“Tüm bunlar bir özensizlikten mi kaynaklanıyor, yoksa siyasal iktidar artık Suriyelileşmiş bir ülke ve hücrelerimize kadar sinmiş bir IŞİD gerçeğini unutturabilmek için mi böyle bir atak yapıyor? “
MUSTAFA DURMUŞ
Atatürk Havalimanı’ndaki patlamanın ve çok sayıda cenaze töreninin ve Hükümet’in eş zamanlı, bol balonlu Osmangazi Köprüsü (İzmit-Körfez) açılış töreninin ardından basına yansıyan fotoğraflar bana eski bir İngilizce deyimi anımsattı: “Giggle at funeral”. Yani “cenazede insanlar üzüntü içindeyken, bazılarının uygunsuz bir biçimde gülüşmesi” anlamında bir deyim.
Tecrübelerimizden biliriz, özellikle ölüm gerçeği ve ölene çok yakın olmayan bazı insanlar farkında olarak ya da olmayarak cenazelerde gülüşebiliyorlar, hatta yüksek sesle kahkaha dahi atabiliyorlar. Bir başka yabancılaşma durumu kısacası.
Alçakça, haince bir saldırı ile çok iyi korunduğu ileri sürülen Türkiye’nin en büyük hava limanında, terör örgütü IŞİD masum insanlara yönelik bir saldırı düzenliyor ve bu saldırıda şu ana kadar 44 kişi ölürken, 300’e yakın insan da yaralanıyor.
Saldırının failleri, yetkililerce, tüm işaretler ortada olmasına rağmen, ancak iki gün sonra, o da keşke yapmasalardı modunda bir yaklaşımla açıklanırken, aynı gün Osmangazi Köprüsü’nün açılışı yapılıyor. Ama ne açılış! Sanki iki gün önce böyle bir katliam yaşanmamış gibi, devlet en tepeden, halkımıza kadar büyük bir coşku ile açılışı kutluyor, balonlar uçuruluyor, demeçler veriliyor, ilgili bakanlarımız selfiler çektiriyor. Yani resmi bir ağızdan da ifade edildiği gibi, adeta “bir bayram” kutlanıyor.
Tüm bunlar bir özensizlikten mi kaynaklanıyor, yoksa siyasal iktidar artık Suriyelileşmiş bir ülke ve hücrelerimize kadar sinmiş bir IŞİD gerçeğini unutturabilmek için mi böyle bir atak yapıyor? Bir başka deyimle, büyük bir alt yapı yatırımı ile ölümler, yaralanmalar, korku, panik ve terörün üstü örtülüp, her şey kontrol altında havası verilmeye mi çalışılıyor?
Bunun birçok açıklaması olabilir. Ama bunlardan biri ön plana çıkıyor. Artık siyasal iktidar ve onun ardındaki egemen ideoloji halkın çıkarlarından hızlıca kopan bir noktaya gelmiştir. Yani son 14 yıllık iktidar dönemindeki kapitalizm-neo liberalizm ve Siyasal İslam ittifakı altında İslamcı kadroların düzene ne denli uyun sağladığını ortaya koyan bir gerçekten bahsediyoruz. Ya da bu örtüşme zaten başından bu yana vardı, ancak biz somut bazı olaylarla bunu yeni fark etmeye başladık.
Siyasal İslam ideolojisinin bu noktaya nasıl geldiğinin bir açıklaması olmalı. Belki bu konuda Marx ve Engels’in 1848’te yazdıkları Komünist Manifesto’da altını çizdikleri bir gerçek bize yardımcı olabilir: “Katı olan her şey buharlaşıyor, kutsal olan her şey ayaklar altına alınıyor”.
Kısaca, yeni bir toplumsal yapının kuruluşu eski yapının, eskiye ait katı olan ne varsa erimesiyle mümkün olabiliyor. İktisadi yapının dönüşümüne bağlı olarak mevcut yapıda ne varsa tamamen ters yüz oluyor. Sadece iktisadi alan değil, politik alan, kültürel alan, toplumsal değerler, aile, eğitim, din-inanç da bu dönüşümden köklü bir biçimde etkileniyor ve çözülmeye, erimeye başlıyor.
Tıpkı Zaman Gazetesi eski yazarı M. Türköne’nin son yazısında (http://t24.com.tr/…/mumtazer-turkone-herkes-bildigi-erdogan…), “artık eskisinden çok farklı bir Erdoğan figürü ile karşı karşıya olduklarının” itirafını yapması gibi, son İsrail-Türkiye anlaşması ile Siyasal İslam’ın tabutuna son çivinin de çakılması gibi, eski söylemler, davranışlar giderek ortadan kalkacaktır.
