Darbenin olduğu yerde demokrasi yoktur, evet. Ama idam cezalarının konuşulduğu, işkencenin normalleştiği, geçmişte yaşanan acıların üstünün kapatıldığı, azınlıkların bastırıldığı, nefretin ve milliyetçiliğin tekrar tekrar üretildiği, darbecilerle hukuk dışı yöntemlerin uygulandığı, gücün belirleyici olduğu bir yerde de demokrasi yoktur.
DURU YAVAN
Darbeye karşı olmayı o kadar doğal buluyorum ki bunu ifade etmem gerektiğini bile düşünmüyorum ama bugünlerde iktidarı eleştirmek, darbeye sempati duymak ya da darbeye karşı sokağa çıkmış insanlara demokratik mücadeleyi "yakıştırmamak" olarak algılandığından, ne yazık ki en başta bunu ifade etmem gerekiyor. Peki neden kutlayacak bir şey göremiyorum?
Darbenin gerçekleşmemiş olması Türkiye toplumu açısından elbette olumlu. Bunu darbeyi engellemek için emek harcamış ve 15 Temmuz gecesi hayatını kaybetmiş insanlara borçluyuz. Ama bunu yaparken gerçek bir demokrasiye, kalıcı bir barışa olan arzumuzu bir kenara koymayacağım. Bunu yaparken hükümetin sorumsuzca bu kadar insanın ölümüne göz yumduğunu unutmayacağım. On yıl boyunca içinde yaşadığımız cehennemi unutmayacağım. Kahramanlık, milli irade, şehitlik gibi kutsallaştırılmış kavramların altında yıllardır uğruna mücadele ettiğimiz değerlerin ezilmesine izin vermeyeceğim. Darbe girişimi bir tiyatro değil ama şu an içinde bulunduğumuzu sandığımız demokrasi tam da bir tiyatro. İzleyip gerçek zannetmemiz isteniyor.
Biz yıllarca partiler arası uzlaşmayı savunurken, gerçek bir barış için mücadele ederken, ellerindeki gücü bizi bastırmak için kullanmak konusunda hiç de çekingen davranmayan hükümetle, şimdi hiçbir şey olmamış gibi hadi hep beraber milli irade diye bağırmayacağım. Çünkü gücün belirleyici olduğu bir yerde demokrasi olamayacağını biliyorum. Bu gücün öznesinin hiçbir öneminin olmadığını da.
On yıl boyunca bizim aklımızı, kalbimizi, sevdiklerimizi kaybetmemize yol açan hükümetin demokrasi naraları atmasına, evet, katlanamıyorum. Daha dün üç kişi toplanıp basın açıklaması dahi yapamadığımız meydanda, günlerdir herkesin istediğini, istediği saatte, istediği şekilde yapabilmesi ve bunun adının demokrasi olması, bizi dehşete düşürmesi gereken büyük bir çelişki. Birkaç ay önce Cizre'de, Sur'da 15 Temmuz gecesi olanların çok daha ağırının yaşandığını, Türkiye askerinin aylardır insanları öldürdüğünü, insanlara bir çok farklı yöntemle işkence ettiğini anlatmaya çalışıyorduk. İnsanların ölü bedenleri haftalarca sokaklarda bekletilirken, çocukları annelerinin ölü bedenlerini yerde çürürken izliyor, yanına bile gidemiyordu. Kimse sesimizi duymadı. Özel harekat polisleri Sur sokaklarına "Türkün gücünü göreceksiniz, biz geldik kızlar" yazarken kimsenin demokrasi adına sesi çıkmadı. Kimse askerlerin nasıl kendi halkına saldırdığını sorgulamadı. Bunu yaparken şehrin her tarafını bugün de her tarafta gördüğümüz bayraklarla donatmışlardı. Bundan birkaç ay önce sadece bunu söylediği için hocalarımız TMK'dan yargılandı, hapis yattı, hakarete uğradı, işlerini kaybetti, bu ülkenin yöneticileri tarafından vatan haini ilan edildi. Bugün hocalarımızın "durdurun!" dediği katliamları yapan komutanlar darbe girişiminden gözaltında.
Ve yine bugün hocalarımızın kanında duş almak istediğini beyan eden Sedat Peker'in adı, Taksim Meydanı'nda asılı. Bir yıl boyunca IŞİD üzerimize bombalar yağdırdı. Bu bombalar hep muhaliflerin üzerine yağdı. Kürtlerin, barış taleplerini dile getirmeye çalışan gencecik çocukların, yabancıların… Bu saldırıları anlamlandırmaya çalışan, çelişkilerini ifşa eden herkes milli iradeye karşı çıkmakla suçlandı. Bu konuda haber yapan gazeteciler tutuklandı, hapis yattı. IŞİD'e bir takım öfkeli gençler diyen başbakan, demokratik bir yönetimin kaldıramayacağı bir şekilde cumhurbaşkanı tarafından istifa ettirilirken, biz nerede öleceğimizi düşünüyorduk. Barış mitingindeki patlamanın ardından kimileri vatan hainlerinden kurtulduk diye kutlama yaptı, kimileri de bugün darbe girişimine tepki gösterirken 10 Ekim Anıtı'nı parçaladı. Bütün dosyalarda gizlilik kararı var, ne olduğunu ne olacağını hala bilmiyoruz.
