletçilik karşıtlığını esas alan bu uygulamalar bütünü devletin küçültülmesi tezini savunur. Devletin küçültülmesi ile sivil toplumun, toplumsal dayanışmanın kendi kendisinin üretici mekanizması olacağı ileri sürülür. Küçülen devletin yerine üzerinde durulan, odaklanılan alanlar inanç, birey ve serbest piyasadır. Bu anlayışın tüm dünya ölçeğinde hayata geçirilmesi aşamalarında devletler, tam istihdamı sağlamak ve kapsayıcı bir sosyal refah devleti sistemi kurmak gibi politikaları ilk elden terk etmiştir. Bunun yerine küçülmüş ancak etkinliği artırılmış devlet ve uluslararası rekabet odaklı politikalar hayata geçirilmiştir. Yani refah devleti formülü ile yaratılan yönetim stratejileri son elli yıllık dönemde neoliberalizm adıyla kökten değişmiştir. Yeni formülasyon; birey+ tercih serbestliği+ piyasa güvenliği+ minimal devlet.
IMF ve Dünya Bankası gibi uluslararası kapitalist kurumlar tarafından popüler hale getirilen ve yapay gündem olarak dolaşıma sokulan neoliberalizm, geniş çaplı şekilde öncelikle Reagan ve Thatcher dönemlerinde hayat bulmuş; uluslararası siyasal ve finansal organizasyonun yarı resmi ideolojisi denilebilecek bir noktaya evrilmiştir. Ekonomik kriz nedeniyle ortaya çıkan ‘yönetilemezlik’ durumunun yeniden ‘yönetilebilirliğe’ kavuşmasını amaçlayan politikalar kapitalist dünyanın sınıf ve emekçiler aleyhine reorganizasyonundan başka bir şey değildi. Kolektif kamusal nitelik taşıyan her şeyin tasfiye edilerek özelleştirilmesi, daha açık bir deyişle, kamu tarafından ve kamu için sunulan mal ve hizmetler bütününün piyasalar tarafından ve sermaye lehine sunulması anlamına gelen neoliberalizm, 80’li yılların ilk yarısı itibarı ile uygulamada hız kazandı. (80’li yılların ilk yarısına tekabül eden dünya ölçeğindeki uygulamaların 12 Eylül darbesinin ekonomik ve siyasal nedenlerini kavramak açısından da ayrı bir önem taşıması bu değerlendirmeyi gerekli kılmaktadır.)
80’Lİ YILLAR
Neoliberalizmin siyasal alanda dolaşıma girmesi, 1980’li yıllarla birlikte Thatcher ve Reagan tarafından temsil edilen ‘yeni sağ/muhafazakar’ anlayışın iktidarda olduğu döneme tekabül etmektedir. Aynı yıllar Türkiye açısından askeri bir darbe ile açılmış; ekonomiden siyasete, siyasetten yönetime, toplumsal ve kültürel alanlara değin neoliberal politikaların uygulanabilirliğini sağlayacak yeni bir süreç ABD ve onun işbirlikçisi darbeciler tarafından başlatılmıştır. Sınıfın hedef alındığı ve onun temsilcisi sendikaların kapatıldığı, devrimci mücadele yürütenlerin işkencelerden geçirilerek, cezaevlerinde katledilerek muhalefetin yok edildiği 80’li yıllar, ekonomik faaliyetlerin dünya çapında birbirine bağlanmasını, bağımlı hale gelmesini öngören politikaların darbeci generaller, 80 Anayasası ve Turgut Özal eliyle hayata geçirildiği yıllar olmuştur. Siyasal, kültürel ve ekonomik boyutlarıyla karşımıza çıkan neoliberal politikalar, esas itibarıyla ekonomik alanın refah devleti aleyhine işleyen saldırılarını içermektedir. Emeğin akışkanlığı, çok uluslu sermayenin uluslar arası alanda serbestçe dolaşımı, sosyal hakların sınıf aleyhine budanması, sendikasızlaştırma, düşük ücretler ve minimum maliyet ile maksimum kazanca içkin neoliberal politikalar, çok uluslu şirketler kadar ekonomik örgütler eliyle de şekillendirilmiştir (IMF, GAT, WTO…).
