“Bu suça ortak olmayacağız” metnini imzalayan akademisyenlerden olan ve Mersin Üniversitesi ile ilişiği kesilen Yrd. Doç. Dr. Mustafa Şener Mersin İmece Haber’e konuştu, Sönmez yaşadıkları süreci anlattı.
Barış İçin, sizinde içinde olduğunuz Akademisyenler ’in başlattığı imza kampanyası büyük bir etki yarattı. Bekliyor muydunuz böyle bir etkiyi, neden imza atmaya karar verdiniz?
Doğrusu, bu kadar etkili olmasını beklemiyordum. Muhtemelen Tayyip Erdoğan’ın saldırıları ve hedef göstermesi olmasaydı, toplumsal açıdan bu kadar etki yaratamayacaktı. Fakat öte yandan böylesine büyük bir saldırıyla karşılaşmamız doğru zamanda doğru yere dokunduğumuzu da göstermiş oldu. Tam da, 7 Haziran seçimlerinden sonra çözüm sürecinden vazgeçen siyasi iktidarın Kürt illerinde savaş ve yıkım politikasına yöneldiği bir anda “Durun, biz bu yıkım politikasına karşıyız; şiddetle bu sorun çözülemez, devlet hukuk içinde kalmalıdır, aksi suçtur ve siz suç işleyecekseniz biz buna ortak olmayacağız” dedik. Kürt meselesi konusunda sadece şiddet araçlarının sesinin çıkmasının istendiği bir anda buna “hayır” diyen güçlü bir sesin yükselmesi iktidarı son derece tedirgin etti. Bu sesin akademiden yükselmesi ve hiç de azımsanmayacak sayıda akademisyenin bu sese ortak olması sessizlikte aniden patlayan bir şimşek etkisi yarattı. Bu ses aynı zamanda Kürt illerinden gelen “sesimi duyan yok mu” çığlığına “Batıdan” verilen güçlü bir yanıt oldu. Ve bu yanıt aslında sadece AKP ve Erdoğan’ı değil düzenin eski ve yeni tüm sahiplerini rahatsız etti. Nitekim MHP tümüyle ve CHP de ulusalcı kanadıyla iktidarın savaş politikasına şöyle ya da böyle destek veriyorlardı. Bölgede yükselen yeni savaş konsepti AKP iktidarının “derin devlet”le de hiçbir sorununun kalmadığını, ya da kendi derin devletini çoktan örgütlediğini gözler önüne serdi. Kürtlere karşı “milli mutabakat” yeniden tesis edildi yani. Bizim bildirimiz de burada bir turnusol kâğıdı işlevi görmüş oldu.
Ben kişisel olarak bu bildiriye imza atarken çok da düşünmedim doğrusu. Bir kere zaten genellikle imza kampanyalarını, etkisi çok tartışılır da olsa, demokrasi mücadelesinin bir biçimi olarak görüyorum. Hiçbir sonuç doğurmasa bile tarihe not düşmek, ya da Firavunun ateşini söndürmek üzere gücü yettiğince su taşıyan karınca misali, tarafını belli etmek olarak önemsiyorum. Ama “Bu suça ortak olmayacağız!” bildirisi özel bir önem de taşıyordu elbette. Çünkü 7 Haziran seçimlerinden sonra siyasi iktidar tarafından öne çıkarılan savaş politikası, hem Kürt sorununun çözümünü çıkmaza sokuyor hem de bölgeden hemen her gün gelen ölüm haberleriyle sadece bölgede değil tüm ülkede toplumsal barışı ve demokrasiyi dinamitliyordu. Bu savaşın hiçbir şeyi çözmeyeceği açık olduğu gibi, kadın-erkek, bebek-yaşlı, asker-sivil ölümleri toplumu her geçen gün daha çok zehirliyor, benim de vicdanımı her gün yeniden kanatıyordu. Sabahları haberlere bakmaya korkar olmuştum. Bugün kaç kişi öldü, kaç ilçede sokağa çıkılamıyor, hangi mahalleler bombalanıyor acaba? gibi sorular beyninizi kemirirken normal hayatınıza devam etmeniz mümkün değil zaten. Tabi sol memenizin altındaki cevahirde kararmayan topluiğne başı kadar bir yer kalmışsa! İşte imza metni böyle bir ortamda çıktı ve ben de savaşı durduracak daha etkili bir şey yapamıyorsam en azından tarafım belli olsun dedim.
