KADİR AKIN – Vedat Türkali doğru bildiklerini söylemekten hiçbir zaman çekinmedi. Bilmediklerini öğrenmek konusunda onca yaşına rağmen son anına kadar hala öğrenciydi. İyi bir öğretmen ve bilge bir insan olduğunu ise biliyoruz zaten.
KADİR AKIN
Vedat Türkali ile ilk tanışıklığım, 18 yaşında okuduğum “Bir Gün Tek Başına” romanı ile başlamıştı. Öyle sanıyorum ki bu “tanışma hali” binlerce insan için de böyledir. 12 Eylül öncesi, oradan oraya koşuşturduğumuz hummalı günlerin birinde kaldığım evde kapağını açtığım bu kitabı, sabahın ilk ışıklarına kadar gözümü kırpmadan okuyup bitirmiştim. Roman beni derinden etkilemişti.
Sonra araya 12 Eylül askeri darbesi, kaçaklık dönemi, gözaltı, tutuklanma ve cezaevleri yılları girdi. Bursa cezaevinde yatarken ziyaretlerden ve mektuplardan Nişantaşı’nda bulunan ve solcuların buluştuğu Akademi kitapevinin Vedat Türkali'nin de uğrak yeri olduğunu, yazmayı düşündüğü kitapları için 12 Eylül ile ilgili hikâyeler dinlediğini duymuştum. O süreçlere denk gelen zamanda yayımlanan “Mavi Karanlık” romanını da yine Bursa cezaevinde okuma fırsatı bulmuştum.
90'lı yılların başında yaptığım bir İngiltere seyahatinde, Vedat Türkali’nin Londra’ya yerleştiğini ve TKP tarihi ile ilgili bir roman çalışması için araştırmalara başladığını duyacaktım. Daha sonra, Londra'da kaldığı 10 yıl boyunca büyük bir titizlikle hazırladığı ve belgesel niteliğindeki 2 ciltlik romanı Güven’i 2000 yılında bitirecek ve yayınlayacaktı.
2002 yılının sanıyorum Ekim ya da Kasım ayıydı, artık zamanının büyük bölümünü ülkede geçiren Mihri Belli ile birlikte Vedat Türkali’yi ziyarete gitmiştik. O sıralar Mihri Abi ile birlikte ÖDP sonrası yeni bir birlik partisi sürecinin içindeydik. Bu ilk ziyaret sırasında Mihri Abinin beni tanıtan sözleri, daha sonraları Akın Birdal’la birlikte yaptığımız görüşmeler, Vedat Türkali ile 15 yıla varan muhabbetimizin de kapısını aralayacaktı. Üstelik o Kâdir, ben Kadir idim.
Mihri Belli ile Sevim Abla 12 Eylül sonrası İsveç’te uzun yıllar politik göçmen olarak kalmışlar, 90’lı yıllarda ise ülkeye dönmüşlerdi. Üçü de daha önce 1951 yılındaki TKP tevkifatından gözaltına alınmış, epey bir süre mahpusta kalmışlardı. Gözaltında tutuldukları yer, Sirkeci’de bir dönem Emniyet 2. Şube olarak kullanılan ve şimdi otel yapılmaya çalışılan Sansaryan Han'dı. “Komünist uzmanı” olduğunu iddia eden Parmaksız Hamdi’nin Sansaryan Hanı'ndaki hikâyelerini de daha sonraları bu üçlüden çok dinleyecektim.