Sermayenin pervasız saldırılarının gizemli ve yumuşatılmış kavramsallaştırması olan ‘küreselleşme’, ulusal ekonomilerin dünya piyasalarıyla eklemlenmesi ve bütün iktisadi karar süreçlerinin dünya kapitalizminin sermaye birikimine yönelik dinamikleri tarafından belirlenmesiyle ifade edilebilir. Bu şu anlama gelmektedir: Dünya kapitalizminin sermaye birikimini en üst düzeye çıkarmak amacıyla yoksul ülke halkları başta olmak üzere dünya işçi sınıfının hakları budanacak, sosyal politikalardan vazgeçilecek, hizmet sektörü de dahil olmak üzere tüm dünya üzerinde her alan piyasaya açılacak, emperyalist ülkelerin yoksul ülkeler üzerindeki hegemonyası eskisine oranla daha da artacak. 12 Eylül askeri darbesi, bütün bu ‘olması gerekenleri’ hayata geçirebilmek amacıyla Türkiye halkları muhalefetinin ilk elden temizlenmesi/yok edilmesi olarak görülebilir. Bu bağlamda Türkiye’de neoliberal yapılandırma üç evrede incelenebilir: İlk evre 24 Ocak kararları ile hafızalara kazınan 80’lerdeki liberalleşme evresi; ikinci evre 1990’larda hız kazanan ve kökleşme çabalarını içeren neoliberal evre ve son olarak 2002 seçimleriyle birlikte iktidara gelen/getirilen AKP uygulamalı piyasa dostu ve piyasa düzenleyici devlet inşa süreci.
24 Ocak kararlarının temel amaçları ekonominin dış rekabete açılması, yabancı sermayenin özendirilmesi, ihracatın artırılması, ekonomide kamu kesiminin daraltılması, devlet müdahelesinin asgari düzeye indirilmesi, özel kesimin sermaye birikiminin özendirilmesi ve devlet eliyle desteklenmesi, sonuç olarak piyasanın serbestçe işlemesinin sağlanması olarak özetlenebilir. 1970 ekonomik krizi sonrası dünya sermayesinin kar ve büyüme oranlarının düşmesine ilişkin aldığı önlemlerin Türkiye coğrafyasındaki yansıması olan 24 Ocak kararları, çok uluslu yeni dönem ekonomik dayatmaların bölgeselleşme ve bloklaşma eğiliminin ürünüydü.
Bu kararlar IMF’nin Türkiye’den beklediği develüasyon, KİT zamları ve fiyat denetimlerinin kaldırılması gibi talepleri fazlasıyla gerçekleştiriyordu. Bunun yanı sıra iç ve dış piyasa serbestisi ile yerli sermayenin emeğe karşı güçlendirilmesi gibi iki stratejik hedef etrafında oluşan bir yapısal uyum perspektifi taşımaktaydı. (Korkut Boratav/ Türkiye İktisat Tarihi)
Bu kararlarla birlikte, 1980 sonrası yabancı sermaye girişi önceki dönemle kıyaslanamayacak kadar artmıştır. İşin ekonomik kısmı olan bu ve benzeri saldırıların yanında 1980 sonrasında liberal ekonomiye geçiş ve getirdiği sosyal değişiklikler sonucu yoksulluk, iktidarlar tarafından kontrol edilmesi güç bir hal almıştır. Bu noktada devletin sosyal yardım alanında bazı adımlar atması kaçınılmaz hale geldi. 1986 yılında Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Vakfı’nın kurulmasının devletin resmi ekonomi dışında kalan (piyasaya açılan hizmetleri satın alamayacak güçteki müşteriler) vatandaşlarına yardım için attığı ilk büyük adım olduğu söylenebilir. 2000’li yıllara gelindiğinde AKP’nin büyük bir iştahla sarılacağı ve sadaka kültürünü yaygınlaştıracağı bu ve benzeri vakıflar anlayışı Osmanlı devletindeki vakıf sistemi örnek alınarak başlatılan bir uygulamadır. Bu uygulama iki açıdan önemlidir: İlki, yoksullara yardım için İslami ve geleneksel referanslara atıfta bulunması; ikincisi ise vatandaşlara sosyal yardım için bir sorumluluk yükleyerek devletin yerine bireylerin çabalarını teşvik etmesidir. (Ayşe Buğra/ Kapitalizm, Yoksulluk ve Türkiye’de Sosyal Politika) Nitekim Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Vakfı 1990’ların sonu ve 2000’lerin başından itibaren aktivitelerini artırmış, 2004 yılında AKP’nin ilk dönemi ile birlikte Başbakanlığa bağlı bir genel müdürlük haline getirilerek kurumsal bir zemine kavuşturulmuştur.