Mersin İmece Gazetesi'nden Mahmut Sönmez'in yaptığı röportaj şöyle:
Barış İçin, sizinde içinde olduğunuz Akademisyenler ’in başlattığı imza kampanyası büyük bir etki yarattı. Bekliyor muydunuz böyle bir etkiyi, neden imza atmaya karar verdiniz?
Doğrusu, bu kadar etkili olmasını beklemiyordum. Muhtemelen Tayyip Erdoğan’ın saldırıları ve hedef göstermesi olmasaydı, toplumsal açıdan bu kadar etki yaratamayacaktı. Fakat öte yandan böylesine büyük bir saldırıyla karşılaşmamız doğru zamanda doğru yere dokunduğumuzu da göstermiş oldu. Tam da, 7 Haziran seçimlerinden sonra çözüm sürecinden vazgeçen siyasi iktidarın Kürt illerinde savaş ve yıkım politikasına yöneldiği bir anda “Durun, biz bu yıkım politikasına karşıyız; şiddetle bu sorun çözülemez, devlet hukuk içinde kalmalıdır, aksi suçtur ve siz suç işleyecekseniz biz buna ortak olmayacağız” dedik. Kürt meselesi konusunda sadece şiddet araçlarının sesinin çıkmasının istendiği bir anda buna “hayır” diyen güçlü bir sesin yükselmesi iktidarı son derece tedirgin etti. Bu sesin akademiden yükselmesi ve hiç de azımsanmayacak sayıda akademisyenin bu sese ortak olması sessizlikte aniden patlayan bir şimşek etkisi yarattı. Bu ses aynı zamanda Kürt illerinden gelen “sesimi duyan yok mu” çığlığına “Batıdan” verilen güçlü bir yanıt oldu. Ve bu yanıt aslında sadece AKP ve Erdoğan’ı değil düzenin eski ve yeni tüm sahiplerini rahatsız etti. Nitekim MHP tümüyle ve CHP de ulusalcı kanadıyla iktidarın savaş politikasına şöyle ya da böyle destek veriyorlardı. Bölgede yükselen yeni savaş konsepti AKP iktidarının “derin devlet”le de hiçbir sorununun kalmadığını, ya da kendi derin devletini çoktan örgütlediğini gözler önüne serdi. Kürtlere karşı “milli mutabakat” yeniden tesis edildi yani. Bizim bildirimiz de burada bir turnusol kâğıdı işlevi görmüş oldu.
Ben kişisel olarak bu bildiriye imza atarken çok da düşünmedim doğrusu. Bir kere zaten genellikle imza kampanyalarını, etkisi çok tartışılır da olsa, demokrasi mücadelesinin bir biçimi olarak görüyorum. Hiçbir sonuç doğurmasa bile tarihe not düşmek, ya da Firavunun ateşini söndürmek üzere gücü yettiğince su taşıyan karınca misali, tarafını belli etmek olarak önemsiyorum. Ama “Bu suça ortak olmayacağız!” bildirisi özel bir önem de taşıyordu elbette. Çünkü 7 Haziran seçimlerinden sonra siyasi iktidar tarafından öne çıkarılan savaş politikası, hem Kürt sorununun çözümünü çıkmaza sokuyor hem de bölgeden hemen her gün gelen ölüm haberleriyle sadece bölgede değil tüm ülkede toplumsal barışı ve demokrasiyi dinamitliyordu. Bu savaşın hiçbir şeyi çözmeyeceği açık olduğu gibi, kadın-erkek, bebek-yaşlı, asker-sivil ölümleri toplumu her geçen gün daha çok zehirliyor, benim de vicdanımı her gün yeniden kanatıyordu. Sabahları haberlere bakmaya korkar olmuştum. Bugün kaç kişi öldü, kaç ilçede sokağa çıkılamıyor, hangi mahalleler bombalanıyor acaba? gibi sorular beyninizi kemirirken normal hayatınıza devam etmeniz mümkün değil zaten. Tabi sol memenizin altındaki cevahirde kararmayan topluiğne başı kadar bir yer kalmışsa! İşte imza metni böyle bir ortamda çıktı ve ben de savaşı durduracak daha etkili bir şey yapamıyorsam en azından tarafım belli olsun dedim.
