“Devletin eski politikalarından ricat etmek zorunda kalması elbette ki, demokrasiye dönüleceği, yeniden barışın ihdas edileceği anlamına gelmiyor. Tam tersine sönen ateşin dumanının artması gibi, RTE ve devletin konumlarını sağlamlaştırmaya yönelik daha azgın şiddet eylemlerine de tanık olacağız.”
MAHİR SAYIN
Geçtiğimiz ay AKP politikalarında tam bir altüst oluş yaşadı. Önce başbakan rolü oynatılan Davutoğlu “durup dururken” işten çıkarıldı. Hitler merasimlerinde görülen manzaralara benzer biçimde Reis’nin mesajının ayakta dinlendiği AKP kongresi yapılıp artık fiilen Cumhurbaşkanlığı yardımcılığına dönüştürülen başbakanlığa RTE’nin ticari ortağı Binali Yıldırım getirildi. Meselenin özünü Davutoğlu’nun fiili başkanlık rejimine istenen uyumu gösterememesi oluşturmaktaydı. Aslında Davutoğlu, bu fiili duruma geçişte bir “geçiş figürü” olarak hesaplanmış ve belli adımların atılması açısından vadesinin dolmasıyla birlikte de yeri asıl hesaplanan kişiye devredilmiş oldu. Böylece anayasal olmasa da fiilen RTE başkan ya da yeni icadla fiili “Partili Cumhurbaşkanı” konumuna ulaşmış oldu.
Korsan başkanlık sistemi kuruldu
RTE kendisinin daha önceki CB’larına benzemeyeceğini daha ilk başta ilan etmişti. Bu benzememenin ne olduğunu da daha sonra şöyle açıklığa kavuşturdu: şimdi fiili bir başkanlık sistemi var; mesele yasaları bu duruma uydurmaktır. Yasaları değiştirmek elbette parlamentoların hakkıdır. Bu değişiklikler bir başkanlık sistemi lehine de olabilir ve sistemin kendi mantığı açısından gayri hukuki bir durum söz konusu olmaz. Ancak yasalar yerinde dururken birileri yasalara ragmen bir uygulama gerçekleştirirlerse bunun hukuktaki adı yasayı ihlal, yani suçtur. Şu anda CB’nin ilan ettiği durum da fırından ekmek çalma suçu değil, devletin yönetimini yasaya rağmen değiştirmek suçudur. Devlete böyle gayrı yasal biçimde bir başka işleyiş kazandırmaya da her yerde darbe diyorlar. RTE, kuvvetler ayrımının iş yapmalarının önünde engel oluşturduğunu ve kuvvetlerin bir merkezde toplanmasının gerekliliğini CB olmadan önce de ilan etmişti. Şimdi bu darbenin ikinci bir safhasına ulaşmış bulunuyoruz: Bu geçiş döneminde RTE Ahmet Davutoğlu’nu başbakan olarak atadığında Ahmet Davutoğlu da kendisini sahiden başbakan sanarak RTE’nin hesaplarının dışında adımlar atınca Başbakanlığı CB yardımcılığı olarak kabullenecek bir başka birini partinin ve kabinenin başına geçirmeyi gerekli gördü ve en ufak bir direnişle karşılaşmadan “in Ahmet, bin Ali!” dedi ve Binali yaptığı ilk MYK toplantısında durumu şöyle açıklığa kavuşturdu: “Cumhurbaşkanımız bizim liderimiz. Biz Recep Tayyip Erdoğan’ın partisiyiz. Bu hareketin bir lideri var ve bu lider başımızda. Liderimizle yürümek lazım. Fiili durum bu.”… “Bizim misyonumuz bu fiili durumu yasal hale getirmektir.” Grup toplantısında da devamını “Sayın Cumhurbaşkanım. Yolun yolumuz, davan davamız, sevdan sevdamız olacaktır” deyip hükümet programına da “Yeni Anayasa, Başkanlık sistemi de dahil olmak üzere yeni yönetim sistemini de belirleyecek değişiklik, AK Parti hükümeti olarak bizim en öncelikli konularımız arasında yer alacaktır.” diye yazdı.
Böylece RTE’nin CB olduktan hemen sonra ilan ettiği fiili durum yeni kabine şefi, CB yardımcısı tarafından da onaylanmış oldu. Bu durumda artık RTE’nin tek başına ettiği bir laf değil, tüm bir hükümetin birlikte gerçekleştirdikleri bir darbe ile yüz yüzeyiz.