24 Ocak neoliberal dönüşümün etkisiyle Türkiye, kapitalist dünya ekonomisiyle eskisine oranla çok daha derin bir bütünleşme yaşamıştır. Devlet harcamalarında giderler düşürülmüş, emek yoğun ihracat teşvik edilmiş, çalışan sınıfların ücretleri kısılmış, özel sektörün ağırlığı artırılmış, bankacılık ve sigortacılık gibi sektörleri biraraya getiren büyük sermayenin önü açılmıştır. Yine bu kararlar ile birlikte gelir dağılımındaki eşitsizlik ve yoksulluk daha önce görülmemiş boyutlara ulaşmış, işsizlik önlenemez bir ivme kazanmıştır. Bu sürecin açtığı neoliberal dönem sınıfın hayat koşullarını geriletmekle kalmamış, bunların yanında 12 Eylül askeri darbesi eliyle askıya alınan sendikalar ve sendikal hareketin bel kemiğini oluşturan kamu sektörünün adım adım tasfiyesi ve özelleştirme furyasının sonucunda işçi sınıfı ve onun temsilcileri ağır darbe almıştır. Bu kararlarla, ekonomide kamunun ağırlığı azaltılıp serbestlik sağlanmak istenirken ekonomik ve siyasal bürokraside merkezleşmeye gidilmiştir. (Taner Timur/ Küreselleşme ve Demokrasi Krizi) Bu tarz bir yapılandırma da özellikle 2000’li yılların sonlarında Kürt halkının ve onun temsilcilerinin yerel yönetim eksenli taleplerine ve antidemokratik her türlü uygulamanın sınıf aleyhine işlemesindeki yasal zemine işaret etmesi bakımından önemlidir. Dolayısıyla 24 Ocak kararları kapitalist-emperyalist dünyanın stratejisinin ülke ölçeğindeki başlangıcı olarak devlet müdahalesini ortadan kaldırmamış; devlet müdahalesinin sermaye birikiminin yeni yönelişinin önünde engel olan biçim ve araçları asgariye indirmeyi başarmıştır. (N. Balkan-S. Savran/ Neoliberalizmin Tahribatı Türkiye’de Ekonomi Toplum ve Cinsiyet) Bu ‘başarı’nın altında yatan önemli gerçekliğin 12 Eylül askeri rejiminin ve onun anayasasının yarattığı elverişli ortam olduğu unutulmamalıdır. Emperyalist devletlerin dünya ölçeğindeki stratejik planı gereği ülkedeki işbirlikçilerle ortaklaşa yapageldiği darbe, bütün bu uygulamalara karşı koyacak bir muhalefeti, işçi sınıfının temsilcileri olan sendikaları, sendikal hareketin birikimini yok etme stratejisi olarak görülmelidir. Neoliberal politikalar anlık uygulamalar ile hayata geçirilme gayreti içermeyecek denli kapsamlı olması itibarı ile bugünkü dünya ve bölge ekonomi politiğini kavramak açısından da önemlidir.
Sosyalizmin Krizi
Kapitalizmin 1970 petrol krizi ile başlayan süreci bugün sistemin geleceği açısından ciddi endişelere yol açmıyorsa, bunun nedeni kuşkusuz sosyalizmin içinde bulunduğu krizdir. Bugün dünya üzerinde devrimci bir sosyalizm, yaşayan bir model olarak kapitalizmin karşısında alternatif olarak bulunuyor olsaydı, mevcut ekonomik krizin hızla toplumsal ve siyasal alanı daha derinden sararak devrimci bir krize dönüşmesi mümkün olabilirdi. Marksizmin ekonomik ve dogmatik bir yorumundan beslenen reel sosyalist pratiklerin bütün dünya işçi sınıfına ve komünistlere kendisini bir “model” olarak dayatmasının ve enternasyonalizmi tahrip eden sürecinin sonuna gelinmesi ile sınıf hareketi ve sosyalist hareket bir engelden de kurtulmuş oldu. Bu olumlu durumun yanında sosyalizm tarihinin en ciddi krizinin içine de sürüklendi. Sosyalistler arasındaki farklılıklar ve iç tartışmalar, önerdikleri modeller ve yaslandıkları Marksizm kavrayışları ne olursa olsun, çöküş ve yenilgi sosyalizmin bütününe mal edilerek “sosyalizmin bittiği”ne “Marksizmin öldüğü”ne dair yürütülen propaganda sadece sosyalist hareket açısından değil, işçi ve emekçilerin örgütlenme biçimi olan sendikal hareket açısından da yeni sorunlar ve yeni engeller ortaya çıkardı.