Cumhurbaşkanı ve iktidarın yaptığınız bu çıkışa karşı aldığı tavrı ve sonuçlarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bu bildiri tam anlamıyla iktidarın sırlarını döktü ortaya. Tabi aslında herkesin bildiği bir sırdı bu. Yani kralın çıplak olduğunu herkes biliyordu ama bunun kamusal bir alanda dillendirilmesi bu bildiriyle mümkün oldu. Bu yüzden tepkinin bu kadar sert olduğunu düşünüyorum. Bir de, bilemiyorum, “aydın” dediğimiz canlı türünün ya da akademinin demek ki hâlâ bir ağırlığı varmış bu toplumda, bunu gördük. Bilinir, Türkiye’deki demokrasi ve özgürlük mücadelelerinde aydınların hep özel bir yeri olmuştur. Yeni Osmanlılar’dan beri böyledir bu. Cumhuriyet’ten beridir de hep muhalif bir aydın hareketi var olmuştur ve bu hareket belli tarihsel dönemeçlerde hep boyundan büyük işler yapmıştır. Aydın da budur zaten; Sarter’ın deyişiyle, üzerine vazife olmayan işlere karışan ya da boyundan ötesine yeltenen.
Sizin çalışmanızın jüri üyeliğini, karşı imzacı akademisyenlerin yaptığına dair iddialar var. Bu konu hakkında da bilgi verir misiniz?
Normalde jüriyi ilgili yüksekokul müdürü ya da dekan belirler. Jüri üyelerini seçerken de, sonucun olumsuz olmasını garanti altına almak için, üç üyeden ikisini karşı imzacılar (yani bizim barış bildirisine karşı bir kontra bildiri yayınlayan akademisyenler) arasından seçti. Ve elbette sonuç istedikleri gibi oldu; bu iki üye olumsuz rapor yazdı. Diğer gerçekten “tarafsız” jürinin olumlu raporu yetmedi. Fakat şunu da eklemek gerekir ki, rektörlük bu süreçte de hukuku ayaklar altına aldı. Bir kere, ilk jürinin raporlarını kabul etmemesi teamüllere uygun değildi. İkincisi, ikinci jüriyi kendisinin seçmesi yönetmeliklere aykırıydı. Üçüncüsü, ilgili yönetmeliğe göre üç jüri üyesinden birinin ilgili birimden (bu durumda Yasemin’in çalıştığı yüksekokuldan) seçilmesi gerekirken, rektörlük üç üyeyi de kurum dışından belirleyerek bu önetmeliği açıkça çiğnedi. Dördüncüsü, jüri üyeleri de usulsüz davrandı. Aslında önlerine gelen dosyadaki yayınları yeniden puanlama yetkileri yokken (Bu birçok Danıştay kararıyla kesinleşmiştir: Yardımcı doçentlik uzatmasında kurulan jüri, sınav jürisi değildir, makale ve yayınların puanlarını keyfine ya da yayının içeriğine göre değiştiremez. Biçimsel şartların yerine getirilip getirilmediğini kontrol edebilir sadece), keyfe eder biçimde puanları indirdiler, makalelerin üstünü çizdiler. Sonra da adayı yetersiz buldular. Yani baştan sona hukuksuz, yasalara, yönetmeliklere, teamüllere aykırı bir süreç işletildi.
