“Bu yasa ile yurt dışındaki her türlü servet, nasıl edinildiği sorgulanmaksızın ülkeye meşru yollardan, örneğin bankacılık sistemi aracılığıyla getirilebilecek. Böylece son dönemlerde bazı kesimlerin artan ama kaynağı açıklanmayan servetleri, her hangi bir yasal soruşturmaya uğratılmadan, aklanabilecek.”
MUSTAFA DURMUŞ
Yarın yeniden çalışmaya başlayacak olan TBMM’nin gündeminde, tartışmalı iç tüzük değişikliğinin yanı sıra, bazı önemli yasalar var. Her zamanki gibi bu yasalar, “Torba Yasa” mantığıyla başka yasalarla birlikte ve hızlıca çıkartılacaklar. Ancak bu yasa taslaklarında önemli düzenlemeler mevcut.
Servet zenginleri için servet affı
Örneğin Hükümet tarafından Meclise sunulan ve 77 maddeden oluşan “ Yatırım Ortamının İyileştirilmesi Amacıyla Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı”, yatırımlar sırasında ödenen bazı harç ve damga vergisi gibi vergilerin kaldırılarak işlem maliyetlerini azaltmak, faizsiz finans ürünlerini ve bireysel emeklilik sigortalarını yaygınlaştırmaya dönük başta olmak üzere çok sayıda sermaye teşvikini öngörüyor.
Bu kadar tatlandırıcının ardından asıl düzenleme geliyor. Tasarının sonuna eklenen Geçici 2. Madde ile,servetlerini yurt dışında tutanlar için bu serveti ülkeye kendi adlarına ya da başkaları adına getirmeleri halinde, servetin kaynağı hakkında her hangi bir sorgulama yapılmayacağı, hatta bu servet üzerinden her hangi bir vergi de alınmayacağı garantisi veriliyor. Böylece 2008 yılından bu yana üçüncü kez T.C. vatandaşlarının yurt dışındaki servetlerine af getiriliyor.
Diğer bir düzenlemeyi ise bayram müjdesi olarak, Maliye Bakanı açıkladı: 2014 yılında vergi ve sigorta primi borçları yapılandırılmış olmasına rağmen taksitlerini ödemeyen esnafa yeni bir yapılandırma imkânı getiriliyor. Borçlar yeniden taksitlendirilirken, gecikme faizi ya da vergi cezası tahsil edilmeyecek. Yani bir kez daha bir vergi ve prim affı getiriliyor.
Bu iki düzenlemeyi birbirinden bağımsız olarak ele alıp değerlendirmek bunların devlet/ hükümet ve başta işçi sınıfı olmak üzere, esnaf-küçük üretici ve sermaye sınıfının çeşitli katmanları açısından ne getirip ne götürdüğünü, dolayısıyla da yapılmaya çalışılan işin ekonomi-politiğini anlamamızı zorlaştırır. Oysa bunlar emek mücadelesi kadar, demokrasi mücadelesiyle de doğrudan ilgili.
İlk tasarı ile “yeni yatırımların teşvikinin amaçlandığı” gerekçede belirtilse de, sermaye açısından dünyanın en liberal ve en teşvik edici sistemlerinden birine sahip bulunan Türkiye’de, bu tür teşvikler yeni yatırımları beklendiği kadar artırmıyor. Bunu bu yılın ilk dört ayında teşvik belgesi almış yaklaşık 3 milyar liralık yatırımdan vazgeçilmesinden ve alınan teşvik belgelerinin iptal edilmesinden anlıyoruz.
Bunun açıklaması son derece basit: Yeni reel yatırımlar ancak ekonomik ve politik olarak güvenli bir ortamda yapılıyor ve mevcut ortam bu güveni sağlamıyor. Öyle ki Haziran ayında ‘imalat sanayi güven endeksi’, bir önceki aya göre, % 1,3 oranında ve ‘perakende sektörü ticaret güven endeksi’ % 4 oranında geriledi (http://www.tuik.gov.tr). Bu nedenle de vergi almamak biçimindeki teşvikler yeni yatırımları çekmekten ziyade, mevcut, hali hazırda yatırımını zaten yapmış olanlara dolaylı olarak kaynak aktarmak anlamına geliyor.