Sovyetler Birliği merkezinde çöken reel sosyalizmin ekonomizmin ve dogmatizmin kıskacında bir Marksizm anlayışı olduğunu, sınıf indirgemeci yaklaşımıyla toplumda varolan her türlü baskı, ezilme ve sömürü biçimini ve ilişkisini sınıfsal baskı ve sömürü biçiminde ele alıp, dolayısıyla sınıf mücadelesiyle bunların nihai çözümünün mümkün olabileceğini içerdiğini ifade etmek gerek. Oysa örneğin cinsiyet, cinsel yönelim körü ve otoriterci bir sosyalizm anlayışı gerek ezilen cins sorununda, gerekse de ulusal sorunda kavrayış yoksunluğuna ve çözümsüzlüğe içrektir. Proletaryanın mücadelesi ve sosyalizm, kadınların kurtuluşunun önkoşullarını yaratır ancak sorunun nihai çözümü için mücadelenin devam etmesi, bağımsız bir kadın kurtuluş hareketinin varlığı ve mücadelesi şarttır. Yine aynı şekilde ulusal baskı ve eşitsizlikler de sosyalizmle birlikte kendiliğinden ortadan kalkmadığı gibi, bunların giderilmesi, gerçekten eşit ve özgür ilişkiler kurulması uzun bir sürece yayılan karmaşık bir sorundur. Başta ezilen cins ve ezilen ulus sorunları olmak üzere, toplumdaki her türlü sorunun sınıf sorunlarıyla bağlantısını ve karşılıklı ilişkilerini kavramak, proletaryanın sınıf mücadelesinin başarıya ulaşmasının bu sorunların çözümüne katkısını görmek başka, sınıf indirgemeci bir anlayışla hareket ederek bütün sorunları, toplumdaki her türlü çelişkiyi sınıfsal çelişki ve çatışmaya indirgemek ise başkadır. Bununla birlikte sosyalist çoğulcu bir yapının olmadığı tek partili bir sistemin oluşması da toplumda gerçek bir politik özgürlüğün varlığından söz edilmesini imkansız kılmaktadır. Çünkü aynı zamanda iktidar partisi olan o tek parti dışında örgütlenme özgürlüğü yoktur ve farklı düşünenlerin kendilerini ifade edecekleri örgütlenmelerine yaşam hakkı tanınmamaktadır. Oysa “…proletaryanın toplumsal misyonu, iktidara gelip burjuva demokrasisi yerine sosyalist demokrasiyi kurmaktır, yoksa her türlü demokrasiyi yok etmek değil.” (Rosa Luxemburg /Bitirilmemiş Devrim- Amaç Yayınları-1988)
Reel sosyalizm, kapitalizmin devrimci bir alternatifi olması gereken sosyalizmi iktisadi bir kalkınma modeline indirgeyerek yanılsamalara neden olmuş; toplumsal yaşamın bir bütün olarak ve insanın insana ve doğaya, kendisine yabancılaşmasını ortadan kaldıracak bir anlayışı yerleşik kılamamıştır. Dolayısıyla Marksizm ekonomist bir çarpılmaya da uğramış olmaktadır. Bugün de özelde Türkiye sosyalist hareketi içindeki kriz yine Rosa Luksemburg’un cümleleri ile açıklanabilir: “Yapmak zorunda kaldıkları şeyi teori için yapıyor görünerek, kaçınılmaz koşulların onları zorladığı taktiği teori halinde kristalleştirdikleri ve enternasyonal proletaryaya bunun sosyalist taktik modeli olarak taklit edilmesini önermek istedikleri noktada başladı tehlike. Buradan hareketle, kendi kişiliklerini tamamen konu dışında bırakarak, gerçek ve tartışılmaz tarihi değerlerini gerekliliklerin zorladığı hataların altına gizledikleri zaman; dünya savaşında enternasyonal sosyalizmin engeli olan zorunlulukların dayatması altında Rusya’da yapılan bütün hataların teoriye kazandırılmış yeni bilgiler olduğunu iddia ettikleri zaman, uğrunda savaşıp acılara katlandıkları enternasyonal sosyalizme kötü hizmet etmiş olurlar.” (Rus Devrimi Üzerine)