Ülke genelinde diğer akademisyenlerle ilişkileriniz ne boyutta? Başlattığınız kampanya bundan sonra ne gibi çalışmalar yapmayı planlıyor?
Bu bildiriyi imzalayan 1128 kişi (sonradan katılımlarla bu sayı 2212 oldu) arasında birbirini tanıyanlar çok azdı aslında. Barış İçin Akademisyenler adıyla ortak bir tavır geliştirmeye çalışan bir grubun ve bu isimle bir internet sitesinin ortaya çıkışı birkaç yıl öncesine gider gerçi ama imzacıların sayısı ve bileşimi bu grubun çok ötesine geçti. Dolayısıyla imzacılar önceden kendi içlerinde bir iletişim ağına sahip değillerdi. Fakat böylesine büyük bir saldırıya maruz kalınca ister istemez bir dayanışma ihtiyacı doğdu. Hem bu süreçte maruz kalınan hak ihlalleriyle mücadele etmek için, hem de bildirinin yayınlandığı tarihten sonra giderek artan savaş ve yıkım siyasetine daha da güçlü bir şekilde karşı durabilmek için. Böylelikle önceden var olmayan yeni dayanışma ağları kuruldu. Hem akademisyenler arasındaki bilgi akışını hızlandırmak için, hem idari ve adli soruşturmalarda ortak tavır geliştirebilmek için, hem bu süreçte işini kaybedenlerle maddi dayanışmada bulunmak için, hem de barış mücadelesini kaldığı yerden daha da güçlü biçimde devam ettirebilmek için şu anda yoğun bir diyalog ve fikir alışverişi yaşanıyor imzacılar arasında. Yakın gelecekte uluslararası bir Barış Konferansı düzenlenmesi planlanıyor. Diyarbakır, Cizre, Silopi gibi yerlerde barış nöbeti tutulması ve buraların yeniden inşasına elden geldiğince katkıda bulunmak için de çaba gösterilecek. Orta ve uzun vadede de bu ortak girişimlerden yeni bir örgütlenme tarzının doğması umuluyor. Alternatif bir akademinin inşası da tartışılan hedefler arasında.
Başlattığınız imza kampanyası ile birlikte akademi camiasının artıları ve eksileri de bir şekilde ortaya çıktı. Bu eksikleri gidermek ve akademik dönüşümü sağlamak için neler yapılmalı sizce?
Bu soruya somut bir yanıt vermek mümkün değil bence. Çünkü hazır reçeteler pek sonuç vermiyor. Nasıl bir dayanışma ve nasıl bir örgütlülük sorusunun cevabını bu türden mücadeleler içinde yeniden yaratacağız. Bu bildiriden sonra yaşadığımız saldırılar, en basit dayanışma pratiklerimizin bile yeterince gelişkin olmadığını gösterdi örneğin. Ama ihtiyaç vaki olduğunda bunu hızla öğrenebileceğimizi, “ihtiyaç keşiflerin anasıdır” derler ya, şimdi bazı şeyleri yeniden keşfediyor ya da hatırlıyoruz. Bu ülkenin solcuları, demokratları ve aydınları maalesef bugüne kadar neredeyse hiçbir alanda kalıcılığı olan, dosta düşmana karşı göğsümüzü gere gere savunabileceğimiz bir kurumsallaşma yaratamadılar. Haksızlık etmek de istemem, elbette bir mücadeleci, direnişçi aydın geleneği var bu ülkede. Bir İsmail Beşikçi, bir Fikret Başkaya, bir Haluk Gerger varken aksini söylemek insafsızlık olur. Fakat kalıcı bir örgütlülük ve kurumsallaşma (ki bunun illa formel bir biçim kazanması da gerekmiyor; edinilmiş, iş görür pratikler toplamı olarak kurumsallaşmadan söz ediyorum) yaratılamadığı da bir gerçek. Şimdi burada ve bugün en azından bunu yapabilirsek, bizden önce konulmuş tuğlalara yenilerini ekleyerek sağlam bir temel kurabilirsek, barış içinde ve özgür bir ülke ve dünyaya doğru küçücük de olsa bir adım atmış olacağız. Ve evet, bence Barış İçin Akademisyenler bunu fazlasıyla vaat ediyor. Umalım ki meyveler çiçeklerin vaadini de aşsın.
