MUSTAFA DURMUŞ yazdı – “İktisadi krize gidiş sürecinde bu iki olgunun ne tür makro ve mikro iktisadi etkiler yaratmakta olduğunu ya da yaratabileceğini ele alacağız.”
MUSTAFA DURMUŞ
Bir önceki yazımızda, darbe girişimi ve hemen sonrasında ilan edilen Olağanüstü Hal (OHAL) uygulamalarında ülkenin içinde bulunduğu bir iktisadi kriz durumunun belirleyici olmadığını, ancak bu gelişmelerin ülkedeki iktisadi kriz dinamiklerini hareketlendirerek, mevcut iktisadi durgunluğu derinleştirmenin ötesine geçerek, bir finansal-iktisadi krizin ortaya çıkmasına neden olabileceğini vurgulamıştık.
Bu çerçevede yazı dizimizin ikinci kısmında iktisadi krize gidiş sürecinde bu iki olgunun ne tür makro ve mikro iktisadi etkiler yaratmakta olduğunu ya da yaratabileceğini ele alacağız.
Bunu, spekülatif-manipülatif yanlarını da göz ardı etmeden- küresel finansal örgütlerin Türkiye üzerine yazdıkları raporlar aracılığıyla yapacağız. Küresel finans örgütleri ve küresel derecelendirme kuruluşlarının raporlarının baz alınmasının nedeni, bu kuruluşların başta Türkiye’ye yönelik sermaye akımları olmak üzere Türkiye ekonomisi için çok önemli olan temel iktisadi değişkenler üzerinde çok etkili olmaları.
Büyük finansal yatırımcı kuruluşlar hazırladıkları raporlarla yatırımcılarını Türkiye piyasası konusunda bilgilendirmekle kalmamakta, onların, onlarca milyon dolarlık yatırımlarını da yönlendirmektedirler. Benzer bir biçimde S&P, Moody’s ve Fitch gibi derecelendirme kuruluşları da ülke puanını düşürerek ya da yükselterek ülkeye giren yabancı sermayenin miktarını ve bileşimini ciddi olarak etkilemektedirler.
Bu durum da yeniden üretim ve dış borç çevrimi için dövize, uluslararası sermaye akımlarına bağımlı olan Türkiye gibi bir ekonomide cari açık, enflasyon, kur gibi parasal göstergelerin yanı sıra, yeni yatırım ve kapasite artırımı kararlarını, tüketim harcamalarını, dolayısıyla da orta ve uzun dönemde büyüme ve istihdamı-işsizliği, yoksulluk ve gelir bölüşümünü etkilemektedir.
Vereceğimiz bir örnek bu üç derecelendirme kuruluşunun uluslararası sermaye hareketleri üzerinde ne denli etkili olduğunu ortaya koymaktadır.
Morgan Stanley’in 25 Temmuz tarihli Türkiye raporuna göre, geçmişte (2012 yılı) sadece 6 ay içinde Türkiye’ye gelen yabancı sermayedeki % 7’lik ya da 25 milyar dolarlık artışın nedeni bu 3 derecelendirme kuruluşunun ülke puanını yükseltmesiydi. Aynı rapora göre not düşürme olasılığı en az % 50 olan Moody’s'in Türkiye’nin kredi notunu bu aralar düşürmesi halinde devlet tahvili piyasasındaki 5 milyar dolarlık yabancı sermaye yurt dışına çıkacaktır.
Darbe girişiminin hemen ardından S&P’nin not düşürmesi sonucunda piyasaların ani bir şok yaşadıkları; dolar-lira kurunun 3.10’a kadar yükseldiği, BİST’in % 7-9 oranında değer kaybettiği, ülkenin risk sigortalama maliyetinin (CDS) 60-80 puan arasında yükseldiği, 10 yıllık devlet tahvili getirilerinin yükseltildiği yani ülkenin riskli konumunun arttığı ve zaten “yatırım yapılabilirlik düzeyinin / IG” asgarisine tutunmuş bir ekonominin bunun altına düşme riskinin arttığı gerçeği unutulmamalı.