Yargı’da iki darbe birden
RTE bu darbenin yanlış anlaşılmasına imkan vermemek için de iki adım daha attı. Birincisi, MGK toplantısıyla yargının ne karar vereceğine karar veren yeni bir merci yarattı. “MGK’de paralel yapının bir terör örgütü olduğuna karar verdik ve bunu hükümete bildirdik” dedi. Normal hukuk kurallarına göre bir eylemin suç olup olmadığına mahkemeler karar verir ve icra da o karar göre tutum alır. Şimdi icra yargının ne karar vereceğine önce karar veriyor ve sonra da hükümet ve mahkemeler bu karar göre icraata geçecekler demektir. Böylece RTE’nin çok arzuladığı kuvvetler birliğinin gerçekleşmesi konusunda bir adım daha atılmış oldu. Yine bu alınan kararın doğru anlaşılmasını sağlamak üzere de, AYM başkanı hariç diğer yüksek yargı organlarının başkanlarını yanına alıp çay tarlalarında onları arkasında dolandırarak kendisine bağlı olduklarını tüm aleme gösteriyor. Anlamayanlar için de BB yardımcısı Numan Kurtulmuş “yargının başkanlarının CB’ye bağlı olduklarını” ilan ediyor. Bilahare de “bağlı” kelimesini “ilgili” anlamında kullandım diyerek Türkçeye olan katkılarını “ilgili kelimesinin ayrıca “ardında dolanmak”, “ardı sıra gidip alkışlamak” anlamlarına geldiğini açıklayarak devam ettiriyor.
Netice itibariyle RTE kuvvetler birliği konusunda bir yiv daha açmış oldu. Bununla elbette yetinmediler ve geçtiğimiz hafta binlerce hakim ve savcının tayinleri yeniden yapıldı ve hemen ardından da RTE dokunulmazlıklarla ilgili Anayasa değişikliğini onayladı. Sırrı Süreyya Önder, onaylamak için bu tayinlerin yapılmasını beklediğini söylemişti; doğru çıktı. Bundan sonra artık gerekli gördükleri yerlerin tümünde istedikleri kararları verecek hakimler ve savcılar bulunacak.
Bu mesele tek başına bir yargı darbesi olarak kalmamaktadır.
Homojenleştirme, Soykırım ve Askeriye yeniden politikanın içine çekiliyor
RTE 2015 Nisan’ında Harp Akademilerinde yaptığı konuşmasında İttihatçıların gerçekleştirdikleri soykırımları “homojenleştirme” olarak onaylarken, kendisinin de Cemaat tarafından aldatılıp askerlere karşı yanlış bir tutum içine girmesine sebep olduğu özeleştirisini yaparak, iktidara geldiklerinden beri izledikleri askeriyeyi siyasetin dışına itme çizgisinden yeniden siyasetin içine çekme çizgisine geçtiğini gösterdi. Askeriye bütün günahlarından arındırıldı ve daha sonra görüleceği üzere Kürt düşmanlığı ve Kürtlere karşı işlenen cinayetlerin suç ortaklığına girişildi. Aslında bu suç ortaklığı 2014 Ekiminde yapılan MGK toplantısında E. Kürkçü’nün TBMM’de bir soru önergesi biçiminde açıkladığı15 bin kişinin katledilmesini ve yüzbinlerce belki milyonlarca insanın göçertilmesini öngören “Çöktürme Planı” ile gerçekleştirilmişti. Aslında bu “Çöktürme Planı” Harp Akademilerinde sözünü ettiği “dini homojenleştirme”nin “milli homojenleştirme” haline sokulmuş versiyonunu oluşturmaktadır. İktidarı elde tutma sayesinde kendisini üretme yeteneğini kazanan AKP’nin 7 Haziran seçimleriyle birlikte tümden yok oluşunun başlangıç noktasına varması onu, askeriye ile olan ilişkisini daha da pekiştirme ve askeri sadece savaşa değil ülkenin yönetimine de daha fazla ortak etme ihtiyacıyla yüz yüze getirdi. Haziran başında yapılan son MGK toplantısında RTE, “Cemaate karşı mücadelenin milli güvenlik belgesinde yer aldığını” anlatırken, yargıya ait bir kararın MGK’de verilmesiyle, yargıya bir darbe indirildiğinin yanında eski MGK’li günlere geri dönülmüş olduğunu da ilan etmiş.