Araya yıllar ve olaylar girmiş ama bu üçlünün ilişkileri kopmamıştı. Vedat Abi, Mihri Belli’yi seviyordu ama Hikmet Kıvılcımlı’yı da en az onun kadar seviyordu. Her ikisinin de farklı özelliklerini öne çıkartıyordu. 2. Paylaşım savaşı sonrası Yunanistan iç savaşında Kralcı Faşistlere karşı Halk Ordusunun yanında çarpışan ve yaralanan Mihri Belli’nin devrimciliğine duyduğu hayranlığını belirtmekten geri kalmıyordu. Ne var ki, siyaseten Hikmet Kıvılcımlı’nın tezlerine kendisini daha yakın hissediyor, Kıvılcımlı’nın eserlerini çölde açan bir güle benzetiyordu. Mihri Belli ile başta Kemalizm olmak üzere kimi konularda anlaşamadıklarını da biliyordum. Benim bulunduğum bir ortamda tartıştıklarına hiç tanık olmadım. Benim fikirlerim, Vedat Abi’nin bu konudaki analizleri ile daha çok örtüşüyordu ve o da bunun farkındaydı. Aramızda ciddi bir yaş ve kuşak farkı olmasına rağmen politik aktüaliteyi yakından takip ediyor olması, sosyalizmin krizi ve karşılaşılan sorunlarla ilgili analizler yapması, giderek sohbetlerimizin ana konusu olmaya başladı. Birçok kez “sizin partide kaç işçi üye var” sorusuna muhatap olduğumu da hatırlıyorum. Mensubu olduğu tarihsel TKP’nin hatalarını, Sovyetler Birliği’nde uygulanan sosyalizmi eleştiriyor, Sovyetlere yaptığı gezilerde tanık olduğu sosyalizmle hiç de alakası olmayan uygulamaları yermekten ve bunları konuşmaktan geri durmuyordu. Moskova’da sadece parti yetkililerinin kullandığı, onlara geçiş üstünlüğü sağlayan havaalanına uzanan yolun varlığını bana şaşkınlıkla anlatmıştı. Enternasyonalizm konusundaki tutarlı duruşu ise onun Kürt meselesinde berrak düşüncelere sahip olmasını sağlamıştı. Bir dönem milletvekili adayı da olduğu Kürt siyasetinin legal partisiyle bağını hiç koparmamış, Kürt sorununun demokratik ve barışçı çözümü için elinden geleni yapmıştı.
Geçirdiği bir kaza sonucu Mihri Abinin sağlığı bozulmuştu. O tarihten sonra Vedat Abi ile daha sık görüşmeye başladık. Mihri Abiyi merak ediyor ve Sevim Ablayla birlikte onu Cihangir’deki evinde ziyaret etmemizden büyük keyif alıyordu. Birkaç yıla yayılan öğlen yemekleri ya da öğleden sonra yapılan ziyaretler benim için de zevkli geçiyordu. Yemek sonrası Vedat Abinin çalışma odasında yapılan sohbetler, tarihin bilinmeyen labirentlerinde yolculuk etmek gibiydi. Sevim Abla ile aralarında 6 yaş olmasına rağmen onu koruyan, kollayan bir tutum içinde, zaman zaman Mihri Abiyi çekiştiriyor, “Ben kız tarafıyım” deyip “çekiştirme” işini daha rahat yapıyordu. Sevim Abla ise tıp fakültesini bitirdikten sonra ihtisas için gittiği Paris’ten, Nazım Hikmet’in yönlendirmesi ile geldiği İstanbul’da parti adına buluştuğu isimlerden birisi de Vedat Türkali’ydi ve ona özel bir önem verdiğini her fırsatta belirtiyordu. Çünkü partiye onu öneren ve partili yapan Vedat Türkali olmuştu. 51 Tutuklamalarını, operasyon sürecinin bütün ayrıntılarını, her buluşmada mutlaka konuşuyorlar; laf Zeki Baştımar’a gelince ikisi de hakaret etmekte yarışıyordu. Vedat Abinin Zeki Baştımar’ı Pangaltı’ya doğru yürürlerken radyo evinin önünde tokatlaması da başlı başına bir hikâye idi. Bir gün Vedat abiye bu öfkesinin nedenini sorduğumda, sadece operasyon esnasında değil, cezaevinden çıktıktan sonraki süreçte de yaptıklarından dolayı Zeki Baştımar’a kızgın olduğunu anladım. Vedat Türkali, Sevim Tarı’yı Galata rıhtımından Fransa’ya götürecek geminin durdurularak gözaltına alınmasını, operasyonun erken başlaması olarak değerlendiriyor, “Bunlar önce yasaları değiştirecek ve bizi ondan sonra tutuklayarak idamla yargılayacaklardı, operasyon erken başlayınca bunu yapamadılar” diyordu.
