Kadir Akın yazdı: Kıyamete doğru giderken!
27 Mart 1930’da Almanya’ da Sosyal Demokratlar, kendi öncülüklerinde kurulmuş büyük koalisyonun üyeliğinden çekildiklerinde ve hükümet düştüğünde ne tür bir felaketin kapısını araladıklarını elbette bilemezlerdi! Sonraki birkaç yıl ve ay o kadar hızla geçti ki; o zaman dilimi içerisinde gitgide daralan anayasal ve siyasal hareket, kendi alanının kesin bir diktatörlüğü işaret eden olaylar ve yaptırımlar ile doldurulduğunu göremedi.
1930 yılının Eylül’ün de yapılan seçimlerde Naziler, Reichstag’ da ki (meclis) sayılarını 12 vekilden 107 vekile çıkartacak ardından 1932 Temmuz’unda yapılan seçimlerde bu sayı 230 vekile ulaşacaktı. Alman siyasetinde tehlikeyi gören, Cumhuriyetin ve parlamenter demokrasinin savunulmasını o koşullarda değerlendirecek politik bir güçten de bahsedilemezdi. Önemli bir güç olan Sosyal Demokratlar ise sosyal hakları ve sosyalizmi savunma temel hedefinin yanında bu görevin tali bir görev olduğunu düşünüyorlardı. (Alman Komünist Partisi ise –DKP- bu dönemde %10-15 arası oy alan bir partiydi) 31 Ocak 1933’e gelindiğinde artık yeni şansölye Hitler’di. Yemin töreninden bir gün sonra merkez partisiyle sürdürdüğü ortaklığı sona erdirecek, 1 Şubat’ta Reichstag’ı fesh ederek erken seçim kararı alacaktı. Devlet başkanlığı yetkileriyle donanmış, meşru devlet gücünü arkasına almış, kanun yapma hakkını uhdesine almasını sağlayacak gerekli çoğunluğu elde etmiş ve tüm muhaliflerinden kurtulmuştu.
Türkiye hak ve özgürlüklerin budandığı, demokrasinin asgari standartlarının neredeyse yok edildiği bir sürecin içine gireli epey bir zaman oldu. Parlamenter rejimi ortadan kaldırıp, anayasasızlaştırma hamlesiyle başkanlık rejimi altında açık bir diktatörlüğe geçişe neredeyse ramak kaldı. Basın özgürlüğünü casusluğa, halkın adaletsiz uygulamalara karşı çıkışını kamu güvenliğinin yıkılmasına indirgeyen ve piramidin en tepesinden bu propagandayı sabah akşam ele geçirdiği medya aracılığıyla yapan güç, şimdi suçladıklarına yönelik gerçekleşen saldırıları ve suikastları de meşru kılma noktasına kadar geldi.
Erdoğan, Başkanlık sistemini kendisi ve yakın çevresi için koruyucu bir zırh olarak değerlendiriyor ve Kürt hareketini ezme, toplumun hak arayan bütün kesimlerini sindirme ve totaliter bir rejim oluşturma doğrultusunda emin adımlarla ilerliyor. Bunu yaparken de, Cumhurbaşkanlığı makamını fiilen tek yetkili konuma getirerek her alanda olağanüstü hal yaratma ve uygulamada gerilim politikasından faydalanmaya devam ediyor. Kürt fobisini kaşıyarak ve paralel operasyonları yaparak uzlaştığı ordu dâhil geleneksel iktidar bloklarının rızasını ise şimdilik almış görünüyor. Bütün gelişmiş ülkelerde başkanlık sistemi olduğunu vurgulayan ve bunun propagandasını yapan Erdoğan, Dünyada uygulamada olan 25 başkanlık sisteminden 20’sinin geri bıraktırılmış, totaliter ülkeler olduğu gerçeğini de ustaca gözlerden kaçırıyor.