Bütün bunlar her ne pahasına olursa olsun iktidarda kalmayı garanti etmek adına yapılırken iyi biliniyor ki, müttefiklerinden tecrit olan güç kaybetmek zorundadır. Bu nedenle AKP tasfiye ettiği ittifakların yerine şimdi totaliter ya da faşist bir rejime daha uygun düşecek yeni ittifaklar oluşturmaktadır. Faşist bir rejime doğru ilerlendiğine bir kanıt da son olarak çıkardıkları MİT yasasıyla ortaya konuldu. MİT’le ilgili olarak hazırladıkları silah envanteri yasasına göre MİT aldığı silahları kayda geçirmeyecek. Bunun anlamı faşizmin vazgeçilmez öğelerinden olan müstakbel paramiliter guruplara ve ölüm mangalarına devlet silah temin edecek ve bunların hiç bir yerde kaydı olmayacak demektir.
MGK toplantısı bu kadarla da kalmadı, Kürdistan savaşı ile ilgili olarak sürdürülen katliam politikalarının yenileriyle devam ettirilmesi de kararlaştırıldı. Yeni oluşturulan bir konsepte göre, “Terör Örgütünün yurt içindeki beş önemli karargahı (Kandilcikler diye niteleniyor) imha edilecek ve Bush’un Önleyici Savaş Doktrininden ilham alınarak “Önleyici vuruş” stratejisi”ne geçilecek ve en az 1.5 yıl çözümden söz edilmeyecek imiş! Besbelli ki, Kürdistan şehirlerinde yaptıkları zulmün ortaya koyduğu üzere yoğun bir terör dönemi yaşanacak ve bunun için de AB’nin vize anlaşmasının geçerlilik kazanabilmesi için “terör yasasında değişiklik yapılması” talebi en can sıkıcı teklif olmaktadır. Bu kararlılık aynı zamanda AB ile olan ilişkilerin de belli bir zaman daha askıda kalması hatta kimi AB sözcülerinin ifadelerinde yer aldığı üzere Türkiye’nin “ özel sözleşmeli ülke” statüsüne indirilmesi sözkonusu olabilecektir. AB ile ilişkilerden yakın zamanda pek umutlarının olmadığını da RTE’nin Almanya Federal Meclisi’nin aldığı Ermeni Soykırımı kararı üzerine, “üst akıllardan”, Kanı bozuklardan” bahsederek gerilimi artırmasıyla ortaya koymaktadır.
Dış politikada ricat
RTE Kongo’ya giderken, Putin’i kastederek "Bir pilotun yapmış olduğu hata veya yanlış sebebiyle koskoca Türkiye'yi feda etmesi gerçekten düşündürücüdür." demesi, o zamana kadarki efelenmelerine bakarak tuhaf karşılanabilecek olsa da aslında çok kimseyi şaşırtmadı.
Olayın olduğu günlerde Başbakanın çıkıp, “vurma emrini bizatihi ben verdim” ve daha sonra da RTE’nin “Aynı ihlal bugün yapılsa Türkiye yine bu karşılığı vermek durumundadır” lafları hiç “hata” ihtimali taşımıyordu. Ne var ki, Putin’in “Erdoğan uçuşa yasak bölge istiyordu, buyurun uçuşa yasak bölge” demesinden sonraki gelişmeler RTE’ye bölgede adım atacak yer bırakmadığı gibi, Bütün Suriye ve Irak meselelerinden de dışlandığının resmi oldu. Daha beteri de bütün rica mihnete rağmen ABD’nin Kürtlerle işbirliğini devam ettirmesi oldu ve TC’ye sadece Körfezde İran’ı dengeleyecek güçler arasına katılma şansı tanındı.
Olayın öncesinde Batılı müttefiklerine bir şeyleri dayatmak için Rusya ve Şanghay İşbirliği Örgütü kartını oynayan RTE bölge hegemonyası üretmek amacıyla Rusya'yı açmaza, patronlarını da arkasına almak üzere Rus uçağını düşürdükten sonra kendisini hesaplarının tersine tam bir açmaz içerisinde bulmuş ve arkasına alacağını sandıklarının kendisini kurt kapanına almalarıyla Ortadoğu politikalarının tümüyle dışına itilmiş olduğunu görmüştü.
