“Türkiye’de egemen sınıf olarak burjuvazi reel bir ekonomik ve siyasal güç olarak sivil toplum düzeyinde ( siyasal partiler dâhil) kendini yönetici bir hegomonik güç olarak kuramadığı için ve ölçüde devlet iktidarını oluşturan yapılar içinde sınıf egemenliğini garanti altına alacak bir ekstra zor alanına muhtaç.”
ALİ RIZA TURA
“Efendiler…Biz Pan-İslamizm yapmadık, belki yapıyoruz, yapacağız dedik.
Pan-Turanizm yapmadık, yaparız, yapıyoruz dedik, yapacağız dedik…
Bütün dava bundan ibarettir”
Mustafa Kemal (TBMM, 1 Aralık 1921)
Gezi ayaklanmasıyla başlayan ve en son Davutoğlu’nun hükümetten kapı dışarı atılmasıyla yeni bir dönemece ulaşan gelişmeler 2014 referandumu ile tam da doğrulandığı düşünülen bir anlayışı yerle bir etmiş görünüyor: Türkiye de “vesayet” hiç de Genel Kurmay’da cisimleşen atanmışların “seçilmiş siviller” üzerinde oluşturduğu bir yaptırım potansiyelinden, bir “Demokles Kılıcı”ndan ibaret değilmiş meğer!
Vesayet
Türkiye’de bir “vesayet” var. Ama hiç değilse 12 Eylül diktatörlüğü ve sonrasından beri bu vesayet devlet iktidarının bütünü içine yedirilmiş, üstelik TC Devleti’nin burjuva sınıf karakterinin gereği olan bir vesayet: Türkiye’de egemen sınıf olarak burjuvazi reel bir ekonomik ve siyasal güç olarak sivil toplum düzeyinde ( siyasal partiler dâhil) kendini yönetici bir hegomonik güç olarak kuramadığı için ve ölçüde devlet iktidarını oluşturan yapılar içinde sınıf egemenliğini garanti altına alacak bir ekstra zor alanına muhtaç. Anayasal ve yasal sınırlamalardan azade olan bu ekstra güç alanını, “zor kredisini” kritik durumlarda burjuvazinin çıkarları adına ve gerektiğinde var olan reel burjuva güçlere rağmen kuvve’den fiile geçirecek vasilere devretmiş durumda. Dolayısıyla basitçe seçilmiş siviller üzerinde orduda cisimleşmiş bir vesayetin çok ötesinde burjuvazinin yapısal hegomonik zafiyetini telafi etmek üzere anahtarları devletin yasal ve yasadışı kurumlarındaki odaklara “zimmetli” bir vesayet alanından bahsetmek gerekiyor.
Ergenekon operasyonlarından polis, ordu ve Milli Eğitime kadar “paralel devlete” karşı düzenlenen ve AKP’nin de bir bölümünü içine alması kuvvetle muhtemel devlet içi hesaplaşmalar, son tahlilde Erdoğan’ın yaratmadığı, tersine hazır bulduğu bu vesayet alanını ele geçirme savaşları olarak okunmalı. Bu saptama doğruysa Erdoğan’ın “başkanlık sistemine” geçiş olarak yutturmaya çalıştığı Türkiye’ye özgü faşizme geçiş stratejisinin belirleyici hamlesini öncelikle bu alanın kullanımının Saray’ın tekeli altında merkezileştirilmesi oluşturuyor.
Hikmeti hükümet
Bu vesayet alanı kendi söylemsel bütünlüğünde ve pratiklerinde özgül bir çekirdek ideolojiyle yapılaşmıştır: Mithat Sancar’ın “devlet aklı” (Fr.: Raison d’Etat) olarak adlandırdığı, benim eski hikmeti hükümet (ya da devlet) terimini tercih ettiğim bu çekirdek ideoloji kısaca devletin yüksek çıkarı ya da bekası söz konusu olduğunda iktidarın ya da alternatif iktidar odağının (odaklarının) her türlü etik ve yasal kısıtlardan azade olarak harekete geçmesini, “durumdan vazife çıkarmasını” temel alır. Devletin âli çıkarı esastır (kuşkusuz devletin sınıfsal karakterini sorgulamamak da esastır). Bu çekirdek ideolojinin benimsetilmesi için Genel Kurmay’dan MİT’e pek çok kurumda özel eğitimler verildiği su götürmez. Ama esas olarak devletin bürokrasisi özel timlerden çevik kuvvet elemanlarına, MEB personelinden Cumhuriyet Savcılarına kadar bu ideolojiyi gündelik pratiklerinde “kendiliğinden” yeniden üretir zaten: Althusser’in bir yazısının başlığını kaydırırsak “devlet adamlığının kendiliğinden ideolojisi”, “ideolojik pratiğidir” hikmeti hükümet. Kuşkusuz saf halini ancak kritik bölgelerin vali ve kaymakamlarında görebileceğimiz bu çekirdek ideoloji, farklı konjonktürlerde çeşitli siyasal aktörlerin söyleminde başka ideolojilerle eklemlenmiş olarak karşımıza çıkar: Kâh laik cumhuriyetin korunup kollanmasıyla, kâh Türklük davasıyla, kâh “dindar nesiller yaratma” hedefiyle iç içe yeniden harmanlanır.
(Bu yazı Siyaset Gazetesi'nin 31. sayısında yayınlanmıştır
Ama genel olarak ülküleştirilmiş soyut bir boş küme (boş gösteren) bu tasarruf yetkisini meşru göstermenin en yaygın ve kullanışlı gerekçesidir: Kapsamı mevcut durumun gereklerine göre daraltılıp genişletilen “millet”. Gerçi aynı siyasal odak farklı konjonktürlerde birbiriyle uyuşmaz içerikler de kullanabilir; zaman zaman halk, millet, köylü, yoksul köylülük, hatta proletarya ya da Kürt halkı bile olabilir bu boş kümenin geçici misafirleri (bkz. Doğu Perinçek, Yayımlanmamış Toplu Eserler, Devlet Sol İşleri Müdürlüğü Neşriyatı. Tarih: sonradan belirlenecek). Ama pratiği yöneten çekirdek “ideolojiler üstü” ideoloji bakidir: Devletin bekası.
Bu saptamadan çıkarılacak dolaysız bir sonuç şudur: Saray’ın faşizme geçiş stratejisinin öncelikli hedefi “şeriat” ya da “İslam devleti” değildir. Tersinden söylendiğinde Saray/AKP’nin başat söyleminin İslamcılıktan milliyetçiliğe kayması sadece MHP’nin oy tabanının kazanılmasından ibaret değildir; sokak terörü potansiyelleri de dahil “güçlü devlet-tek millet-tek lider” hedefinin ele geçirilmesidir esas olan.
Meclis
Bugün Meclis’i boydan boya ikiye ayırma potansiyelini taşıyan ayrışma CHP’de (devletin kurucu partisi olarak), MHP’de (açıklama gereksiz) ve AKP’de (“yeni devlet”e geçişin partisi olarak) farklı oranlarda kümelenen hikmeti hükümet güçleriyle ezilen sınıf kesim ve halkların temsilcisi olan HDP’nin başını çektiği güçler arasında yaşanacaktır. Tarihsel yapılanışı gereği emekçilerin, Kürtlerin, Alevilerin, kadınların düzen partilerine yedeklenmeksizin doğrudan kendi temsilcileri tarafından temsil edilmesine kapalı olagelmiş olan TBMM’de yoğunlaşan krizin hangi doğrultuda aşılacağı önümüzdeki dönemdeki mücadelelerin hattını belirleyecek önemdedir.