Geçici madde ile iliştirilmiş gibi görünen “Servet ya da Varlık Affı” anlamına gelen bu düzenleme ile yurt dışında T.C. vatandaşı bazı zenginlere ait 100-135 milyar dolar civarında olduğu tahmin edilen menkul servetin bir kısmının Türkiye’ye getirilmesi hedefleniyor. Çünkü öncelikle, normal yollardan, yani uluslar arası sermaye hareketleri aracılığıyla ülkeye doğru olan sermaye girişlerinde son dönemde belirgin bir azalma görülürken, yurt dışına sermaye çıkışları arttı (Haziran’da dışarı çıkan sermaye tutarı 600 milyon doları aştı).
Diğer taraftan, ülke bugüne kadar sağladığı ekonomik büyümeyi yılda % 20-21 oranındaki bir yatırıma ve bunun da en az üçte birini yabancı sermaye girişine borçlu. Yani bu yatırımların asıl kaynağı olması gereken iç tasarruflar tarihsel olarak en düşük düzeyde kaldığından (% 13’ün altında) bu 7-8 puanlık açık yabancı kaynak girişi ile kapatılabiliyor. Oysa ortalama bir azgelişmiş ekonomide dünyada bu oran % 24 civarında seyrediyor. 2002 yılında iç tasarruf oranın % 20 civarında olduğunu hatırlatalım. İç kaynaklar yerinde sayarken, dış kaynakların azalması yeniden üretim açısından sıkıntı yaratıyor.
Yani değirmenin suyu azaldığında Lale Devri’nin sonuna gelinmiş olur ki, egemenlerin halk üzerindeki ekonomik, politik ve ideolojik hegemonyalarını sürdürmeleri zorlaşır. Sadece, modelin sunduğu kırıntılara razı olan ve bir ölçüde bunun karşılığında siyasal iktidara olan desteğini sürdüren halk kesimleri değil, pastadan pay almakta zorlanan ya da payı azalan sermaye grupları da mutsuz olurlar. Yani iktidarda kalabilmek için ekonomide işlerin iyi gitmesi ve hala paylaşılabilecek bir nemanın olması gereklidir.
Bu yasa ile yurt dışındaki her türlü servet, nasıl edinildiği sorgulanmaksızın ülkeye meşru yollardan, örneğin bankacılık sistemi aracılığıyla getirilebilecek. Böylece son dönemlerde bazı kesimlerin artan ama kaynağı açıklanmayan servetleri, her hangi bir yasal soruşturmaya uğratılmadan, aklanabilecek.
Daha önce de yazdığımız bir gerçeği bir kez daha hatırlatalım. Global Financial Integrity (GFI) adlı bir uluslar arası kuruluşun Aralık 2015 raporuna göre Türkiye’den 2004-2013 döneminde dışarı çıkan yasal olmayan servetin miktarı yılda ortalama 15,5 milyar dolar ve toplamda 154,5 milyar dolar oldu. Bu miktar şu an Türkiye milli gelirinin yaklaşık beşte-altıda birine denk düşüyor. Bu rakama dış borç anapara ya da faiz ödemelerinin dâhil olmadığının altını çizelim. Sadece 2006 ve kriz yılı olan 2009 yılında çıkan para miktarı azalma gösteriyor. Bu yılların dışında her yıl çıkan miktar artıyor, öyle ki sadece 2013 yılında bu tutar 26 milyar doları aşıyor (Panama Belgeleri ve Meclisin Duyarlılığı, www. siyasihaber3.org).
