Kıbrıs’ın kuzeyinin Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından işgalinin ve bir sömürge idaresinin kurulmasının 40. yılını sürüyoruz. 1974’ten bu yana, özellikle 1983’te Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC) adındaki, Türkiye’den başka hiçbir devletin tanımadığı devletin kuruluşundan beri, Kıbrıs konusunda sayısız müzakere yaşandı. Bir sonuca en yaklaşıldığı an 2004’te Annan Planı adıyla bilinen çifte referandumdu. Kuzey Kıbrıs “evet” dedi, ama Güney “hayır” deyince bu plan da çöktü. Şimdi Kıbrıs’ta Şubat başından itibaren müzakereler yeniden açıldı. Bu müzakereler konusunda bir tutum alabilmek için masanın hangi koşulların etkisi altında yeniden kurulduğunu anlamak gerekiyor.
Türk devletinin ve hık deyicilerinin 40 yıldır Kıbrıs konusunda söylediği kısaca özetlenebilir. Devletin kendi çıkarını gizleme yöntemi “Kıbrıs Türkü”nün can ve mal güvenliğinin korunmasını ileri sürmektir. Bir de Türkiye’nin politik akımları kendi aralarında cebelleşirken söylenen var: Bu, Doğu Akdeniz’de Türkiye’nin güvenliğinin sağlanması ihtiyacıdır. İlkinin bütünüyle uydurma olduğu şuradan bellidir: “Kıbrıs Türkü” denen insanların ezici çoğunluğu bağımsız ve birleşik bir Kıbrıs’ta yaşamak istediğini her fırsatta göstermiştir. Bırakın kendi güvenliklerini kendileri düşünsünler, kendi kararlarını kendileri versinler. Onlar “Kıbrıs Türkü” falan değil, Türk Kıbrıslılardır.
Türkiye devleti Kıbrıs’taki askeri işgalini, kendi askeri çıkarlarının yanı sıra Kıbrıs’ı bir kara para aklama-kumarhane-mafya-kontrgerilla üssü olarak kullanmak amacıyla sürdürmüştür 40 yıl boyunca. Şimdi bunlara yeni bir dürtü ekleniyor: Kıbrıs açıklarında bulunmuş olan doğal gaz. Doğu Akdeniz’in doğal gazı bölgede devletler ve petrol (enerji) şirketleri açısından yeni bir heyecan dalgası yarattı. Ama koşullar herkesi birbiriyle işbirliğine doğru itiyor. Kapitalist çıkarlar birleşince, Kıbrıs’ın da birleşmesi bir olanak haline geliyor! Türk devletinin şimdi Kıbrıs’ta müzakerelerde baş kaygısı, “Kıbrıs Türkü”nün çıkarlarını değil, Turcas benzeri enerji şirketlerinin ve birtakım altyapı müteahhit şirketlerinin çıkarlarını korumak ve geliştirmek. (Kıbrıslı Neos Anthropos-Yeni İnsan Kolektifi’nden Aziz Şah yoldaşımız, bu fikri en erken işlemeye başlayanlardan biridir. Son müzakereleri bu yüzden batmakta olan şirketlerin birleşmesine yönelik pazarlıklara benzetiyor. Gerçek sitesinde son iki yazısına bakılabilir: “Taammüden taksim parolası” ve “Kahrolsun federasyon yaşasın merkezi devlet”.)
İsrail-Türkiye-Kıbrıs üçgeni
Yeni keşfedilmiş Kıbrıs doğal gaz yatakları (kapitalistler en güzel efsaneleri bile paraya çevirmeyi biliyor, bu yataklara Afrodit adını takmışlar!) üzerinde görünürde Türkiye bir yanda, İsrail ile Kıbrıs Cumhuriyeti öte yanda, bir büyük çekişme yürüyor. Ama aslında iki taraf da işbirliği yaptıkları takdirde ikisinin de kârlı çıkacağını biliyor. ABD de iki tarafı işbirliğine itiyor.
İsrail hem Kıbrıs’ın doğal gazının, en ekonomik biçimde, deniz altından Türkiye’de Mersin’e döşenecek boru hatlarıyla işletileceğini gayet iyi biliyor. Çünkü sıvılaştırılmış doğal gaz ihracatı, boru hattı taşımacılığına göre karşılaştırılmaz derecede daha pahalı. Zaten bu yüzden kendi kıyı ötesi doğal gaz yataklarının (İsrail kendi meşrebince bu yataklara yüzyıllardır mutlakiyetçi devletin simgesi haline gelmiş olan Leviathan adını takmış!) boru hatlarıyla Türkiye’ye taşınması için Eylül 2013’ten bu yana İstanbul merkezli Turcas şirketi ile görüşmeler yapıyor. Turcas, cumhuriyetin ilk yıllarında kurulmuş Türk Petrol şirketinin günümüzdeki devamı. Benzin ve gaz istasyonları alanında Shell ile, rafineri alanında Azerbaycan şirketi SOCAR ile ortak. Yönetimi ağırlıklı olarak Türklerden oluşuyor. Ama bir isim dikkat çekiyor: Matthew Bryza adlı Amerikalı, uzun yıllar ABD devletinde görev yaptıktan sonra Turcas’ın ama 2012’de yönetim kuruluna üye yapılmış. Bryza bir aşamada Avrupa ve Avrasya’dan Sorumlu Dışişleri Bakan Yardımcısı. Sonra da Azerbaycan’a büyükelçi olarak tayin ediliyor.