Sendikal Hareketin Krizi
SSCB’nin yıkılışına değin dünya iki kutbun birbirleriyle mücadelesi üzerinden şekillenirken, sendikalar da pozisyonlarını bu ortama uygun belirlediler. Gelinen noktada reel sosyalizmin çöküşüyle birlikte bir kutbun ortadan kalkması sonucu “yeni bir dünya düzeni”nden söz edilmeye başlandı. Kapitalizmin 1970 krizi ile birlikte ortaya çıkan kaos ortamı sosyalizmin de krizi ile birlikte varolan her şeyin sorgulanması ve yeniden tanımlanmasını zorunlu kılmıştır. Dolayısıyla gerek uluslar arası ölçekte, gerekse de tek tek ülkelerde sendikal hareketin içine sürüklenmiş olduğu kriz, doğrudan kapitalizmin ve sosyalizmin krizinin bir parçası ve sonucudur.
1970’lerin başındaki kriz daha önceki krizlerden farklı olarak pazar sıkıntısı ve yetersiz tüketimden kaynaklı değil, aşırı birikim krizi olarak ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla sermaye açısından esas sorun artık değer, yani sömürü oranının artırılmasıdır. Metnin girişinde değinilen “yeni liberal” politikaların tüm dünya ölçeğinde uygulamaya sokulması, reel sosyalist kutbun da ortadan kalkmasıyla yaratılan ideolojik hegemonyanın etkisiyle kolaylaşmıştır. Merkez ülkelerde daha geç etkisini gösteren “yeni liberal” politikaların sınıf aleyhine sonuçları, periferdeki ülkeler açısından daha erken yakıcı ve yıkıcı olagelmiştir. Türkiye açısından bakıldığında ise ‘80 askeri darbesinin işbirliği ile hayatımıza giren 24 Ocak kararlarında cisimleşen neoliberal politikalar bütünü, 90’ların ilk yarısında Türkiye muhalefeti tarafından kısmen püskürtülmüşse de, 2002 seçimleri ile iktidara gelen AKP tarafından ikircimsiz uygulanan sınıf karşıtı politikalar olarak karşımıza çıkmıştır.
İşçilerin sınıfsal, mesleki ve kitlesel örgütleri olan/olması gereken sendikaların katipalist sistem içinde meşruiyet kazanmaları büyük bedellerin ödenmesi sonrasına denk gelir. Burjuvazi, sendikaları bu büyük mücadelelerin sonrasında tanımak zorunda kalmış olsa da boş durmamış sendikaları işçileri düzene bağlayan birer araç haline getirmek için yasalar çıkarmış, kendi amaçları ile uyumlu sendikalar yaratmanın fırsatlarını hiçbir zaman kaçırmamıştır. Emperyalizmin güdümünde ve kapitalist sistemle uyumlu, konsensus aracı olarak kullanılan, devletle içiçe ve güdümlü bir sendikacılık anlayışı ‘geleneksel sendikacılık’ olarak Türkiye’de de hayat bulmuştur. ‘Partiler üstü sendika’ şiarını da içinde barındıran bu sendikal yaklaşım, sendikaları salt ekonomik kazanımlar doğrultusunda kapitalistlerle pazarlık yapan birer kurum olarak görerek tarihteki yerini almıştır. İşçilerin hak ve özgürlükleri için yürütülmesi gereken kitle mücadelesinden de mümkün mertebe uzak duran bu anlayış, sendikal demokrasiye de hiçbir yaşam hakkı tanımamıştır. Sendikal demokrasinin yaşam bulabileceği ve içinden gelişebileceği işyeri örgütlenmelerine sırtını dönmüştür. Sendikacılığın bir meslek olarak algılandığı ‘geleneksel sendikal anlayış’ta amaç devlet ve burjuvazi tarafından işçi hareketini düzene bağlamak, işçi sınıfı üzerindeki ideolojik ve siyasal hegemonyayı pekiştirmek olmuştur.