Son yıllarda izlenen ve giderek bir yandaş sermaye grubunun ve yeni zenginlerin ortaya çıkışıyla da sonuçlanan bu birikim modelinin devlet ile bağının olmaması mümkün değil. 17-25 Aralık Operasyonları bunu ortaya çıkardı. Son olarak Osmangazi Köprüsü’nün açılışıyla gündeme geldi. Karayolları Genel Müdürlüğü’nün, Körfez Geçişi için üstlenici firmaya günlük 40 bin araç ve 35 dolar + KDV geçiş ücreti ve yıllık 511 milyon dolar gelir garantisi verdiğini öğrendik. Yani kamu ihalesi, imtiyaz, acele kamulaştırma, imar ve izin değişiklikleri ve dış kredi-borçlanma kolaylıkları başta olmak üzere sayısız yöntemle ‘devlet eliyle zengin yaratılıyor’ (http://www.hakanozyildiz.com/…/kamu-eliyle-zengin-yaratma-y…). Bu arada tabii ki “bal tutan da parmağını yalıyor”. Bu bal kavanozu da bir süre sonra sistem içine sokularak meşrulaştırılmak durumunda.
Bu nedenle de, dünyanın birçok yerinde olduğu gibi, ‘servet afları’ sadece ekonominin sermayeye olan ihtiyacından değil, giderek mafyalaşan kapitalizmin ellerini yıkama ve temizlenme ihtiyacından da kaynaklanıyor. Bu durum 1980’li yıllarda bu konuda pervasızlığı ile tanınan bir neo- liberal yönetimce yapıldığında tepki ile karşılanmıştı. Ama kaynak ihtiyacı gerekçesinin ardına sığınılarak bugün böyle bir temizleme işleminin dinsel referansları güçlü bir iktidar tarafından yapılmak istenmesi son derece düşündürücü.
Burada altı çizilmesi gereken önemli bir diğer nokta, bu “servetten hiç vergi alınmayacağı ve kaynağına ilişkin hiçbir sorgulamanın yapılmayacağı garantisinin verilmesi”. Oysa daha önceki düzenlemelerde en azından % 2 oranında bir vergi alınarak kamuoyunun vicdanı biraz rahatlatılıyordu.
Bu gelişme ya iktidarın bu paraya olan ihtiyacının ne kadar büyük olduğuyla, bu servetlerin sahiplerinin iktidar üzerindeki gücüyle ya da siyasal iktidarın artık hiç kimseye hesap vermek zorunda olmadığına inandığı bir noktaya gelmesiyle açıklanabilir.
Esnafa vergi ve prim affı: Al gülüm ver gülüm!
İkinci düzenleme, iktidara göre, “3 milyon esnafı rahatlatacak” bir düzenleme. Maliye Bakanı düzenlemeyi böyle savundu, yandaş medya da hemen lehte konuşan esnafı ekranlarına çıkarttı. Öyle ya esnaf çok çalışmış, çok da vergi vermiş, ama ödeme güçlüğüne düşmüştü. Devlet görevi gereğince bu insanlarımıza yardım elini uzatmak zorundaydı. Ülkenin belli bir bölümü, savaş nedeniyle alt- üst yapısı, demografik yapısı itibariyle büyük tahribata uğramışken, diğer kısmında “yaraların sarılması” da kolayca açıklanabilecek bir şey değil.
Ama öncelikle bu konuda ana muhalefet partisinin hakkını yememek lazım. Zira 17 Haziran 2016 tarihinde hazırladıkları bir yasa teklifi ile “Antalya il sınırları içerisinde faaliyet gösteren esnaf ve sanatkârların 2016 yılı Haziran ayı ve öncesine ait sosyal güvenliğe ilişkin borçlarının taksitle ödenmesine imkân tanınması ve bunlara ait gecikme cezası ve zammı gibi ödemelerin tahsilinden vazgeçilmesi; ayrıca 2016 yılı Haziran ayı öncesine ait vergi borçlarının taksitle ödenmesine imkân tanınması ve bunlara ait cezalar ile faizlerin tahsilinden vazgeçilmesi girişiminde bulundular (aynı zamanda asgari ücretliden su ve elektrik parası alınmaması teklifinde de bulundular).
