Bu soruya yanıt verebilmek için öncelikle var olan durumu tanımlayalım. Altını çizmeden geçmememiz gereken en önemli nokta, 2008’de görünür olan ve emperyalist ülkelerden başlayıp, bağımlı kapitalist ülkelere doğru yayılan, kapitalizmin yapısal krizi. Bugünlerde de devam etmekte olan bu krizin aşılabilmesi için fatura, her zaman olduğu gibi, ülkeler hiyerarşisinde Türkiye gibi çevre kapitalist ülkelere, sınıfsal düzeyde de başta emek-gücünü satarak yaşamak zorunda olanlara ödettirilmeye çalışılıyor. Bununla birlikte, her iki düzeyde de faturayı ödememek için farklı boyutlarda mücadelelere de tanıklık ediyoruz. Dünya geneline baktığımızda, bu durum karşısında özellikle de sınıfsal düzeyde kaderine razı olmak, sessiz kalmak davranışının egemen olduğunu söyleyemeyiz. Birçok coğrafyada irili ufaklı da olsa krizin faturasını ödemeye karşı çıkışlar yaşandı, yaşanmaya devam ediyor.
Bununla birlikte, krizin başladığı emperyalist ülkelerin başlangıçta kapitalizmin doğasına da uymayan dayanışma denemeleri (merkez bankalarının yaklaşık 12 trilyon dolarlık nakit parayla ortak çabaları, Libya vb. Kuzey Afrika ülkelerine ortak askeri müdahaleler vb.) çözüldü ve aralarındaki çelişkiler gün geçtikçe derinleşiyor. ABD, AB, Çin ve Rusya arasında yaşananlar, Almanya’nın AB içinde yürüttüğü egemenlik mücadelesi, AB ile Rusya arasında yaşanan mücadelenin görünür yüzü haline gelen Ukrayna ve Kırım olayları, arkasından bu sürecin NATO-Rusya çelişkisi olarak tanımlanmasını yaşanmakta olanların görünür örnekleri olarak paylaşabiliriz.
Egemen sınıfın-sermayenin hem ulus ötesi hem de ulusal düzeylerde kendi içindeki çelişkileri de derinleşti ve aralarındaki rekabet zamanla hayatta kalma mücadelesine dönüştü.Bankacılık, enerji ve otomotiv alanları başta olmak üzere, sermaye grupları arasında yaşanmakta olanlar da krizde yok olmama mücadelesinin diğer boyutu olarak ifade edilebilir.Egemenlerin kendi aralarındaki kıyasıya kavgaları sürerken,sınıfa karşı mücadelelerindeki güç birliğini gözden kaçırmak aymazlık olur.
Ancak sınıf da boş durmuyor.Güney Amerika, Avrupa ülkeleri başta olmak üzere, Kuzey Afrika ülkelerinin yanı sıra, Suriye’de Rojava Devrimi başta olmak üzere Orta Doğu ve uzak doğu ülkelerinde yer yer grevleri, yer yer de isyanları anmadan geçmemek gerekir. Son yıllar öncekilerden farklı olarak, sınıfın-‘kendi için sınıf’ olarak olmasa da- yürüttüğü mücadelelerin dünya genelinde yaygınlaştığı ve yoğunlaştığı bir dönem oldu.
Dünyada bunlar olurken, Türkiye’de de yaşananlara paralel gelişmeleri değişik tarihlerde yazmıştık. Özellikle, 18 Haziran 2013 tarihli yazımızda, Gezi Parkı’nda direnişle başlayan ve ülke tarihinde görülmemiş bir yaygınlığa ulaşan Gezi-Haziran İsyanı’nın son bir iki yılla açıklanamayacağını, 24 Ocak kararlarından günümüze yaklaşık 30 yıldır kaybedenlerin, farklı görünüm ve katmanlar olarak da olsa ‘sınıfın’ bir araya gelişi olduğunu belirtmiştik. Söz konusu birlikteliğin ortaya çıkışında Kürt illerindeki “ölümsüzlük-çatışmasızlık” ortamının temel etkenlerden bir tanesi olduğunu da görünür kılmaya çalışmıştık.