Obama’nın kendisine artık Suriye politikalarında ABD'nin belirlemelerinin dışında en küçük bir adım atamayacağını ve terör örgütü diyerek üstüne saldırdığı PYD güçlerinin de kendilerinin müttefiki olduğunu beyan ettikten sonra RTE, son olarak da kırmızı çizgi ilan ettikleri Fırat’ın Batı’sına geçişi bizatihi ABD’nin gerçekleştirdiğini, Minbiç’i PYD güçleriyle birlikte kuşatmaya alırken, Rakka’ya da onlarla birlikte yürümesi, on yıldan fazla bir zamandır ki yürüttüğü bölgesel hegemonya politikalarının tümünü gözden geçirmek zorunda olduğu gerçeğini karşısına dikti. Çünkü gördü ki, bu politikalar da ısrar Dimyat'a pirince giderken evdeki bulgurdan da olmak anlamına gelecek.
Rusya’nın uyguladığı ambargonun yarattığı zafiyete şimdiler de bir de ABD-İran ilişkilerinin gelişmesine bağlı olarak Rıza Sarraf meselesi eklenerek RTE’nin burnundaki ikinci halkayı oluşturdu. Sarraf meselesinin 17-25 Aralık soruşturmalarını örtbas edilmesi gibi kolayca bertaraf edilmesi mümkün görünmemektedir. Tam tersine TC devleti muhtelif kurumları ve yetkilileriyle ABD yargısı önünde para yıkama, ABD ambargosunu delme, rüşvet vb konularda suçlanmakta ve ABD’nin elinde güçlü bir kırbaç haline gelmektedir.
Bu durumu idrak etikten sonra “stratejik derinlik” politikalarını mucidiyle birlikte çöpe attı ve ABD’nin verdiği Körfezde Katar ve Suudi Arabistan ile birlikte İran’ı dengeleme politikalarının bir parçası olmayı kabul etti. Ama gördü ki, bunu kabul etmesi de yetmeyecek ve Rusya ile gerilim politikaları devam ettiği müddetçe ciddi ekonomik kayıpların yanında başka önemli siyasal kayıplar da gündeme gelecektir.
ABD’nin Suriyeli Kürtleri en azından bir dönem için müttefik olarak kabul etmesi ve gittikçe güçlenmelerine yol açan askeri ittifakın geliştirilmesi, bir bütün olarak PKK hareketinin de bu ittifak sayesinde ciddi biçimde güçlenebileceği, ABD’nin kendilerini fiilen müttefik olarak kabul etmeyecek olsa bile hayırhah bir tutumun muhatabı kılacağı ve hatta kılmakta olduğu, bunun yanında da (TSK helikopterinin Rusya yapımı bir manpad’le vurulmasının yarattığı telaş ve Rusya’ya karşı yapılan suçlamalar göz önünde bulundurulursa) Rusya’nın PKK’yi dolaylı ya da açık biçimlerde desteklemesi ihtimalinin doğmuş olması ve Kürdistan kentlerine yapılan saldırılarda karşılaşılan direncin şiddetinin yarattığı endişe Erdoğan’ı tüm politikalarını gözden geçirip, Rusya ile ilişkilerini yenileyerek kendisine biraz daha geniş bir harekat alanı açma ihtiyacıyla karşı karşıya bırakmıştır. Hatta yandaş yazarlar (ör. İ. Karagül), Rusya’ya kendisine tehlikenin batıdan geldiği, bunun için Türkiye Rusya ve İran’ın işbirliği yapmak zorunda olduklarını anlatmaya uğraşmaktadırlar. İsrail’le ilişkilerin düzeltilmesi çabalarını, Suudi kralının Mısır’la da ilişkilerin yenilenmesi girişimlerinin izlemesi TC’nin toptan bir stratejik yenilenme peşinde olduğunu gösteriyor.
Aslında bu sadece RTE’nin paçayı kurtarma politikasının sonucu değil, aynı zamanda, başta genelkurmay olmak üzere tüm devlet kurumlarının da, izlenen politikaların Türkiye’yi kendi müttefikleri nazarında da ciddi anlamda itibardan düşürdüğü ve nihayetinde böyle bir gidişatın TC’nin bölünmesine kadar ilerleyebileceği endişesi içerisine sürüklemesinin doğrudan bir sonucudur. RTE’nin bu açıklamayı MGK toplantısının arkasından yapmış olması bunun bütünsel bir devlet politikası olduğunu göstermektedir.