Hükümet, en son 2014 yılında çıkartılan benzer bir yasa ile vergi ve SGK prim borçları yapılandırılan (uygun vadelere uzatılan) ama bu borçların taksitlerini ödemeyenlere, bu yeni yasa ile kaldıkları yerden bir – iki taksit ödemeleri koşuluyla, borçları yeniden yapılandırıyor ve bu arada birikmiş vergi cezası ve gecikme faizinden de vazgeçiyor. Yasa tasarısı savunulurken, bu düzenleme ile vergi tahsilâtlarının artacağı ileri sürülüyor.
Aflar vergi tahsilâtlarını artırmıyor
Sınıfsal bir analize girmeden önce altını çizmemiz gereken ilk nokta, ülkede bir savaş, deprem ya da ekonomik kriz hali söz konusu olmamasına rağmen esnafın neden ödeme güçlüğü içine düştüğüdür. Ya da esnaf ödeme güçlüğü içindeyse, demek ki ülkede ekonomi iyi gitmiyor.
Bu tür vergi ve prim afları, ileri sürüldüğü gibi, gerçekten kamu geliri tahsilâtlarını artırıyor mu? Bu görüşü savunan ve ‘hâkim maliye anlayışı’ denilen neo liberal bir maliye anlayışı var. Ama Türkiye’de ve dünyada yapılan araştırmalar, bu tür afların kısa süreliğine borçların tahsilâtlarında artış sağlayabildiğini, orta ve uzun vadede ise tahsilâtları düşürdüğünü ortaya koyuyor. Nitekim son 14 yılda en az 4-5 kez bu tür aflar çıkartıldı. 2003 yılında % 70’in üzerinde olan vergi tahsilât/ tahakkuk oranı ise % 50’nin altına geriledi.
Neden son derece basit: Esnaf (beyannameli vergi mükellefleri), eğer sıkça aflar çıkartılıyorsa, hükümetler vergi politikasını oy karşılığında bir araç olarak kullanıyorsa, “nasıl olsa yeni bir af çıkar beklentisi” içinde davranıyorlar ve vergilerini ödemiyorlar. Bir de bunlara bankalara olan yüksek kredi borçları eklenince önceliği bankaların borcunu kapatmakta kullanıyorlar. Yani vergi afları, zaten düşük olan vatandaşlık-vergi bilincini daha da zayıflatıyor.
Adaletsizlik ve ahlaki erozyon artacak!
Kuşkusuz konunun vergi adaleti yönünden çok önemli boyutları söz konusu. Vergisini dürüstçe, zamanında ödeyen esnaf “kendisini aptal yerine konulmuş ve aldatılmış” olarak görüyor ve bir süre sonra bu esnaf da diğerlerine katılmaya başlıyor.
Esnaf vergisini beyan usulüyle ödediği için vergi kaçırabiliyor, vergiden kaçınabiliyor ya da hiç ödememe gibi bir tepki gösterebiliyor. Buna karşılık özel ya da kamuda çalışan işçiler, emekçilerin vergisi daha gelirleri ellerine geçmeden kaynağında kesilerek (stopaj) alınıyor. Böylece esnafa sağlanan bu kolaylık aslında işçi sınıfına ve diğer stopajla vergisini ödeyen kesimlere karşı bir haksızlığa dönüşüyor. Bu düzenleme nesnel olarak emekçilerle esnafı karşı karşıya getiriyor.