Vedat Türkali yazmaya önce şiirle başlamış olmasına “Bekle Bizi İstanbul” şiirinin bestelenerek oldukça popüler bir şarkı haline gelmesine rağmen bir sohbetimizde “iki şeyi çok önceden bırakmış olmaktan çok mutluyum. İlki sigara diğeri şiir, ben iyi bir şair değilim” diyebilmişti. Nazım onun sadece sevdiği bir parti arkadaşı değil, şiirlerine hayran olduğu büyük bir şairdi. Sonradan parti yoldaşı da olacak olan Samsun’dan mahalle arkadaşı Ermeni Dr Hayk ve eşi Anjel’i Berlin’de görmeye gittiğinde, Nazım Hikmet’in kendilerine verdiği gömleği Vedat Türkali’ye hediye etmişlerdi. O ise bu gömleği sadece doğum günlerinde ve yeni bir kitabı bitirdiğinde giyeceğine dair kendine söz vermişti. Öyle de yaptı.
Kuşkusuz Vedat Abinin şair, edebiyatçı, romancı ve senarist yanları üzerine çok şey söylenecektir. Bu alanda övgüyü hak edecek çok fazla eserde imzası var. Ne var ki bu konuda benim söyleyebileceklerimin de bir sınırı var. Ben onu ilk kez bir romanı vasıtasıyla tanımış olsam da onunla muhabbetim önemli ölçüde siyaset üzerine gelişti. Sosyalizmin krizi üzerine röportajlardan oluşan bir çalışmaya başladığımı ve kendisiyle de konuşmak istediğimi söylediğimde “bakarız” demiş, “soruları hazırla gel” diye devam etmişti. Özellikle Sovyetler Birliği'nde gördüklerinin onu hayal kırıklığına uğrattığını her fırsatta söylüyordu. Bir şeylerin ters gittiğine 90 öncesi çoktan karar vermişti. Benim yapmaya çalıştığım işi anlamaya, fikirlerimi tümüyle öğrenmeye çalıştı. Birkaç ay bu konular üzerine konuştuk ama ilerleme sağlayamadık. Sonra faydalı bir iş yapacağıma kanaat getirmiş olmalı ki “tamam” dedi. Vedat Abi’ye yakın olanlar onun ne denli zor bir insan olduğunu bilir. Onun için küçücük bir kusur ile kusursuzluk arasında bazen korkunç bir uçurum olabilir ve bu durum kızmasına yol açıp, ciddi bir tartışma nedeni haline gelebilir. Kolay beğenmez ve karşısındakinin bilgisini test eder. Kitap çalışması için sorularıma cevaplar vermeye başlamıştı ki, sonra “biz bunu böyle yapmayalım, sen şimdi git 1 ay sonra gel” dedi. Gittiğimde, “Sosyalizmin Krizi, Birlik ve Yeniden Kuruluş” kitabının önsözü masanın üzerinde duruyordu. Kitabın arka kapağına koyduğum şu sözleri, bütün çalışmayı özetler niteliğindedir;
“Yetmiş yıllık sosyalist dönemde -Leninizm adına yapılan tüm Stalinist çarpık uygulamalara karşın- emekçi halklara kurtuluşun yolunun açılmasında nice değerli deneyimler yaşandı. Yapılması ‘kaçınılmaz’ olanla ‘yapılmaması’ zorunlu olanı kavramanın bilinci peşindeyiz… Marksist bir yöntemle Lenin yetmiş günlük Paris Komünü denemesinden, yetmiş yıllık yaşayacak sosyalist toplumun kuruluşuna öncülük etti. Aynı bilimsel yöntemle bu yetmiş yıl incelendi mi, yedi yüz yıllık sosyalist bir aşamaya geçilemez mi?”