Bu bağlamda bir katliam sonrası açılış şovunun halk üzerinde yaratabileceği kızgınlık, duygu incinmesi gibi hassasiyetler de artık olmayacaktır. Suret öze dönmekte ve katı olan her şey eriyip buharlaşmakta ve muğlâklaşmaktadır artık. Bu nedenle de cenazede gülüşme durumları ile halkımız daha sık karşılaşabilir bundan böyle.
Bu durumun somut bir çıkarımı da olacaktır: Yıllardır başta Siyasal İslamcı görüşler olmak üzere Türkiye sağı, solu ve emekten yana bir tutum içinde olanları maddeci-materyalist olmakla suçladılar. Bugün bu suçlamaları yapanların geldikleri nokta maddeciliğin zirve noktasıdır.
Ahbap-Çavuş Kapitalizmi
Osmangazi Köprüsü’nün detayları ortaya çıktıkça, cenazede gülüşmenin yaratacağı incinmeden çok daha büyük ve daha somut toplumsal zararların da doğacağını görüyoruz. Basında yer alan ve daha öncesinde eski bir Hazine bürokratı olan R. Hakan Özyıldız’ın bloğunda paylaştığı bilgiler deyim yerindeyse şok edici türden (http://www.hakanozyildiz.com/…/hazine-garanti-verdikce-bank…):
“Karayolları Genel Müdürlüğü (TCK), Körfez Geçişi için, üstlenici firmaya günlük 40 bin araç ve 35 dolar ücret ve yıllık 511 milyon dolar gelir garantisi verdi. Bu köprüden, enflasyon farkını da hesaba katınca, 39 $+KDV, yani bugünkü kurdan yaklaşık 140 TL geçiş ücreti ödemeyen geçemeyecek. Bu kadar parayı kimse ödemez, o kadar araç geçmez demeyin. Garantisi var, garanti edilen gelirden eksik kalan kısmı TCK ödeyecek. Parası yetmezse, bütçeye ödenek konacak Karayollarının açığı kapatılacak. Maliye buna mecbur. Aksi halde şirketler aldıkları dış borçları ödeyemezler. Böylesi bir durumda da Hazine borçları üstlenmek zorunda kalır”.
Köprü açılışını gerçekleştiren devlet erkânı ve siyasi parti temsilcilerinin ve bu işten milyarlarca dolar kolay para kazanacak olan yerli ve yabancı sermaye ile oluşturulan Konsorsiyum temsilcilerinin bunu bir bayram havasında kutlamaları anlaşılabilir bir şey.
Ya çiftetelli oynayarak, slogan atarak bu başarıyı kutlayan halkımıza ne demeli? Böyle bir geçiş ücretini ödeyemeyeceği ortada iken, bu sevince ortak olması, ya bayramlarda, varsa otomobiliyle bu köprüden ücretsiz geçmesi ile ilgilidir ya da “ülkeye yapılan her yatırım benim de yararımadır” biçiminde yaratılmış olan yaygın algının bir sonucudur.
Dolayısıyla fotoğraflar bize sadece yakışıksız bir kutlamayı değil, Türkiye kapitalizminin özellikle son 14 yıldır giderek bir ahbap-çavuş kapitalizmi haline dönüştüğünü de hatırlatmalıdır.
“Ahbap-Çavuş- Dost Kapitalizm (crony)” nitelemesi, büyük sermayenin kapitalizmi, devlet ve hükümetle özel ilişki kurarak nasıl rakipleri karşısında avantaj elde edebilmek amacıyla yozlaştırdığını, böylece de saptırdıklarını anlatmak için üretilmiş, aslında aldatıcı (pejoratif) bir niteleme gibi değerlendirilebilirse de, kapitalizmin normal işleyişinin bir sonucu olarak bir gerçeklik olarak karşımıza çıkıyor.
Yine Özyıldız, bloğunda bunun sayısız örneklerini veriyor ve bu durumu “kamu eliyle zengin yaratmak” olarak tanımlıyor ve yandaşlara; ihale, imtiyaz, acele kamulaştırma, imar ve izin değişiklikleri ve dış kredi-borçlanma kolaylıkları başta olmak üzere, Türkiye’de özelikle de son dönemlerde siyasal iktidarın etrafında kümelenmiş olan sermaye gruplarının nasıl daha da zenginleştirildiğinin yöntemlerinden çarpıcı örnekler veriyor (http://www.hakanozyildiz.com/…/kamu-eliyle-zengin-yaratma-y…).
Örneğin, toptan elektriği özel dağıtım şirketlerine satan bir KİT konumunda olan TETAŞ’ın elektriğin toptan satış fiyatını 2012 yılından bu yana, 20,80 kuruştan, 16,35 kuruşa kadar düşürmesine rağmen, bu dağıtım şirketleri bu indirimleri tüketicilere, bizlere yansıtmadılar.Bu bilinmesine rağmen, basında yer alan haberlere göre, yerli kömürle özel sektörün üreteceği elektriğe, kamu alım garantisi verilmesi düşünülüyor.