Servet affı ile kaynağı sorulmadan servetin meşrulaştırılması ise çok ciddi bir etik/ahlaki sorun yaratıyor. “Rüşvet, yolsuzluk, kayıt dışılık, sahte faturalama, hırsızlık gibi yollarla para kazanmanın da ahlaksızlık olmadığı, normal olduğu” algısı giderek yaygınlaşıyor. Hele kazanılan bu paraların bir kısmı vicdan rahatlatan cinsten “hayırlı işlere, vakıflara bağış” olarak aktarıldığında, her iki dünyada da sorumluluktan kurtuluyor neo- muhafazakâr, neo- liberal esnafımız, girişimcimiz. Üstelik halk nezdinde “hayırsever, vatansever insan” unvanını da alabiliyor.
Yani artık hiç kimse, kendi çıkarına hizmet ettiği sürece yaptığı işin ahlaki/etik boyutunu sorgulamak zorunda değil. Bu travmatik durum neo- liberal ideolojinin son dönemde insan doğasında yarattığı en büyük tahribatlardan biri olsa gerek.
Esnafın ödediği vergi çok düşük
Gelelim esnafın ne kadar vergi ödemekte olduğuna. Zira sosyal medyada oldukça ilgi çeken bir haber ve yazı, özelikle de bazı tatil bölgelerdeki restoranların nasıl fahiş fiyatlarla insanları kazıkladığını, buna karşı çıkarak Yunan adalarında üçte bir fiyatına tatil yapılabileceğini öne sürenlerin ise nasıl suçlandığını gözler önüne serdi (http://sosyal.hurriyet.com.tr/yazar/melis-alphan_350/niye-alacatida-kaziklanalim-aptal-miyiz).
Büyük servet sahipleri ile ilgili olarak ayrıca bir değerlendirme yapmaya gerek yok. ‘Panama Belgeleri’ ile 700’e yakın T.C. vatandaşının da bu cennetlerde konuşlandığı ortaya çıktı. Bunlar arasında Koç, Sabancı, Anadolu Grubu gibi Türkiye’nin çok eski, köklü sermaye grupları kadar; Tamince, Çalık ve Cengiz gibi son 15 yıldır palazlanan sermaye grupları da var. Bunların bu cennetlerde tuttukları servetleri tam olarak bilmek mümkün değil ama resmi ağızlara göre 100-135 milyar dolar civarında. Zamanın birinde bir maliye bakanı ‘Varlık Barışı Yasası’nı savunurken yurt dışındaki Türklerin servetlerinin değerinin 200 milyar dolar civarında olduğunu belirtmişti. Geçen yıl ortaya çıkartılan HSBC İsviçre skandalı sayesinde, 3,105 Türk’ün bu bankanın sadece İsviçre kolunda “sırdaş hesap” adı altında tuttukları servetin 3,5 milyar doları bulduğunu görmüştük.
Bu cennetlerde tutulan ve çok büyük bir kısmı kayıt dışı olarak elde edilen bu servetlerin, mevcut Gelir Vergisi Kanunu’na göre % 35’ten, Kurumlar Vergisi Kanunu’na göre % 20’den, Veraset ve İntikal Vergisi Kanunu’na göre % 1-10’dan hesaplansa dahi onlarca milyar liralık bir vergi kaybından söz ediyoruz. Şimdi bu kesime “gel meşru ol” denilerek müthiş bir kıyak yapılıyor. Aslında 2004 yılında “Nereden Buldun” sorgulamasından vazgeçilmesiyle bu noktaya gelineceği bilinmekteydi. Ama dönemin sol liberalleri de dâhil, liberalleri ekonomide serbestleşmenin siyaseti de serbestleştireceğine olan imanlarıyla bu konuyu önemli görmemişlerdi.