Son yüzyılı ele alacak olursak, Osmanlının son yıllarından Cumhuriyetin kuruluşuna ve kuruluştan zamanımıza kadar geçen dönemler boyunca mevcut bütün iktidarların Hitlerle arasına bırakın ciddi bir mesafe koymayı, hatta kimilerinin ona sempatiyle yaklaştığını bile söyleyebiliriz. Bunu iddia etmenin bir abartı olacağını hiç sanmıyorum. Dolayısıyla yakın zamanda Tayyip Erdoğan’ın güçlendirilmiş yürütmeye ilişkin hiçbir örtü ve mahcubiyet taşımadan verdiği ama uluslararası alandan gelen tepkiler üzerine yanlış anlaşıldığı açıklamalarının yapıldığı Hitler Almanya’sı örneğinin de, şaşkınlıkla karşılanmasını anlamsız buluyorum. Hitlerin Almanya’da iktidarı ele geçirdiği sürece benzer bir siyasal konjonktür içinde ilerlerken, bu lafın yanlışlıkla edilmediğini kavramak gerekiyor. Çok uzun süredir Erdoğan’ın algı yaratma konusundaki ustalığından bahsederken propaganda da kullandığı yöntem ve taktiklerin, Nazi propaganda bakanı Göbel’sin kullandığı yöntemlere benzediği de sıklıkla dile getiriliyordu. Bu benzetmenin haksız ve yakışıksız olmadığı da artık anlaşılmış olmalı. Geçtiğimiz günlerde TBMM başkanı İsmail Kahraman’ın laiklikle sözlerini de bu bağlamda ele almak ve değerlendirmek yanlış olmayacaktır.
Demokrasi güçleri ne yapıyor?
Sosyalist soldan, demokratlara, solculara ve liberallere kadar hemen herkes bir siyasi gericilik tehlikesinden söz ediyor. Kimisi despotik bir liderlikten, kimisi İslamcı-Türkçü bir diktatörlükten, kimisi de Faşizmden bahsediyor. Toplumsal muhalefetin her öbeği bu gidişten rahatsızlık duyuyor, aranış içinde. Ne var ki, adı ne olursa olsun, nasıl tanımlanırsa tanımlansın bu tehlikeye karşı ciddi bir karşı çıkış, bir araya gelme ve siyasi demokrasi talebi üzerinden meşru direniş hattının yaratılması mümkün olamıyor. Çünkü ortaklaşabilecek politik öznelerin gündemlerindeki öncelikler ve sivrilttikleri aktüalite farklılık arz ediyor. Bu farklı olma hali birbirini kesiyor ve etkisizleştiriyor. Hedef daraltılıp o hedefe yöneltilecek güçler biriktirilemiyor. Geleceğe dair duyulan endişe öne çıkarken buna bağlı bir iradenin ortaya çıkması ve ön alması ise gecikmelere uğruyor.
Erdoğan’ın yine ustaca yarattığı kutuplaşma ve bunun yarattığı gerilimden beslenmesinin önü alınamıyor. Gezi isyanı ve 7 Haziran seçimlerinde aldığı yenilgiden yaralarını iyileştirerek hızla çıkmayı başarması onu daha da fütursuz kıldı. Eline geçirdiği yetkilerle Parlamenter rejime karşı fiili durum yaratarak keyfi bir yönetim kurup, erkler ayrılığını yok ederek benzer sıkışıklıklardan kurtulabileceğini hesaplıyor. Hak ve özgürlükleri ihlal ederken, başlattığı savaşın bir başka eşiği olarak gördüğü dokunulmazlıkların kaldırılması hamlesi ile yasamayı doğrudan yürütmenin tahakkümü altına sokmayı planlıyor. HDP’li vekillerin tutuklanması an meselesi haline gelirken, bütün bu gelişmeler karşısında CHP ise kendi bindiği dalı kesip ağaçtan düşmek üzere. İçindeki “devlet partisi” nin brifingler yoluyla ona seslenişine kulak veriyor, diğer yandan yüzbinlerce CHP’li nin bu tutumdan rahatsız olduğu ve bu tavrı onaylamadığı görülüyor.
Sözünü ettiğimiz yan yana geliş sosyalist solun bir kısmı ve Kürt özgürlük hareketi ile sınırlı kalırsa bunun yaratacağı etkide sınırlı olacaktır. Kürt sorunu ekseni üzerinden demokratik bir direniş hattının batıda yaratılmasının zorluklarının ise yeterince görüldüğü kanaatindeyim. Bütün bu hassas dengeler üzerinden hitap alanı geniş bir birlik belki de epeydir biriken basıncıda arkasına alarak tabandan gelişecek ve bir sinerjiyi açığa çıkartabilecektir. Koşullar çok farklı olsa da gezi isyanının işaret fişeği de böyle değil miydi? CHP tabanına seslenmeyen bir direniş hattının ise yetersizliğini vurgulamaya gerek bile yok.
