Onur Can Çelebi yazdı: Sanat korkakların işi değil! mi acaba?
Geçtiğimiz günlerde AKP, FETÖ bahanesiyle şehir tiyatrolarında çalışan, muhalif kimliğiyle ön plana çıkan 6 oyuncuyu işinden-sanatından etti. Zaten halihazırda var olan bir sürü denetim-kontrol mekanizmasıyla sistem içileştirmeye çalıştığı sanat olgusunu tamamen ehlilleştirme çabasının bir ürünü tabii bu cadı avı.
Bu mesele üzerine yazıldı çizildi “toplumun aydın kesimleri ve sol, sosyalist çevreler” konuyla ilgili gerekli duyarlılığı gösterdi. Ben olaya farklı bir pencereden bakmak istiyorum.
Şehir Tiyatrolarından uzaklaştırılan Sevinç Erbulak, çok içten, doğru yerlere değinen bir yazı paylaşmış sosyal medyada. Ancak yazının son paragrafında dikkatimi çeken ve tartışılması gerektiğini düşündüğüm iki cümle oldu. “Hayat muhteşem olmadığı için sanat var.” ve “Sanat korkakların işi değildir.”
Bu iki cümleyi biraz irdelemek gerekiyor.
Hayat muhteşem olmadığı için sanat var
Sanat gerçekten hayat o kadar da mükemmel olmadığı için mi meydana gelmiştir? İlkel Sanata baktığımızda şunu görürürüz, insanların birbirleriyle (burada birbirleriyle kavramı çok geniş. Bire bir ilişkiler, kabile ilişkileri, kabilelerin tanrıyla iletişimi, bir sonraki nesille tecrübe aktarımı dolayımıyla iletişim vs.) iletişim geliştirmek için oluşturduğu biçimlerin bir toplamıdır sanat. Daha anlaşılabilir olması için şu soruyu sorabiliriz; Tarih öncesi çağda insanların dumanların boyuna,rengine,çıkış aralığına anlam yükleyip onu kullanmaları ile mağara duvarlarının üstüne resim çizmeleri, bir av sonrası avı anlatmak için kabileye bir temsil sunmaları arasında gerçek anlamda bir fark var mıdır? Günümüzde ilk verilen örnek en bilinen ilkel iletişim araçlarından biri kabul edilirken diğer örnekler ise sanat kavramının ilkel örnekleri olarak sunuluyor. O zaman önümüzde şöyle bir soru var, bu ayrım ne zaman yapıldı?
Sanatın kavramsallaşması Antik Yunan İmparatorluğunun gelişimiyle paralel ilerliyor diyebiliriz. İlk yazılı temsiller, sanat kavramı üzerine ilk ciddi tartışmalar Antik Yunan döneminde başlamıştır. Bu büyük sıçramanın altında köleci toplum düzeninin efendileri ve bu efendilerin çıkar çatışmaları yatar diyebiliriz. Özellikle tüccar sınıfın yeni yeni oluştuğu o dönemlerde belli farklı toplumsal-sınıfsal tabakalardan gelen insanlar sanat kavramını kendi varoluşlarını temellendirdikleri düzleme oturtmaya çalıştılar. Bununla birlikte tam da bu dönemde ilk kez sanat toplumun doğal-gündelik ihtiyaçlarından doğan bir olgu olmaktan çıkıp iktidar-egemen olan gücün şekil verdiği bir olguya dönüştü. Sınıflı toplumların ortaya çıkışıyla hayatın her alanında yeşeren profesyonelleşmenin sanata etki etmemesi düşünülemezdi tabii.
Egemen sanat düşüncesine karşı, karşı sanat düşünceleri, karşı sanat düşüncelerine karşı sanat düşünceleri şeklinde bu devran dönmeye devam etti. Sanat –doğal olarak- sınıf savaşımının etkin bir parçasıydı artık.
Ancak bu mücadelede gözden kaçan bir ayrıntı vardı hep. Kapitalizm, savaşacaksak da benim çöplüğümde savaşalım dedi ve biz bunu kabul ettik. Sanatı –henüz daha kurulurken- toplumsal olandan ayrıştıran kapitalizme karşı çıkışı onların argümanının bozuntuya uğramış haliyle yaptık. Sanatın hayat muhteşem olmadığı için var olduğunu söyledik, sanatın ezilen sınıfın sesi olduğunu söyledik ve bol bol –bu örnekle gerçekten her yerde karşılaşabilirsiniz- sanatın doğası gereği muhalif olduğunu söyledik. Sanat icra eden ile sanat icra etmeyen arasına sürekli sınırlar koyduk. Sürekli toplumsal ve doğal olarak sanatsal olanı üreten ile bu üretimi insanlara gösterenler arasına set çektik. Sanat olgusuna sürekli anlamlar ve misyonlar yüklemeye çalıştık. “Sanatçılar” olarak “sanatçı olmayanlara” sürekli bir şeyler anlattık. Unuttuğumuz şey şuydu: Sanatı üretenin salt sanatçılar değil, o dönemin tarihsel-sınıfsal-toplumsal koşulları olduğu. Yıllardır kaçırdığımız mesele tam olarak bu, Sanat hayat muhteşem olmadığı için oluşmadı, Sanat hayatın ta kendisi, sanat diye bir şey aslında yok!