Kapitalizmin krizi sonucu ortaya çıkan neoliberal politikalar sonrası müzakere yürütülecek bir devlet ve siyasal erk modeli ortadan kalktığında yukarıda tariflenen ‘geleneksel sendikal anlayış’ da hızla üye ve itibar kaybına uğramış, eli ayağı bağlanmıştır. Esnek çalışma, hizmet sektörünün hızla büyümesi, çok uluslu şirket modellerinin sendikal örgütlenmeye uygun olmayışı, taşeron aracılığı ile çalışma, göçmen işçilerin yoğunluğu, yeni yasaların (ve elbet askeri darbe yasasının) sendikal mücadeleyi bertaraf ediciliği, kamunun piyasaya açılışı, beyaz yakalı işçilerin sınıf içerisinde oranının artmış olması … vb birçok ‘yeni’ durum karşısında Türkiye sendikal hareketi mücadelenin dışına düşmüştür. Neoliberalizmin tüm bu etkilerinin yanısıra Türkiye’nin otuz yıl boyunca yaşamış olduğu kirli savaşın da sendikal hareketin krizinde etken olduğunu söylemek gerek.
Öneriler
Aşağıda sıralamaya çalışacağım önerilerin bir temel teşkil ettiğini, çok daha derinleştirilerek ele alınacak ayrıntıların bu yazıya sığmayacağından yola çıkarak altı çizilen kimi noktalar olduğunu belirtmekte yarar var.
Sendikal hareket, hattını basitten karmaşığa doğru bir program çerçevesinde ilerletmelidir. Bugün işçi sınıfı parçalı, esnek, güvencesiz, dağınık ve sendikasız çalıştırılmaktadır. Dolayısıyla en basit talepler etrafında bir program örülmesi elzem görünmektedir: Güvenceli çalışma, sendikal örgütlenmenin önündeki engellerin kaldırılması, iş saaatlerinin ve tatil günlerinin netleştirilmesi, sosyal hakların güvence altına alınması…vs.
12 Eylül’ün ürünü olan Anayasa –yapılmasının da gerekçesi olan sınıf karşıtlığı nedeniyle- sınıf örgütlerinin gündeminde olmak zorundadır. Gerek işçi sınıfının haklarının gaspını içermesi, gerekse de antidemokratik içeriği nedeniyle sendikaların taraf olması gereken Anayasa aşaması maalesef sendikaların gündemine dahi girememiştir. Bugün üzerinde çalışılmakta olan Anayasa’nın yenilenme nedeninin de en başta Türkiye burjuvazisinin yeni ihtiyaçlarına yanıt verme isteği olduğunu bilmek gerekmektedir. Ülke içinde ve dışında yürütülen politikaların Türkiye burjuvasinin yeni ihtiyaçlarını gündeme getirmiş olduğunu görmek, sendikaların bu meselede taraf olmasını zorunlu kılmaktadır. Örgütlenme özgürlüğünün, sendikal mücadelenin önünü kesen antidemokratik yasalarla mücadele etmeksizin yürümek mümkün görünmemektedir.
Türkiye sendikaları bugün iktidardan demokrasi talep edemez hale gelmiş ise bu biraz da kendi içindeki antidemokratik uygulamalarla ilgilidir. Kendisi demokratik olmayan bir işleyişin başkasından demokrasi talep etmesi ham hayal olarak karşımızdadır. Çoğu sendika bugün yıllardır aynı isimler veya gruplar aracılığı ile yönetilmekte, deyim yerindeyse ‘tren sallanmaktadır.’ Sınıfın bütününü ilgilendiren mücadele programları yerini, isimlerin veya grupların egemen olma mücadelesine bırakmıştır. Sendikaların demokratikleştirilmesi, seçim sisteminin yeniden ele alınması, nisbi oranda temsiliyetin hayata geçirilmesi gerekmektedir. Türkiye siyasetinin geneline hakim olan ‘sandıkçı demokrasi, baraj demokrasisi’ anlayışı maalesef sendikalarda da hakimdir.