Bu bağlamda “Hazine garantili borçlar”, “koşullu yükümlülükler” son derece önem kazanıyor. Zira bu yöntemle Hazine, kamu kurumlarının ve kalkınma ve kamu bankalarının aldıkları dış borçlara, geri ödeme sırasında sorun çıkarsa, onların yerine borcu üstlenerek ödeme taahhüdü veriyor.
Bu alandaki verilerin gelişimi ise son derece çarpıcı. 2015’in Eylül ayında Türkiye’nin aslında kamunun yapabileceği ama özel sektöre bıraktığı büyük projelerle ilgili olarak verdiği Hazine garantilerinin tutarı 11 milyar doları aşmış ve son yirmi yılın zirvesine çıkmış durumda. Bu garantiler özellikle de 2010 yılından itibaren artmaya başlamış.
Hazine, garantilerin büyük çoğunluğunu (% 80 civarında) Ziraat Bankası, HalkBank, Vakıfbank, T. Kalkınma Bankası ve T. Sınaî Kalkınma Bankası’nın aldığı dış borçlar için veriyor. Bu bankalar da büyük alt yapı projelerinde üstlenicilere kredi veriyorlar. Böylece arkasında Hazine olan kamu bankaları dışarıdan daha rahat borçlanıyor. Ancak bir kriz vs söz konusu olup da bu projeler hayata geçirilemezse ve bu krediler geri ödenemezse, tahmin edileceği gibi, bu zarar Hazine’ye, dolayısıyla da halkın sırtına kalıveriyor.
Bu noktada son dönem kazan-kazan olarak da topluma sunulan (ana muhalefet partisinin de benimsediği) Kamu Özel Ortaklıkları (KÖO) çerçevesinde yapılacak olan 400’e yakın projeye ait 345 milyar doları bulan “koşullu yükümlülükler” çok önem kazanıyor. Bu kapsamda bazı büyük projelerin tutarları ise şöyle öngörülmüş: Üçüncü Havaalanı: 14 milyar dolar, Gebze-İzmir Otoyolu: 7,6 milyar dolar, Kuzey Marmara Otoyolu ve Üçüncü Köprü: 2,4 milyar dolar ve Sağlık Kampusları: 9,9 milyar dolar (http://www.hakanozyildiz.com/…/kamu-ozel-isbirligi-345-mily…).
Bu da aslında özel sektörün, olası zararını nasıl son tahlilde kamunun sırtına yıkabileceğinin en korkunç örneğini ve dost, ahbap-çavuş kapitalizminin boyutlarını ortaya koyuyor. Zira şartlar zorlaşınca, yatırım sırasında özel sektörün aldığı dış borçlar (krediler) Hazine tarafından üstlenilecek. Böylece, maliyet ve finansman risklerinin büyük çoğunluğu kamunun üstüne kalacak.
Son olarak, bu yazılanlara, “yapılan bunca alt yapı ve üst yapı hizmetinin görmezden gelindiği” yönünde eleştiriler yapılabilir ve yapılmaktadır da.
Nitekim halkımızın bir kısmı hala deva AVM binalarının, plazaların, çok büyük, çoklu minareli camilerin, TOKİ binalarının, otoyolların, duble yolların ve büyük köprülerin, sokakta sayısı hızla artan lüks otomobillerin varlığının da etkisi altında ülkenin hızla kalkındığı, geliştiği, ilerlediği yönünde bir algıya sahip. Böyle bir algı bilinçli bir şekilde pompalanıyor ve örneğin bir köprü açılışı, öncesinde ulusal bir felakete uğramayıp, ‘ulusal yas ilan edilmesine rağmen, bir bayram havasında ve “yola devam” biçiminde sunulabiliyor.
Bu yapılan büyük alt yapı ve üst yapı inşaatlarının kime büyük kârlar sağladığı, kimin üzerinde nasıl bir borçlanma yükü oluşturduğu yukarıda kısaca açıklandı. Bu tür toplumsal zararları olmasa bile, sadece bu projeler bir toplumun mutluluğunun, iyiliğinin, refahının göstergesi olabilir mi?
Ülkede huzur yoksa, ülkenin her yanında bombalar patlatılıyor, masum insanlar öldürülüyorsa, kentler, köyler yerle bir edilip, yeni rant alanlarına dönüştürülüyorsa, savaş çığlıkları atmak meşru, barışı dillendirmek ise suç sayılıyorsa, milyonlarca insan ve özellikle de üniversite mezunu genç gelecekten umutlarını kesmiş, başka ülkelere göç etmenin peşindeyse, işsiz ve yoksul sayısı bu kadar artmış ve gelir dağılımı son derece kötüleşmişse, kısaca insanlar ekonomik ve siyasal olarak kendilerini güvencede hissetmiyorlarsa, hangi büyük alt yapı projesinin yaratacağı coşku böyle bir toplumu mutlu etmeye yetecektir?