Son olarak imzacı üç akademisyen arkadaşınız tutuklandı ve biri sınır dışı edildi. Bu konu hakkında ne söylemek istersiniz?
13 Mart Ankara katliamı ile birlikte onlarca insanımızı kaybettik maalesef. Aslında bu saldırı da bizim bildirimizin haklılığını bir kez daha ortaya koydu. Kürt sorununda barışçıl çözüme dönülmedikçe acıların artacağını gösterdi. Fakat Tayyip Erdoğan bu saldırıyı da biz akademisyenleri bir kez daha hedef göstermek için bir vesile saydı. Akademisyen, gazeteci ya da avukat gibi meslek erbabının da terör suçundan yargılanması gerektiğini, gerekirse ilgili kanunlarda bu yönde değişiklik yapılması gerektiğini buyurdu. Yazar-çizer insanlarla elinde silah tutanları denkleştirdi. Erdoğan’ın bu sözlerini talimat gibi algılayan yargı da hemen gereğini yerine getirdi ve 15 Mart’ta imzacı arkadaşlarımızdan üçü “terör propagandası” suçlamasıyla tutuklandı. Bir arkadaşımız yurtdışında olduğu için şimdilik ‘kurtuldu.’ Bir başka imzacı sınır dışı edildi. Yine aynı günün gecesinde İstanbul’da pek çok avukatın evi basıldı ve bu insanlar gözaltına alındılar. Ben bu gelişmeleri ülkemizin diktatörlüğe bir adım daha yaklaşması olarak değerlendiriyorum. Tayyip Erdoğan her gelişmeyi kendisi için bir fırsata çevirmeyi başarıyor. Hiç kimse bu tutuklamaların hukuki olduğunu savunamaz. Mesele freni patlamış bir iktidarın ülkeyi her geçen gün büyük bir felakete bir adım daha yaklaştırmasıdır. Ha, bizi soracak olursanız, hâlâ bulunduğumuz yerdeyiz. Yani hâlâ barışın yanındayız, hâlâ Kürt sorununa barışçıl çözümü savunuyoruz, hâlâ şiddet ve savaş politikalarıyla bir yere varılamayacağını düşünüyoruz. İşimizden edildik/ediliyoruz, her an tutuklanma baskısı altında yaşıyoruz. Ama şunu da biliyoruz ki, bu şiddet politikaları tarafından zaten esir edilmiş haldeyiz. Barış gelmeden düşünce ve ifade özgürlüğü başta, hiçbir demokratik hakkın korunamayacağını bizzat yaşayarak öğrendik. Belki röportajı, şuan tutuklu bulunan Boğaziçi Üniversitesi Öğretim Üyesi arkadaşımız Esra Mungan’ın ‘içerden’ yazdıklarıyla bitirmek en uygunu: “Tüm yıldırmalara ve baskılara rağmen barış arzulayan bizler sözümüzün arkasında durmaya devam ediyoruz. Bizler ve barış etrafında kenetlenmiş herkes ve hepimiz, insan haklarına saygılı, kendi hukukuna ve ülkesinin uymakla yükümlü olduğu evrensel hukuk ilkelerine bağlı, tam demokratik, bağımsız, eşitlikten ve özgürlükten yana, kimsenin kimseyi ezmediği, çeşitlilik içinde birlikte yaşamın olduğu bir Türkiye için mücadelemize yılmadan devam edeceğiz.”