Okuyucular, bu rapor özetlerini incelerken şu veriler ve bunlardan türetilen ekonomi-politik çıkarımlara odaklanmalıdır:
(i) Türkiye ekonomisinin en yumuşak karnı olan yabancı sermaye akımlarının durumu, bu akımlardaki bir yavaşlama, donma ya da geriye çıkışın; cari açık, yeni yatırımlar ve kapasite artışı yatırımları, enflasyon, üretim, büyüme ve istihdam-işsizlik üzerindeki etkileri.
(ii) Sektörel ve mikro etkiler başlığı altında özellikle imalat, ihracat, turizm ve bankacılık sektörü ve bu sektörlerde faaliyet gösteren işletmelerin bunlardan nasıl etkilenebileceği. Bu bağlamda; bu gelişmelerin şirket borçları (özellikle de döviz cinsinden), bankaların sorunlu kredileri, iflaslar nedeniyle ortaya çıkabilecek olan işsizlik üzerindeki etkileri son derece önemli olacaktır.
(iii) Darbe girişimi ve OHAL’in derinleştirilerek ve uzatılarak uygulanmasının kamu maliyesi-devlet bütçesi, kamu harcamaları, vergi gelirleri ve borçlanma maliyetlerinin artması şeklindeki etkileri.
Kuşkusuz bu kuruluşlar bu raporlarında adeta “ölümü göstererek sıtmaya razı etmek” biçiminde bir yaklaşımla bu kötü koşullardan çıkışın bir süredir üzerinde çalışılmakta olan “yapısal reformların hızla gerçekleştirilmesi” olduğunu ileri sürüyorlar. Yapısal reformlardan kasıt ise somut olarak, emek gücü piyasalarının daha fazla esnekleştirilmesi, örgütsüzleştirilmesi ve böylece emeğin daha da ucuzlaştırılmasıdır. Bunların başında kıdem tazminatları konusu geliyor ve bunun OHAL sırasında çıkartılması sürpriz olmayacaktır. Böyle emek karşıtı gelişmelerin politik değerlendirmesi ise ayrıca yapılacaktır.
Küresel finansal kuruluşların Türkiye raporlarından bazı örnekler (geniş özet):
1. Deutche Bank, “Turkey: It is no longer business as usual”, 21 Temmuz 2016:
Cumhurbaşkanı Erdoğan OHAL’i açıklarken, bu düzenlemenin iç ve dış iktisadi işler konusunda negatif etkiler yaratacağı konusunda bir endişenin olmaması gerektiğini söyledi ve hükümetin başta düşük iç tasarruf oranı sorununa çözüm bulmak, mali disiplini sürdürmek ve piyasa ekonomisinin ilkelerine sadık kalmak üzere yapısal reformlar konusundaki taahhütlerinin arkasında durduğunu vurguladı.
İşlerin değişmeyeceği söylense de artık işler eskisi gibi olmayacak. Zira kamuda on binlerce insanın işine son verilmesi, Türkiye’nin kurumsal kalitesinin çok zayıf olduğunu ortaya koyuyor. S&P’nin puan indirimi bunun somut bir sonucudur. Yani piyasaların, devletin kurumlarına olan güveni azalmaktadır.
OHAL, “şok terapi” tercihinin politik olarak seçildiğini gösteriyor ki en azından yakın dönemde işler artık eskisi gibi yürümeyecektir.
Yetkililer iç ekonomik dengeleri, haklı olarak, ön planda tutuyorlar. Ancak dış ekonomik dengeler de bir o kadar önemli durumda (özellikle de Türkiye’nin dış finansman ihtiyacının büyüklüğü dikkate alındığında).
Bu gözlemelerden yola çıkılarak mevcut durumun geçici bir durum olduğunu söyleyebilmek zor. Politik şokların büyüklüğü ve süresinin uzunluğu dikkate alındığında, ekonominin başlangıçtaki tahminlerimizin üstünde, bir büyüyememe riskine sahip bulunduğunu kabul etmek gerekir. Keza OHAL, daha önce olmayan bir biçimde, bu kez tüketici güvenini ve tüketim harcamalarını düşürecek ve yatırım harcamaları da bundan etkilenecektir.