Ayrıca, bugünden bakıldığında, galibi olmayan 30 Mart yerel seçimleri öncesinde yaşanan kavganın görünürde Hükümet’in koalisyon ortakları arasında olmakla birlikte,asıl olarak Türkiye’de sermaye grupları arasındaki kıyasıya mücadelenin görüntüsü olduğunu bir defa daha ifade etmeli ve buradan çözümlememizde önemli olacak başka bir saptamaya geçmeliyiz.
Toplumsal yaşantıda bir insanın kendini tanımlayacağı etnik, cinsiyet, cinsel yönelim vb. alt kimlikleri önemsizleştirmeden ve esas olarak da dışındakilerin bunları reddetmesini, baskılamasını engellemenin önemimi vurgulayarak ülkemizin kanayan bir yarasına da değinmek istiyorum. Türkiye’de uzun zamandan beri “Kürt” dendiğinde yalnızca bir etnik kimliğe, alt kimliğe karşılık gelmediğine, inşaat işçisinden fabrikadaki-hastanedeki taşeron işçiyi, fındık-pamuk-üzümdeki mevsimlik işçiden ruhsatsız madenlerdeki işçiyi vb. alanlardaki sınıf kimliğini, yoksul, işsiz, kent yoksulu, öteki vb. kimlikleri de içselleştirdiğini görmeliyiz. Eğer bu durumu dikkate alırsak, 50, 30 yıl öncesinden farklı bir biçimde, konjonktür olarak Kürtler dendiğinde yalnızca etnik kimlik değil, ihmal edilebilir azınlığı çıkartarak, emek-gücünü satmak zorunda olanları, sınıfı anlayabilmeliyiz. Bu durum uzun zamandır böyleydi. Orta vadeli dönemde de böyle devam edecek görünüyor.
Özetlersek, dünya ve Türkiye’de kapitalizmin krizi derinleşerek devam ediyor. Bunun sonucu olarak emperyalistler ve egemen sınıflar arasındaki mücadele de artıyor. Sermayedarlar iç mücadelelerine karşın, emekçi sınıflara yönelik ortak tutum alarak krizin faturasını emek-gücünü satarak yaşamak zorunda olanlara çıkartmaya çalışıyorlar. Günümüzde ve orta vadeli gelecekte, Kürt kimliği yalnızca bir alt kimlik değil, bir üst kimlik olarak emekçi sınıfa, yoksullara denk geliyor.
Bu fotoğraftan sonra hem 2014 hem de 2015 seçimlerini de kapsayacak biçimde sosyalist partiler ve yapılar, Kürt siyasi hareketi, her ikisinden bir grubun ortaklığı olarak HDK-HDP Türkiye’de siyaseti üst yapısal alanlardan(hukuk, demokrasi, laiklik vb.) kurarak, toplumun bütün sınıf ve katmanlarını içeren-hedefleyen değil, son 30 yıldır kaybedenlerin-emekçi sınıfın kayıplarının durdurulup kazanımlara dönüştürülmesini, Berkin’in alamadığı ekmeği geri almayı hedefleyen bir hattı hedeflemeliler. Kaybedenlerin, kayıplarını geri alma, kazanma yürüyüşünü örgütlemeyi önlerine öncelik olarak koymalılar.Buradan kurulacak siyaset, sınıfı ve mücadeleyi konsolide edeceği gibi, yanılsamaları da önleyecektir. 1 Mayıs 2014 bunun başlangıcı için adım atma fırsatını hepimize tanıyor. Kaçırmasak iyi olmaz mı?
Bu yazı Evrensel Gazetesi’nden alıntılanmıştır.