Sanat korkakların işi değildir
Bu cümle ise tam olarak yukarıdaki yazılanları doğrular bir nitelik taşıyor. Sanat korkakların işi değilse kimin işi? Cesurların? Korkusuzların? Dikbaşlıların? Korkaklar neden sanat yapamaz? Sanatı kim yapar?
Sanat “profesyonelleştiğinden” beri icracı, seyirci ayrımı oluştu. İracılar sanatı üretenler, izleyiciler ise üretilen sanata maruz kalan kişiler olarak tanımlandı. Tiyatro üzerinden örnek vermek gerekirse özellikle kilise tiyatrosunun gelişmesiyle ve italyan sahne tipinin standart hale gelmesiyle bu ayrım iyice derinleşti. Diğer tüm sanat dalları için de rönesans dönemine kadar gelişmeler benzer şekilde ilerlemiştir.
Sanatın icracıları ile sanatın izleyicileri arasında bir etken-edilgen mantığı kurmak, sanatın toplumla olan diyalektik bağını gizler.
Sanat olgusunun “hammadesi” önceki başlıkta da belirtilen dönemin tarihsel-toplumsal-sınıfsal koşullarıdır. Bu koşulları yaratan, o dönemde yaşayan ve toplumsal olanı üreten-yeniden üreten bütün insanlıktır. İcracılar içinde bulundukları toplumdan elde ettikleri verileri bir araya getirir, kendi içinde bulunduğu sınıfa, kültüre göre yorumlar ve birçok farklı şekilde topluma-izleyicilere geri sunarlar. Kendisinin de yaratım sürecinde yer aldığı bu sunuyu izleyen izleyiciler, bu sunuyu kendi içinde bulundukları sınıfa, kültüre göre tekrar yorumlar (çevresine anlatır, üstüne yazılar yazar, oyuncuya domates fırlatır, heykeli kırar vs.) ve toplumsal olanı yeniden üretir. “Her seyirci zaten kendi hikayesinin oyuncusudur; her oyuncu, her eylem insanı da aynı hikayenin seyircisidir”[1] Buradan şunu anlıyoruz, “sanatçı” kavramı sanat profesyonelleştikten sonra ortaya çıkan, yine önceki başlıkta belirtilen sebeplerden ötürü hayattan ayrıksılanan bir kavramdır. Sanatçı, insanın ta kendisidir. Sanat diye bir şey olmadığı gibi sanatçı diye bir şey de “aslında” yoktur.
E o zaman?
Sevinç Erbulak da Levent üzümcü de tiyatro ve “sanat” ile uğraşan ve kapitalizm koşullarında bunu yaparak hayatta kalmaya çalışan her insan gibi çok onurludurlar ve sisteme karşı olan mücadelelerinde sonuna kadar haklıdırlar.
Ancak ve ancak gerçekten şu anki toplumsal düzeni değiştirmeye gönüllü insanlar isek kapitalizmin bize sunduğu kum havuzundan çıkmak gerekir. Üretim çiftliklerinde üretilen “çiftlik sanatı” maalesef sistem dişlilerini yok edecek kudrette değildir. Kapitalizmin iyice derinleşen krizi, kapitalizmin kendi ideal toplumunun şu an kocaman bir çöküntü olması bizi yeni yollar yaratmaya zorluyor. Yeni yolları keşfetmek için önce içinde sıkıştığımız çiftlikten kurtulmamız ve sonsuz okyanusta yol almamız gerekmekte.
“Bütün bunlar için şunu söylemek mümkün, Farkındayım: Laf, gene laf, hep laf. Hakaret saymam bunu doğrusu (…) artık sözün sözden ibaret olduğunu duymak bir skandal sayılamaz. Ete kemiğe bürünmüş kelamın ve etkin hale getirilmiş seyircinin fantazmalarını kovmak, sözlerin sadece söz ve gösterilerin sadece gösteri olduğunu bilmek, sözlerin ve görüntülerin, hikayelerin ve icraların yaşadığımız dünyada bir şeyleri nasıl değiştirebileceğini daha iyi anlamamıza yardımcı olabilir.”[2]
[1] Jacques Ranciere, Özgürleşen seyirci, metis yayınları s.22
[2] Jacques Ranciere, age, s.26