Geçmişi sorgulamak, tutucu olmamak gibi bir meziyeti olduğunu söylemeliyim. Vedat Abi yayınlanmış son romanı olan “Bitti Bitti Bitmedi” yi henüz yazma aşamasındaydı. İlerleyen yaşı ve sağlık sorunları onu oldukça sıkıştırıyor ve zorluyordu. Uzun yıllardır yanında bulunan ve çalışmalarına yardımcı olan Sebahat olmasa belki de bu roman bitmeyecekti. Romanının konusu hakkında kabaca bilgi sahibiydim ama kurguyu nasıl yaptığını anlatmamıştı. Kendisi gezemediği için romanın bir bölümünün geçtiği adaların fotoğraflarını çektirmiş, masasının üzerine koymuştu. Gözleri de iyi görmediği için büyüteçle arada onlara bakıyor ve inceliyordu.
Bense o sıra, Beyazıt’ta idam edilen Paramaz ve arkadaşlarının hikâyelerini araştırmaya, bilgi toplamaya başlamış ve bu amaçla Beyrut’a gitmiştim. Bu konuyu ilk sorduğum insanlar Vedat Abi ve Sevim Ablaydı. Yaşayan 2 eski TKP’li idiler ve belki hatırlarında bir şeyler kalmış olabilirdi ama ikisi de konudan habersizdi. Vedat Abiye bu konuyu ilk anlattığımda boş gözlerle baktı, sonra “dikkatli ol onlar milliyetçi olabilirler” dedi. Birkaç ay sonra bir sürü belge ve bilgi ile Vedat Abiyi ziyaret ettiğimde bütün anlattıklarımı dikkatle dinledi, belgeleri inceleyeceğini söyledi. Sanıyorum ertesi gündü, beni Nermin vasıtasıyla aradı ve yanına çağırdı. Çok heyecanlıydı. Henüz yarısına geldiği romanının çıktılarını bana uzatıp, “içeriye git bunu oku, fikrini söyle” dedi. Roman kendi alanında bir ilkti. Romanda Ermeni soykırımı ve aktüel olan Kürt sorunu birleştirilmişti. Götürdüğüm belgelerden faydalanacağını söyledi. Bu ve benzeri konuların gün yüzüne çıkmasının çok önemli olduğunu belirtti. Vedat Türkali romanında Paramaz ve arkadaşlarına, 1908 Meşrutiyet sonrası 1909’da yasal olarak kurulan Osmanlı Sosyal Demokrat Hınçak Partisi'nin programına yer verdi ve bunu yaparak aslında kendi tarihinin de bir özeleştirisini yapmış oldu. Daha sonra bu kitapla ilgili şunları yazacaktı. “Benzer çalışmaların önümüzdeki dönemde çoğalması ve bilinmeyen tarihsel gerçeklerin gün yüzüne çıkartılması geçmişimizle yüzleşmeyi sağlayacağı gibi, geleceğimizi sağlam temellerde yeniden kurmak açısından da önemlidir.”
Vedat Türkali bir kuşağın geriye kalan yaşayan son temsilcilerinden birisi idi. Doğru bildiklerini söylemekten hiçbir zaman çekinmedi. Bilmediklerini öğrenmek konusunda onca yaşına rağmen son anına kadar hala öğrenciydi. İyi bir öğretmen ve bilge bir insan olduğunu ise biliyoruz zaten.
Bir roman üzerinde çalıştığını ve sonuna yaklaştığını söylemişti. Son ziyaretimde romanın bitmesine az kaldığı ve bu romanı bitirmeyi çok istediği her halinden belliydi.
Siyasi gelişmelerden ise çok kaygılıydı. Ayrılırken “Daha kötü günler görebiliriz bana öyle geliyor” dedi. Bazen lafın tıkandığı yerde “Neler geldi neler geçti felekten, un elerken fil geçti elekten” derdi. Bu lafı ilk duyduğumda çok gülmüştüm. Bu lafı tekrarladı, gülüştük… Vedat Türkali’yi unutmayacağız…