Esnafın vergi yükü konusunda ise, kendileri ne kadar sızlanırsa sızlansınlar, vergi istatistikleri farklı şeyler söylüyor. Öncelikle turistik bölgelerdeki restoranların bazıları dahi bir yılda bir asgari ücretliden alınan vergi ve prim kadar bir mali yüke katlanmıyorlar. Bunun için vergi levhalarına bakmak yeterli. Çoğunda çalışanlar kayıt dışı çalışıyor ve buna da sektörün gelişimi için göz yumuluyor. Öyle ki toplamda 2 milyon civarındaki beyanname usulü ile vergi ödeyen gelir vergisi mükellefinin ödediği vergilerin toplam vergi gelirleri içindeki payı sadece % 1. Yani toplanan her 100 liralık verginin sadece 1 lirasını bu kesim ödüyor.
Sayıları 750,000’i bulan taksici, dolmuşçu gibi “basit usule tabi” esnafın ödediği ise sadece binde 1. Yüz binlerce şirketten tahsil edilen kurumlar vergisinin toplam içindeki payı ise sadece % 8. Bunun da % 80’ini en büyük 5,000 şirket ödüyor. Kriz içinde olduğu ileri sürülen turizm sektörü ise vergi ödeme kapasitesinin 85’te 1’ini fiilen ödüyor.
Bunlar ortada iken, Ege Turistik İşletmeler ve Konaklamalar Birliği Başkanının, Yunanlıların aksine biz vatanseveriz çünkü vergi veriyoruz, mealindeki açıklamasının her hangi bir haklılığı kalmıyor (http://sosyal.hurriyet.com.tr/yazar/melis-alphan_350/niye-alacatida-kaziklanalim-aptal-miyiz).
O halde 540 milyar liralık kamu geliri kimlerden tahsil ediliyor? Neredeyse tamamına yakın bir kısmı ÖTV, KDV, ücretlilerden kesilen gelir vergisi, kamu fiyatlandırması, pahalı elektrik, doğal gaz, su vs ile halktan toplanıyor.
Bu gerçekler ortada iken “devlet neden hala kendi vergi gelirini de azaltacak, vergi adaletsizliğini iyice artıracak, vergi bilincinde ve vergi ahlakında ciddi erozyonlara neden olacak vergi aflarına, servet aflarına yöneliyor?”
“Zurnanın zırt dediği yer” tam da burası. Zira bu nokta “sadece sınıfsal bir mesele değil, aynı zamanda bir demokrasi meselesi”. Çünkü yönetenler, egemenler giderek artan bir biçimde, vergilerin yükünü sermaye sınıfının ve aynı zamanda siyasi olarak ittifak içinde oldukları diğer katmanların üstünden alıp, işçi sınıfı ve emekçilerin sırtına yıkıyorlar.
Yani Marx’ın deyimiyle, “vergileme sınıf mücadelesinin gerçekleştiği en önemli alanlardan birini oluşturuyor”. Sermaye sınıfları vergi vermek istemiyorlar; vergi kaçırma, vergi uzlaşmaları, çeşitli vergi muafiyet ve istisnalar, indirimler ve vergi ve servet aflarıyla bunu gerçekleştiriyorlar.
Ancak vergi meselesi aynı zamanda bir demokrasi meselesi. Çünkü halktan toplanan vergiler, artık giderek halkın, istihdam, adil gelir dağılımı, nitelikli ve ücretsiz kamusal eğitim ve sağlık gibi gerçek ihtiyaçlarını karşılamaya dönük kamu harcamaları yerine, başta savaş, militarizm, gericileşme, otoriterleşme için kullanılıyor.
Daha da önemlisi son bir yıldır belirgin bir biçimde, hem aşağıdan hem de yukarıdan olmak üzere bir otoriterleşme hızlıca gerçekleştiriliyor, açık bir diktatörlüğe giden bir rejim kuruluyor. Bu gidişat altında servetler, servet aflarıyla aklanırken, esnafa da hem sus payı olarak, hem de yeni rejimin oluşturulmasında desteğinin sürmesini sağlamak üzere bir kez daha vergi ve prim affı imkânı getiriliyor. Belki de vergileme, tarihimizde ilk bu denli açık bir biçimde politikleştiriliyor.