Turizm gelirlerinde de durum bundan farklı olmayacak ve senaryomuza göre bu yıl turizm gelirleri, geçen yıla göre % 40 düşük gerçekleştiğinde bunun ekonomik büyüme oranına etkisi eksi yönde % 0,5 puan olacaktır (bizim bu yılki beklentimiz % 4 civarındaydı). Ayrıca döviz gelirlerinde bir azalma % 4,5 civarında seyreden cari açığı artıracaktır.
Hükümet talep yönlü makro ekonomi politikalarında genişlemeye gidecektir. Çünkü bütçe açığının düşüklüğü veri alındığında, hükümet bunu kamu borcu dinamiklerinde her hangi bir bozulmaya neden olmaksızın yapabileceğini öngörmektedir.
Ancak Merkez Bankası faizleri daha da aşağıya çekemez zira bu durum liranın değer kaybının artmasına, bu da döviz açığı artışıyla birlikte finansal istikrarın bozulmasına neden olabilir. Bankaların risk primi yükseleceğinden dolayı bu gevşeme büyümeyi teşvik edici olmayacaktır. Yine ülkenin düşük döviz rezervi durumu faiz oranlarının daha fazla düşürülmesine olanak vermeyecektir.
Son olarak, politik kriz derinleştikçe, yapısal reform gündemi tekrar canlandırılırken, yatırımcı güveninin sağlanabilmesi için çok daha fazla ekonomik çaba gerekli olacaktır. Hem iç hem de dışarıdaki iktisadi aktörlerin arz yönlü önlemlerin alınacağına dair artık daha ciddi düzeyde ikna edilmeleri gerekecektir. Kısa vadede maliyeti yüksek arz yönlü politikalarla, artırılması hedeflenen kısa vadeli talep yönlü önlemlerin nasıl uyumlulaştırılacağı ise ayrı bir sorundur.
2. Fitch: “Turkish Bank’s Risks Increase Following Failed Coup”, 20 Temmuz 2016:
Ülkede politik kutuplaşma artıyor, bankaların kredi profilleri ve kredi notları kötüleşiyor. Çünkü bankaların kredi profilleri ülke risklerine, döviz piyasalarına erişime ve liranın değerine son derece duyarlıdır.
Şu anda döviz açıklarını kapatmak için bankaların yabancı piyasalardan borçlanmalarında bir sorun gözükmese de, kreditörlerin güveninde ortaya çıkacak bir azalma sermaye girişlerini zayıflatacağından dövize erişim üzerindeki baskı artar ve bu liranın daha da değer kaybetmesiyle sonuçlanır.
2016 yılının ilk çeyreği itibariyle Türkiye’nin 416 milyar dolarlık dış borcunun 170 milyar doları bankaların üzeride görünüyor ki bunun 100 milyarı 12 aydan kısa vadeli.
Liranın değerindeki düşüş sektörün döviz cinsinden kredi verme riskinin arttığını ortaya koyuyor zira döviz cinsinden borçlar sektörün toplam borcunun üçte birini oluşturuyor. Değer kaybı sürerse bankaların zararı artar. Keza banka varlıklarının kalitesi ile ilgili riskler ve sermaye rasyosu üzerindeki baskılar artar.
Bazı bankaların varlık kalite rasyosu turizm sektöründeki riskli kredilerden ötürü daha artabilir. Bu da politik gerilimlerin artmasının sonucunda ortaya çıkar.
Türk bankalarının kredi notu belirlemesinde devlet tahvillerine ait not kilit noktayı oluşturuyor. 10 yabancı sermayeli bankanın notu (BBB) iken, 5 yerli sermayeli bankanın ki (BBB-). Devlet bankalarının kredi notunu belirleyen şey politik belirsizliklerin nasıl sonuçlanacağı olacak.
(Commerzbank raporlarıyla devam edecek…)