Türkiye’de siyasetin oldukça hızlanacağı bir sürece daha giriyoruz. AKP, 7 Haziran öncesinde dillendirmeye başladığı, ‘‘Başkanlık sistemini de kapsayan bir anayasa değişikliği’’ önerisini yine gündeme getirdi ve büyük bir ihtimalle Nisan ayında referanduma götürecek. AKP, başkanlığı devletin bekası için tek şartmış gibi sunacak.
AHMET SAYMADİ
Başbakan Binali Yıldırım, 18 Ekim Salı günü AKP Grubu olarak, anayasa değişikliği ve başkanlık sistemini içeren tekliflerini Meclis'e getireceklerini belirtti. MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli ise, ‘‘Böyle bir teklif gelmesi durumunda teklifin millete götürülmesine onay vereceğiz’’ dedi. Anayasa değişikliğini tek başına referanduma götüremeyen AKP’ye destek verecekler. CHP daha önce, başkanlık sistemini de kapsayan anayasa değişikliği paketine ‘HAYIR’ diyeceğini belirtmişti. HDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş da ‘HAYIR’ kampanyası yürüteceklerini belirtti. Burada Eski CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ın Avni Özgürel’e, ‘‘Başkanlık sistemi değerlendirilebilir’’ diye demeç verdiğini ve sonra bu demeci reddettiğini hatırlatmak gerek…
MHP’nin referandum için vereceği desteğin anayasa değişikliği oylamasında da devam edeceğine şüphe yok. Böylelikle olası bir EVET cephesinde, AKP ve MHP olacak. HAYIR cephesinde ise CHP ve HDP yer alacak. Burada HAYIR cephesinde HDP ile yan yana düşecek olan CHP, HDP’den ayrı gerekçeler üretmek ve kendisini HDP’den ayrıştırmak zorunda hissedecek. Bu HAYIR cephesinde bir bütünleşmeye engel olurken, her çatışma her kriz EVET cephesi tarafından kullanılacaktır. Referandumun sonucu şimdiden belli gibi…
MHP’ye, referandumda vereceği destek üzerinden yapılan eleştirilere, Devlet Bahçeli, Twiter hesabı üzerinden verdiği cevapta, şu cümleler öne çıkıyordu: ‘‘Devlet düğümlendi, sistem tıkandı, rejim krize doğru gidiyor uyarısında bulunuyorum. (…) Ülkenin nefes darlığı çektiğini, Türk devletinin hukukla yollarını çatallaştırdığını seslendiriyorum. (…) Geleceği düşünelim, nesilleri güvenceye alalım, uzlaşıp konuşalım.’’ Devlet Bahçeli’nin bu açıklaması, başkanlık sistemi dahil olmak üzere anayasa değişikliğinin bir devlet politikası olduğuna işaret ediyor. Dolayısıyla başkanlık sistemine sadece Erdoğan’ın isteği demek yetersiz bir analiz olabilir. Görünen o ki başkanlık sitemine geçiş noktasında, devlet katında bir mutabakat oluşmuş durumda. Bu mutabakatın sonucunda EVET cephesinin ana argümanı ise büyük bir ihtimalle, ‘‘Devlet geleneğimizin geldiği zorunlu bir aşamadır. Devletin bekası için şarttır’’ olacaktır. Böylelikle hem tarihe vurgu yapılacak hem de güvenliğe…
Başkanlık önerisine burjuvazi ne diyor?
Başkanlık sisteminin burjuvazi açısından neden tercih edildiğine dair Prof. Dr. İzzettin Önder Odatv’de şöyle yazdı, ‘‘Yükselen tehdit karşısında olduğu kadar, politikada hızla karar alma gerekçesi ile tek parti, hatta tek-adam yönetimine rağbet yükselebilir. Hatta burjuvazi zaman zaman bu yöndeki tercihlerini de dile getirmiştir. Burjuvazinin tek parti ya da tek-adam yönetimi taleplerinde ısrarcı olmalarının nedeni de muhataplarının net olması ve politik arenada fazla tartışma oluşmamasıdır. Örneğin burjuvazi açısından, parlamentodan 15 günde 15 yasa çıkarılması parlamentonun çalıştığı, buna karşın sert tartışmalar yaşanarak parlamentonun uzun süre yasa çıkaramaması ise parlamentonun çalışmadığı şeklinde yorumlanır. Böylesi küt bir zihniyet niçin diktatörlük istemesin ki!’’ İzzettin Önder’in yazısından sonra Hürriyet Gazetesi Yönetim Kurulu Başkanı ve Aydın Doğan Vakfı Yönetim Kurulu Başkan Vekili Vuslat Doğan Sabancı’nın Amerika’da, AKP’ye destek mahiyetinde yaptığı ‘İslamafobi karşıtı’ panel daha iyi anlaşılıyor.
Devleti hızlı karar almaya itecek, parlamentonun hızının yetersiz kalacağı ne olabilir?