Taşeron aracılığı ile çalıştırılanların çalışan nüfus içindeki artışı görmezden gelinemez. Kamu hizmetlerinin piyasaya açılması ile birlikte güvencesiz çalışmanın dayatıldığı süreç sendikalar tarafından gözardı edildiği sürece sendikal hareketin çıkmazları çözümsüz kalacaktır. Esnek çalışanlar, enformel alanın ücretli emek piyasasındaki payının artışı sınıfın bütünlüklü mücadelesinin örülmesinde önemli gelişmeler olarak görülmelidir. Sendikalı ve sigortalı emekçilerin çalışan nüfus içinde ayrıcalıklı görülen bir konumda olduğunu bilerek, işsiz işçilerin de dahil edildiği sınıfın ortak örgütlenme perspektifi yaratılmalı, bütünlüklü mücadelenin araçları gündeme getirilmelidir. İşsiz işçilerin çalışan işçilere, sigortasız çalışanların sigortalı taşeron çalışanlara, taşeron çalıştırılanların kadrolu işçilere, kadrolu işçilerin sendikalı olabilenlere karşı ‘kıskanç’ bakışı, sınıf dayanışmasının önünü baştan tıkamaktadır. Sermayenin yarattığı sınıf içindeki yapay ayrımların ve bu yapay ayrımları besleyen, kollayan yasaların ötesinde fiili meşru mücadele hattı örülerek, ortak çatı altında bütünlüklü bir örgütlenme anlayışı ile sendikal hareket atılım gerçekleştirebilir. Aynı iş yerinde farklı statüde çalıştırılanların birbirine karşı konum alıyor oluşu sınıf bilincinin yarılması anlamına gelmekte, eylem birliğinin ortadan kalkmasına neden olmaktadır.
Çok uluslu şirketlerin periferdeki ülkelerin çok daha ucuz iş gücü pazarında at koşturduğu bilinmektedir. Sendikal dayanışmanın sınırları bu bağlamı ile ülke içi ile sınırlı algılanmamalı, uluslar arası sendikal dayanışmanın imkanları üzerine çalışmalar yürütülmelidir. Teknolojinin gelişmişliğini de gözönünde bulundurarak yürütülecek ciddi bir enternasyonal dayanışma ağı, dünya üzerindeki neoliberal politikaların uygulanabilirliğine karşı alınacak önlemler açısından oldukça önemlidir. Bugün yürütülen enternasyonal sendikal dayanışmanın Avrupa öznelerinin ‘çağdaş sendikacılık’ yapan, diplomasi yürütücüler olduğunun da altını çizmekte yarar var. Latin Amerika’dan Ortadoğu’ya, Güney Afrika’dan Avrupa’daki devletten bağımsız sendikalara değin geniş algılanması gereken bir dayanışma ağı çabasının gerekliliğine ikna olmak önemlidir.
Ekonomik mücadele ile yetinmeyen, kapitalizmin konuşllarında sömürünün ancak sınırlandırılabileceğini fakat yok edilemeyeceğini bilen bir yerden ekonomik alanla siyasal alanının birbirinden ayrılmazlığına azami özen gösteren bir tutum içinde olunmalıdır. Sendikalar burjuvazinin sınıf egemenliğine karşı her alanda mücadele etmeli ve işçi sınıfının egemenliğini savunmalıdır. Bu bağlamda bir sendika, üyelerinin mesleki hakları ve ekonomik sorunları ile ilgilendiği kadar ekolojik yıkıma, kentsel talanı içeren kent politikalarına da gözünü dikmek zorundadır. Ekonomik alanla ve çıkarlarla sınırlı bir mücadelenin işçilerin gerçek bir sınıf bilincine ulaşmalarını sağlamayacağını ve aynı zamanda içşilerin salt kendi sorunlarıyla değil, toplumun diğer ezilen ve sömürülen kesimlerinin sorunlarıyla da ilgilenmeleri ve tepki göstermeleri durumunda gerçek bir sınıf bilincinin açığa çıkacağı ortadadır. Bu tutum kadınların ezilen cins olarak, LBGTİ’lerin ezilen cinsel yönelimler olarak yaşadıklarına kör olmamayı da içerir. Ezilenlere yönelik pozitif ayrımcı ilkelerin sendikalarda uygulamaya konması bu anlamda önemlidir.