Faşizme yürüyüş
Devletin eski politikalarından ricat etmek zorunda kalması elbette ki, demokrasiye dönüleceği, yeniden barışın ihdas edileceği anlamına gelmiyor. Tam tersine sönen ateşin dumanının artması gibi, RTE ve devletin konumlarını sağlamlaştırmaya yönelik daha azgın şiddet eylemlerine de tanık olacağız. Ancak mesele sadece şiddetin dozunun artmasında değildir. Daha vahimi, faşist bir hareketin yaratılması ve faşist bir devletin kuruluşuna adım adım ilerlenişindedir.
İşçi sınıfı iktidarının bir seçenek olarak ortaya çıktığı 20. Yüzyılda devletin var olan güçlerinin toplumun denetimini sağlayamaz duruma geldiği noktada burjuvazi iktidarını koruyabilmek için toplumun sadece tepeden değil içerden de denetlenmesinin imkanlarını, aynı Bonapartizm’de olduğu gibi siyasal erkin bir kısmını gasp ederken sunan faşist hareketi keşfetti ve mahvedici krizlerini onun sayesinde atlatabildi. Şimdilerde RTE kendi varoluşunu açık diktatörlük dışında bir yolla yürütemeyeceğini görürken, dünyanın ve bölgenin içinde bulunduğu durum burjuvaziye de özel tedbirlerin geliştirilmesinin, devlet otoritesinin artırılmasının zorunluluğunu sürekli hatırlatıyor. Elbette devlet otoritesinin artmasıyla açık bir diktatörlüğün kurulması birbiriyle aynı şeyler değildir.
Devlet otoritesinin artışına sermayenin pek bir diyeceği olmaz. Hele bir de yapısal olarak kriz üretme mekanizması metropollere göre daha hızlı çalışan bir ekonomi olunca, sermaye baskı tedbirlerine hoş geldin der ama kendi ipinin de ciddi biçimde siyasal iktidarın eline geçeceği faşist bir rejimi ancak başa çıkılamayacak olağanüstü koşullarda talep edebilir. Bu açıdan hala bir çelişki mevcuttur ama bu çelişkiden dolayı da sermayenin harekete geçip onu alaşağı etmeye kalkışmasını gerektirecek bir durum yoktur. Onun için çıkarları zedelenmediği müddetçe RTE’nin geliştirdiği şimdilik devlet erkini ve yürütmeyi güçlendiren, baskı ve denetleme kabiliyetini artıran tedbirlere seslerini çıkarmayı gerekil görmüyorlar. Hele “Kiralık işçilik, kıdem tazminatının kaldırılması, emeğin topyekun güvencesizleştirilmesi” gibi hediyeler sunuldukça seslerini bir o kadar daha kısmakta fayda görmektedirler. Sermayenin ancak %8‘ine doğrunda dayanan bir iktidardan kapitalizm adına çok korkmaları için bir neden bulunmamaktadır.
AKP’nin faşizme kolay geçiş imkanları
TC devleti bütün tarihi boyunca otoriter bir yapıya sahip oldu. Devlet her zaman bir içişleri bakanlığı devleti gibiydi. Tek partili dönemde ise otoriter lafının yetersiz kalacağı, dönemin karakteristiği olan faşizmden ilham alan bir totaliter, proto-faşist karakter taşımaktaydı. Faşizmin dünya çapındaki yenilgisi bu totaliter yapının sınırlı bir çoğulculuk ve parlamentarizm doğrultusunda değiştirilmesini zorunlu kıldı. Ama rejim hiçbir zaman çağdaş demokrasi karakterini kazanamadı; ürettiği çıkmazları 60-80-94-97 darbeleriyle askeri ya da yarı askeri rejimler aracılığıyla aşmaya çalıştı. Yapısal bir değişiklik söz konusu olmadığı ve toplumsal çelişkilerin hepsi en güçlü bir biçimde yaşamaya devam ettikleri için rejim bugün de yine aynı açmazla karşı karşıya geldi. ABD’nin bölgesel hesaplarına bağlı olarak yarı askeri rejimden AKP eliyle çıkarken otoriter bir rejimin de temelleri atıldı. Ancak otoriterlik çoğulculuk çerçevesinden hemen zıddını güçlendirdiği için rejim kendisini konsolide etme yolunu yeniden askerin iktidara ortak edilmesi ve totalitarizmin gerçekleştirilmesinde buldu. Totalitarizmin çağdaş kalıbını esas olarak faşizm oluşturmaktadır. Bu günkü iktidar İslam’ın sağladığı total düşünüş, toplumsal ilişki, yaşam tarzı kriterlerini faşizminkiyle iç içe geçirip adım adım faşizmin, İslami renklerin ağırlık taşıdığı Türkiye’ye özgü bir biçimini geliştirmektedir. Elbette bu yürüyüşün başarısı muhtelif iç ve dış faktörlerin karşılıklı etkileşimine bağlıdır. Var olan tüm faktörlerin çarpışmanın üreteceği bileşkenin faşizmden mi demokrasiden mi yana olacağı güçler dengesinin gelişimine bağlı olacaktır.