Burada iç ve dış tehdit algısı mı? Burayı biraz açmakta yarar var. ‘‘Devletin nabzını iyi tutan’’ gazetecilerden Avni Özgürel 02 Eylül tarihli yazısında şöyle diyordu, ‘‘Yüksek sesle dillendirsek de dillendirmesek de hepimiz farkındayız artık. Gün gibi aşikar bir gerçek önümüzde duruyor: Türkiye ABD’yle dolaylı bir savaşın içinde. Türkiye’yi Esed’in işini üç ayda bitireceğiz.. diye Suriye girdabına sokan, ne kadar ruh hastası cani varsa toplayıp silahlandırarak Suriye’ye yönlendirdikten sonra dünyaya Ankara’yı işaret edip ‘Türkiye DAEŞ’e yardım ediyor..’ çığlıkları atan bir ‘sözde müttefik’ var karşımızda… (…) Darbenin arkasında ABD’nin olduğunu biliyoruz. Fetullah Gülen’in bu işin ‘üstlenicisi’ yani taşeronu olduğunu da.’’ Fetullah Gülen tarikatının tasfiyesinin, sadece Erdoğan’la yaşanan bir çekişmenin sonucu olmadığının, bir devlet politikası olduğunun göstergesi bir analiz bu. Bu analiz Gülen’in devletin içine sızmış bir ABD ajan yapısı olduğunu da kabul ediyor. Dolaysısıyla devlete sızan bu iç tehdide karşı hızla karar almak gerektiği düşünülüyor. Zaten Gülen’i tasfiye için çıkarılan ilk Kanun Hükmünde Kararname mecliste de kabul edildi, ortada Gülen’in yarattığı tahribatı gidermeye, ya da itiraz edenleri ikna etmeye yetecek bir ganimet de var zaten: TUSKON ve tarikat üyelerinin mal varlığı.
Ancak burada Gülen’in tasfiyesi, devletin ‘‘daha büyük bir iç-dış tehdit unsurunun’’ yok edilmesinde, Kürt Özgürlük Hareketi’ne yönelmesinde, iç konsolidasyonu sağlamanın ilk adımı gibi duruyor.
Eski Dışişleri Müsteşarı Feridun Sinirlioğlu, geçtiğimiz hafta Habertürk’e bir röportaj verdi. Sinirlioğlu röportajda şöyle diyordu, ‘‘Türkiye’nin istikrarsızlık içinde 2 ülkeye sınırı var. 384 kilometrelik Irak sınırındaki istikrarsızlık 1980’deki İran-Irak savaşından beri devam ediyor. 5.5-6 senedir de Suriye’deki durum buna eklendi. Suriye’deki durum ondan önce de Türkiye bakımından normal değildi. 1998’de savaşın eşiğine geldik. Dolayısıyla bu bin 295 kilometre sürekli istikrarsızlık yaratıyor’’ Sinirlioğlu’nun bahsettiği ‘istikrarsızlık’ Kürt Özgürlük Hareketi’nin Suriye ve Irak’ta süren savaşı, bir fırsata dönüştürerek kazanım elde etmesinden başka bir şey değil. Suriye’de Kürt kantonlarının birleşmemesi için yapılan ‘Fırat Kalkanı’ operasyonu da bunun bir parçası, Musul operasyonuna katılmaya dönük ısrarlı çıkışlar bu kaygının bir parçası. Burada, Kürt hareketinin iç tehditten ziyade bir dış tehdit olarak algılanması; artık bir uluslararası aktör olmasından ve ABD, Rusya, İran gibi çeşitli güç odaklarıyla pazarlıklar yapacak bir güce ulaşmış olmasından kaynaklanıyor. Bu sebeple devletin Kürt Özgürlük Hareketi’ne yöneliminde artık dış tehdit algısı iç tehdit algısından daha ağır basıyor.
Burada, Yalçın Küçük’ün, ‘‘Musul’u almayan Diyarbakır’ı verir’’ cümlesinin devlet katında bir düstura dönüştüğünü, toprak kaybetme, bölünme-dağılma- parçalanma algısının ağır bastığını da eklemek gerek.
Devletin bekası açısından ABD’nin etki alanında olduğu düşünülen Fethullah Gülen Tarikatıyla, uluslararası güçler ile pazarlık yapma kabiliyetine sahip Kürt hareketi arasında herhangi bir fark yok. Bu sebeple HDP ve HDP’ye yakın kurumlara siyaset alanında yönelecek olan baskının boyutu, geçmişe nazaran çok daha şiddetli oluyor. Bu süreçte devlet aklının dikkat ettiği tek şey; örgütlü Kürt hareketiyle Kürt halkı arasındaki çizgiyi kalınlaştırmak ve örgütün kitle desteğini minimum düzeyde tutmak.
Suriye'ye yapılan hava saldırılarının, Musul oprasyonuna katılma ısrarının ABD, Rusya ve İran'ın sert tepksisiyle karşılasmasının bu beka kaygısını beslediğini belirtmek gerek.
Yukarıda saydığımız sebepler doğrultusunda, devlet aklı önümüzdeki dönemde OHAL rejiminden onun devamı niteliğindeki Başkanlık sistemine geçmeye çalışacak. Burada bu geçişe karşı çıkan her yapıya yönelik şiddetin boyutu son 20 yılda görülenden çok daha sert olacaktır. Hasılı faşizme gidiş noktasında bir hızlanma hatta durumu yasal bir bağlama oturtma durumu söz konusu. Devlet burada siyaseti de bir sadeleşmeye doğru itmeye, toplumu sadece iki partili bir düzene itmeye çalışacaktır.
Buradan bir çıkış olmadığını, gerçek çıkışın diktatörlükten ya da başkanlık sisteminden değil demokratik bir yapıdan geçtiğini anlamaları için toplumsal mücadele tarihine bakmaları yeterli oysaki… Gelen dalganın büyüklüğü, karşısına kurulacak bariyeri güçlendirmeyi, demokrasi cephesini güçlendirmeyi de şart kılıyor.