Daha birkaç yıl önce yolsuzluğun, riyakarlığın en sarih halini gördük. Birkaç ay önce hükümet destekli vakıflarda gerçekleşen cinsel istismar vakalarının üstünün nasıl kapatıldığını izledik. Kadınların, Kürtlerin, gayrimüslimlerin, Alevilerin, LGBTİ bireylerin, bu toplumun kıyısında köşesinde kalmış herkesin, hükümet yetkilileri tarafından her gün ama her gün aşağılandığını, ötekileştirildiğini, haklarından mahrum bırakıldığını gördük.
Pazar günü yapılacak olan CHP mitingine ücretsiz ulaşım sağlayan, CHP Genel Başkanı’nın altı yıl sonra ilk defa TRT'de konuşmasına izin veren hükümet, yıllar boyunca kendi mitingleri için halkın otobüslerini kullandı. Muhalif kanalların hepsini farklı yollarla bastırdı, kapattı ya da işlevsiz hale getirdi.
Sesimizi duyuracağımız hiçbir alan bırakmadı. Sokaklarda barışçıl bir şekilde taleplerini dile getiren insanlar darbeci kabul edildi, en ağır şekilde polis şiddetine maruz kaldı. O günlerde kimse polise dönüp neden kendi halkına ateş açtığını sormadı. O terfi ettirilen polisler, bugün açığa alındı. Bugün darbe girişimini engelleyen topluluğun içinde kimilerinin gerçekleştirdiği linçleri münferit kabul eden ya da hoş görenler, Gezi'deki çocukları "iki ağaç için otobüs yakan vatan hainleri" saydı, dönüp bakmadı bile bu insanlar ne diyor diye. O dönemde kimse hiçbir olayı münferit kabul etmedi. Hükümet halkının sesine kulak vermek yerine, bu hareketi dış güçlerin oyunu kabul etmeyi seçti. Sonra da 15 Temmuz darbe girişiminin hemen ertesinde, herkes demokrasiyi kutlarken, Erdoğan dalga geçer gibi, Topçu Kışlası'nı yapmaktaki ısrarından bahsetti… Bu ülkede polis tarafından öldürülen 15 yaşındaki bir çocuğun annesi Erdoğan'ın mitinginde yuhalatıldı. Bundan üç yıl önce bir genç, mahalleli ve polis tarafından dövülerek öldürüldü. Bütün bunları alkışlayanları, çocukların ölümlerine sevinenleri gördük. Failleri kim, ceza alacaklar mı hala bilmiyoruz.
Balyoz ve Ergenekon davalarıyla, darbeci kabul edilen insanlar, toplum tarafından aşağılandı, yıllarca yok yere hapis yattı, sonra neyse bir şey yapmamışsınız diye dalga geçer gibi salıverildi. Bugün onların kararını onayan hakim açığa alındı.
Ülkenin sosyo-ekonomik seviyesi düşük ama rantı büyük bütün mahalleleri soylulaştırıldı, insanlar yerlerinden edildi, üzerlerine rezidanslar, AVM'ler, onar katlı iş hanları yapıldı. Sesini çıkaranlar, Türkiye'nin ekonomik büyümesini (!) kıskanan dış güçlerin casusları sayıldı.
Çocukluğumdan beri ailemizde konuştuğumuz ve dert yandığımız "cemaatin kadrolaşması" meselesi bu hükümet döneminde yaygınlaştı. Hükümet yetkilileri her olayda Amerika'ya uçup Gülen'in elini öperken biz ellerimizi başımıza koyup "Ne olacak bu ülkenin hali?" diyorduk. Hukuk fakültesinde girdiğimizde hepimiz Cemaat'in bizi hakim ya da savcı yapmayacağını biliyorduk, denemedik bile sınava girmeyi. Ağzımızı her açtığımızda susturulduk ve din düşmanı ilan edildik. Haklarımızı aradıkça bastırıldık.
Darbenin olduğu yerde demokrasi yoktur, evet. 28 Şubat'ın olduğu yerde demokrasi yoktur. İnançları nedeniyle ötekileştirilen, dindarların diledikleri kıyafetle okumasına, çalışmasına, dilediğince ibadet etmesine izin verilmeyen yerde demokrasi yoktur evet. Ama idam cezalarının konuşulduğu, işkencenin normalleştiği, geçmişte yaşanan acıların üstünün kapatıldığı, azınlıkların bastırıldığı ve yok edildiği, nefretin ve milliyetçiliğin tekrar tekrar üretildiği, darbecilerle hukuk dışı yöntemlerle mücadele edildiği, gücün belirleyici olduğu bir yerde de demokrasi yoktur. Bu tartışmaya açık bir konu değil. Bundan sonra bir demokrasi inşa edebilecek miyiz, biz asıl onu konuşalım.
Ve tekrar, bütün bunları ve hatırlayamadığım, bize gösterilmeyen, duymadığımız, görmediğimiz her şeyi, UNUTURSAM KALBİM KURUSUN!
Darbe girişiminde hayatını kaybedenler kadar, Suruç'taki güler yüzlü gençleri, Berkin'i, Ali İsmail'i, Taybet Ana'yı, Tahir Elçi'yi, Hrant Dink'i, buraya sığdıramayacağım diğer bütün isimleri, hiçbirini unutmayacağım. (22 Temmuz 2016)