Osmanlı’ya yağdırılan övgüler sadece bir tarihsel özlem, bölgesel hakimiyet sevdası değil aynı zamanda onun sosyal sisteminde yer alan milleti hakim-e geleneğinin toplumsal norm olarak benimsenmesidir. Osmanlı’da Müslümanlar hakim milleti oluşturur ve diğer dinlerden olanlar da onlara tabi olmak zorundaydılar. Bu ilişkinin kabul edildiği ölçüde toplum “huzur” içinde yaşadı, kabul edilmediğinde de “ihanetler” ortaya çıktı! İşte şimdi de AKP taraftarı olanlar Müslümanları ve dışındakiler de gayrimüslimleri temsil etmektedir ve gayrimüslimler Müslümanların insafına sığınarak yaşamayı kabul ettikleri takdirde toplumsal barıştan paylarına düşeni alırlar; yok değilse ihanet içerisindedirler; aynı Osmanlıya ihanet eden, Rumlar, Ermeniler, Sırplar, Bulgar ve hatta Araplar gibi hain olurlar; bu doğrultudaki faaliyetlerin içinde olanlar da o zaman olduğu gibi Osmanlıyı içten karıştırmak isteyen dış düşmanların/devletlerin ajanları olurlar! Olan biten her şey ne kadar çok tarihteki öncüllerine benziyor. AKP kendine muhalif olan her hareketten tarihe dayanarak bir suç cinsi üretmeyi başardı. Casusluk, hakaret ve en yaygını da terör örgütüne yardım muhalefeti yok etmenin şifrelerini oluşturuyor.
Kriz karşısında çaresizliğe sürüklenen ve kendisinin artık bir şey yapamayacağı konusunda ikna olmuş, mücadele gücünü kaybetmiş insanlar var olan toplumsal bölünme içinde kurtuluşlarını ideolojik olarak yakın düştükleri İslami bir faşizmde bulabilirler. Bu kadar çaresizleşmiş insanların nasıl olup da birden muazzam bir enerjiyle donanabildiklerine şaşmamak gerekir. Göbbels, böcek olan kurdu kastederek “küçük kurda büyük bir canavarın dişi olduğu hissini vermelisiniz!” diyordu. İşte o zaman o küçük kurt kendisinde olmayan gücü, parçası olduğuna inandığı canavarda buluveriyor. Günümüz dünyasında da neoliberalizmin yarattığı örgütsüzlük ve nihilizme batmış, özgürlük adına yapılan her şeyin nihayetinde (Sovyetlerin çöküşünde görüldüğü gibi) boşuna olduğuna inanan insanlar çaresiz bir kurtçuk durumuna sürüklenmişken birden kendilerini faşizm canavarının dişi gibi hissetmeye başlayabiliyorlar. Nitekim, bize iğrenç gelse bile “Erdoğanın g.tünün kılıyım” diyenler işte o muazzam g.tün kılı olarak kendilerini birden yücelmiş hissediyorlar!
Bu nispeten hazır zemin üzerinden koşullar da imkan verdikçe İslam-Türk (Türk-İslam değil) sentezini temel alan faşist bir diktatörlüğün kurulması Türkiye halklarının bilinen klasik faşizme göre iki kat cezalandırılmaları anlamına gelecektir. Birincisi, bildiğimiz klasik faşizmin bütün uygulamalarıyla yüz yüze gelinirken, bir de örnekleri İslam Devleti’nin Suriye ve Irak’ta egemen olduğu alanlarda yarattığı ve diğer İslam şeriatının uygulandığı ülkelerde görülen dinsel denetim ve cezalandırmalarla karşılaşmak kader olacaktır. Faşizm, devlet güçlerinin yanında toplumun kendi içinden zor ve ideolojik hegemonya ile denetlenmesini yaratırken, İslami ideolojinin kuracağı hegemonya da bu denetimi katmerli hale getirecektir.