12 Eylül’e giden süreci unutmayalım!
Kuşkusuz her baskıcı dönem, her diktatörlük ve siyasal gericilik kendi özgün koşulları içinde, kendisinin ihtiyaç duyduğu uygulamalarla ilerler ve yolunu açar. 12 Eylül’ün yapıcılarının daha sonradan “kadayıfın altının kızarması” diye niteledikleri bu süreç henüz hafızalarda olanca canlılığıyla yerini koruyor. Hitlerin iktidar yürüyüşünün kimi önemli eşikleri de çok iyi biliniyor.
80 darbesine giden süreç hemen herkesin gözü önünde cereyan ederken sosyalist solun konumlanışı ve birbiriyle kurduğu ilişkisi, kendisi için yaşamsal tehdit oluşturan bu diktatörlüğü anlamaktan ve buna karşı tedbir almaktan çok uzaktı. Hatta denebilir ki, darbenin ilk aylarında bile durumu kavrama çabası ve aranışı sosyalist sol için bitmiş değildi. Üstelik bugünle kıyaslanmayacak kitlesel bir sol hareketten, sayısı 4 milyona varan sendikalı işçi ve meslek birliklerine üye olan insandan söz etmek mümkündü.
Çok sonraları geliştirilen birleşik cephe taktiği ise, yenilmiş ve neredeyse ezilmiş güçlerin bu azgın siyasi gericiliğe karşı pekte etkili olmayan karşı koyuş çabaları olarak tarihteki yerini aldı. Çünkü geç kalınmıştı ve gelen darbenin ezici gücü, arazi temizliği ve kalıcılığı yeterince öngörülememişti. Tarih bilinci, deney tecrübe ve hafıza demektir. Karşılaşılan zorlukları aşmada geçmiş tecrübelerin yol göstericiliği bu anlamda önemlidir. 12 Eylül bir rejim kriziydi ve bu krizin yarattığı tramplene ayağını vurarak zıplayacak bir toplumsal muhalefetten ve onun kolektif önderliğinden söz etmek olanaklı değildi. 12 Eylül’ün azgın suları geri çekilirken, toplumsal muhalefet güçleri diktatörlüğün sınıf mücadelesinin içine serpiştirdiği irili ufaklı mayınları patlatıp karşı atakla siyaset sahnesine çıkamadılar. Sosyalist solun sahip olduğu güçler bölünmüştü ve her biri birbirine karşı konumlanırken, kendilerinin yarattıkları gündemler içinde kaybolup gitmişlerdi. Toplumsal muhalefet, ortak paydada anlaşarak geniş bir kitle çizgisi üzerinde mutabakat sağlayamadı. Sonuçta üzerinden 35 yılı aşkın bir zaman geçti ve bu günlere uzanan etkisiyle hala 12 Eylül’ü konuşuyoruz. Çünkü 12 Eylül’le hesaplaşma ve bir halk hareketiyle onu geriletip toplumsal alanda yarattığı tahribatların izlerini ortadan kaldırma da başarı sağlanamadı.
Siyasal gericiliğe karşı önce demokrasi!
Şimdi 12 Eylül anayasasının bile gerisine düşen bir siyasi gericilik dalgasıyla yüz yüzeyiz. Demokratik bir ortam sağlanmadan, ifade ve basın özgürlüğünün önündeki engeller kaldırılmadan, çatışmasızlık koşulları yaratılmadan, bu baskıcı ortamda yeni bir anayasa yapılamayacağı ortada değil midir? Bırakalım yeni anayasa yapmayı bu konuda konuşulamayacağı bile belli olmuştur. “Yeni ve katılımcı bir anayasa yapıyoruz” demagojisinin ve bu konuda yaratılan bilgi kirliliğinin sonuçlarını yaygın medyada hemen her gün görmekteyiz. Dolayısıyla artık sınırlandırılmış ve her geçen gün etkisiz kılınmaya devam eden medya vasıtasıyla bu tartışmaya katılmak, oyunun parçası haline de gelmektir.
Yapılacak tek şey; Tayyip Erdoğan’ın “yeni anayasa” söylemiyle gerçekleştirmek istediği başkanlık sistemi denilen açık diktatörlük girişimlerine karşı en geniş kesimlerin vakit geçirmeden birleşmesi, demokrasi talebini, diktatörlüğe karşı parlamenter rejimin savunulması çerçevesinde dillendirmesi ve sağlam bir yan yana gelişi örmesidir.