Sendikalar kapitalist sömürüye karşı bütün işçileri, siyasi, ideolojik, dini… vb farklılıklarını dikkate almadan kitlesel bir örgütlenme içinde bir araya getirmeye çalışır. Dolayısıyla herhangi bir partinin veya örgütün kimliğindeki bir sendikanın kitlesel bir örgütlenme niteliğine kavuşmayacağı ortadadır. İşçi sınıfı partilerinin sendikalar üzerinde ideolojik hegemonya kurma mücadelesi meşru olmakla birlikte örgütsel bağımsızlık ilkesi hiçbir koşulda vazgeçilir olmamalıdır. Bugün sendikaların kongrelerinde yaşanan delege belirleme, yönetim kurullarının oluşturulması…vs’de karşımıza çıkan siyasal alanın sendikalar üzerindeki ciddi belirleyen oluşudur. Bu durum ise kitlelerin sendikalardan uzak durmaya çalışmasını beraberinde getirmekte, kimi sendika üyelerinin sendikaları siyasal alana sıçrama tahtaları olarak algılamasına neden olmaktadır.
30 yılı aşkın Türkiye topraklarında yürütülen kirli savaşın yarattığı milliyetçi hezeyan işçi sınıfının örgütlenmesini de etkilemiştir. Bu etkileme esasında sendikaların siyasal alandan, toplumsal sorunlardan uzak durma gayretkeşliği içinde sınıfın şoven duygularını beslemiş, burjuvazinin istekleri doğrultusunda belirlenen bellekler ve bilinçler yaratılmıştır. Türkiye sendikaları Kürt sorunundan ve Kürt Hareketi’nin taleplerinden mümkün mertebe uzak durmaya çalışmış, sınıf aleyhine işleyen Kürt karşıtı politikalara yeri geldiğinde destek olmaktan dahi kaçınmamıştır. Dolayısıyla aynı zamanda birer dayanışma örgütü olarak da adlandırılan sendikaların üyeleri bırakın ezilen, sömürülen, yok sayılan bir halkın sorunlarına sahip çıkmayı; bizzat sınıf karşıtı politikaları sırf Kürt karşıtlığı üzerinden savunmuşlardır. Sendikalar okul olma niteliğini de yitirdiğinden ‘ulusların kendi kaderini tayin hakkı’na dair herhangi bir belirlenimden uzak bir işçi sınıfı ile karşı karşıya olduğumuz açık. Bugün her zamankinden daha fazla gündeme gelmesi beklenen göçmen işçi sorunlarına da benzer bir körlükle bakılmaktadır. Yapılan çalışmalardan da görüleceği üzere göçmen işçilerin büyük bir kısmı hizmet sektöründe çalışan kadın işçilerdir. Günümüz sendikaları ne kadınlar için, ne göçmen işçiler için herhangi bir perspektife sahip değillerdir. Sendikaların milliyetçilik karşıtı bir tavır alması ve politikalar belirlemesi sınıfın birliği ve dayanışma açısından önemlidir.
Gezi isyanı sonrası da görülebileceği üzere işçi sınıfı gençleşmiş ve feminize olmuştur. Sınıfın genç bileşenleri kendilerinden daha yaşlı olan işçilerin mücadele birikimlerinden yararlanamamaktadır. Sendikalar bu devamlılığı sağlayamamış görünmektedir. Sendikaların genç nüfusun ve özelde kadınların sorunlarını gündemlerine almaları, sendikal mücadelenin içinde her iki gruba da ayrıcalıklar tanımaları gerekmektedir.
Mevsimlik çalışan emekçilerin sorunları ayrı bir başlık olarak gündem yapılmalıdır. Bu emekçiler ağır sömürü şartları altında, her türlü güvenceden yoksun, kimi zaman emeğine biçilen parayı bile alamadığı koşullara mahkum çalıştırılmaktadır. Mevsimlik işçilerin yarı zamanlı, esnek çalıştırılan emekçiler olarak sendikal mücadele hattı içerisinde görülmesi ve oluşturulacak bütünlüklü program çerçevesine dahil edilmesi gerekmektedir.
Dayanışma için her türlü ayrıcalıklardan vazgeçme kararlılığı başat bir konu. Gerek sendika yöneticilerinin gerekse de işçi sınıfı içinde bugün için ‘ayrıcalıklı’ haklara sahip görünen emekçilerin sınıfın bütünü için mücadele edecek gerçek sınıf bilincine doğru adım atması, bu kararlılığı göstermesi önümüzdeki günlerin belirleyeni olacaktır.
Ebru Yıldırım