Demokrasi cephesi bugün daha gerekli ve olanaklı
AKP’nin hem en büyük düşmanı CHP‘nin tek parti dönemi hem de o dönemde olan ne varsa hepsini yönetim ilişkisi olarak sürdürüyor, o devrin tek parti, tek adam iktidarını yeniden ihdas etmeye çalışıyor. Tabi pek yeni bir şey yapması gerekmiyor; “devletin ve milletin bölünmez bütünlüğü, bekası vs” diyor ve karşısındaki HDP dışındaki partilerin bütün muhalefetlerini de kesiyor. Kürt düşmanlığı müthiş bir tutkal. Bu basitçe Kürt düşmanlığı kelimesi ile ifade edilebilecek bir şey değil. Kürt düşmanlığının bütün rakiplerini paralize eden gücü “vatanın milletin, devletin bölünmez bütünlüğü ve ülkenin de şu anda böyle bir tehdit karşısında bulunması”ndan kaynaklanıyor. İşte bu tehlike karşıya dikilince MHP’de CHP de ve bilumum kendini solcu da sanan ulusalcı adlı milliyetçiler “hazır ol”a geçiyorlar ve muhalefet edebilecekleri bir şey bulamıyorlar. Tam tersine dokunulmazlıkların kaldırılmasında görüldüğü gibi elbirliğiyle “devletin ve milletin bölünmez bütünlüğünü” koruyorlar. Koruyorlar ama parti olarak bu işten elde ettikleri bir kar yok. Onlar inşaatta işçi olarak çalışıyorlar müteahhit AKP de inşaatın satışından elde edilen gelire konuyor. Aslında bu taktik o kadarla da kalmıyor, her iki partiyi kendi içinde derin çelişkilere sürükleyip bütünlük içinde davranamaz, enerjisini kendi içinde tüketir hale de düşürüyor. Buradan onların çıkışı yoktur ve her durumda AKP’ye karşı kaybedeceklerdir.
CHP ve ulusalcıların AKP’ye temin ettikleri yakıt bu kadarla da kalmıyor; Bu kesimler hiçbir demokrasi söylemi geliştirmemiş ve tarihleriyle hala övünüyor, onda ilericilik devrimcilik buluyor olmak dolaysıyla da, cumhuriyetle birlikte kendisini dışlanmış bulan ve ancak elliden sonra iktidara ortak haline gelebilen kesimlerin yoğun nefretinin sürmesine neden oluyorlar. Bu kesimin, artık bu eşitsiz ortaklıktan kurtulmuş olarak yaşamaya alışacakken eski korkularının hatırlanması ve dolaysıyla da “bize ettiklerinizi bir daha tekrarlamanıza izin vermeyeceğiz ve ettiklerinizi şimdi biz size çektireceğiz” modunu korumalarını ve bunun için de AKP etrafına en sıkı yapıştırıcıyla bağlanmalarını sağlıyorlar.
Bu olumsuz tablo bir başka açıdan ise çok olumlu bir durum oluşturmaktadır. Yalancı muhalefetleri ortadan kaldırmakta ve onun yerine gerçek bir muhalefetin oluşabilmesinin inşa sahasını temizlemektedir. Bunun içindir ki, bugün bir demokrasi cephesi, faşist gelişme karşısında acil zaruret olarak yükselirken, aynı zamanda en ulaşılabilir koşullarına da kavuşmuş bulunmaktadır.
AKP’nin faşizme doğru ilerleyişine karşı tek başarı ihtimali taşıyan strateji budur ve tüm diğer taktikler ve stratejiler bugün bu amacın gerçekleşmesine katkılı olacak biçimde kendilerini yeniden şekillendirmelidirler. Bu gözetilmeden atılan adımlar ne kadar iktidar zıddı hatta devrimci gibi görünseler de AKP’nin yürüyüşünü durdurmak değil tersine bu yürüyüşte kullanacağı yakıt konumuna sürüklenecektir.
Basel 08.06.16