Turcas, İsrail’in Leviathan yataklarından çekilecek gazın Çalık, Zorlu ve Enka ile birlikte deniz altına döşenecek bir boru hattıyla Türkiye’ye taşınması için teklif vermiş bulunuyor. Buna can mı dayanır? Türk devletinin varlık nedeni bu büyük şirketlerin çıkarı değil mi? Türkiye, Yunanistan, Kuzey ve Güney Kıbrıs, Amerika himayesinde, AB’nin de teşviki ile birleşmeye doğru adımlar nasıl atmasın? ABD için bir de iki önemli müttefiki Türkiye ile İsrail arasında buzların erimesi gibi bir ek getiri var. Yeme de yanında yat!
Kıbrıs’ı müzakere masası birleştirebilir yeniden. Ama bu Güney’in cumhurbaşkanı Anastasiadis ile Kuzey’in cumhurbaşkanı Eroğlu’nun oturacağı masa değil. Turcas’ın İsrail ve Kıbrıs devletleriyle oturacağı masa!
Dayak yemiş boksörler
ABD emperyalizminin yanına AB’yi de alarak “Kıbrıs sorunu”nu kendi açısından çözmeye çalışırken 40 yıldır halledemediği esas mesele, Kıbrıs’ın garantörleri Türkiye ve Yunanistan’ın kendi çıkarlarını dayatması ve Kıbrıs’ın güneyinde ve kuzeyindeki yönetimlerin de onların oyununu oynamasıdır. Ama şimdi bambaşka bir konjonktürdeyiz. Üçüncü Büyük Depresyon Yunanistan ve Güney Kıbrıs’ı nakavt etmiştir! Türkiye’de devrilmenin eşiğine gelmiş bir hükümet vardır. Kuzey Kıbrıs ise belediyeleri bile tefecilerin eline düşmüş, kimsenin güvenmediği bir yönetime sahip bir toplumdur.
Türk şovenistleri, “ulusalcılar”, kontrgerillacılar bugün müzakerelerin başlamasından şikâyet ediyorlar. Şikâyetleri her en düşme riski ile karşı karşıya olan Tayyip Erdoğan’ın ABD karşısında Kıbrıs’ı “satma” tehlikesine ilişkin. Bunlar Kıbrıs’ın tapusu sanki kendilerinmiş de satış yapılırsa yüksek fiyata verilmesi gerekirmiş tavrı içindedir daima! Kıbrıs Türkiye’nin tapulu malı değildir. Rum ve Türk Kıbrıslılarındır. “Bu memleket bizim” diye haykıran kitlelerindir. Çekin kirli elinizi Kıbrıs’tan!
Bunların halka söylemedikleri başka bir şey daha var: Bugün Tayyip Erdoğan hükümeti ne kadar zayıfsa Yunan ve Güney Kıbrıs hükümetlerinin de bir o kadar zayıf olduğudur. Yunanistan AB parasıyla yaş��yor, Kıbrıs da. Troyka kesenin ağzını açmadığı gün bu ülkelerin hükümetleri paldır küldür düşerler. Bu yüzden onların da pazarlık gücü son derecede düşüktür. Yani emperyalistlerin açısından bakıldığında “Kıbrıs sorunu”nda çözüm belki de hiç bu kadar yakın olmamıştır.
Bizim “Kıbrıs sorunu”muz
Bölgenin işçileri ve emekçileri açısından bakıldığında müzakereler karşısında takınılacak tavrı belirleyecek olan, önerilen çözümün içeriğidir. Bu içeriğe yaklaşımı ise işçi sınıfı, emekçiler ve ezilen halklar açısından “Kıbrıs sorunu”nun ne anlama geldiği belirleyecektir.
Uluslararası işçi sınıfı ve Doğu Akdeniz’in ezilen halkları açısından “Kıbrıs sorunu” emperyalizmdir, bir de Türkiye ve Yunanistan’ın bölgesel çekişmesinin Kıbrıs halkının sırtından oynanmasıdır. Bir numaralı sorun Britanya’nın elinde tuttuğu, onun özel konumu dolayısıyla hem AB’nin, ama hem de ABD’nin askeri üssü sayılabilecek olan Ağratur ve Dikelya’dır. Bunlara dokunmayan herhangi bir çözüm, emperyalistlerin ve bölgenin burjuva devletlerinin “Kıbrıs sorunu”nu çözebilir, ama tersine bölgenin işçi sınıfının ve ezilen halklarının “Kıbrıs sorunu”nu daha da ciddileştirir. Ezilen halklar açısından emperyalizmin bölgede verdiği her savaşta bu üsler emperyalizme direnenlerin kafasına dayanmış birer silahtır. Ama 2011’den beri Akdeniz bölgesinin bir devrim havzası haline geldiği hatırlanınca, Britanya’nın üsleri aynı zamanda dolaysız olarak bölge proletaryasının başının üstünde bir Demokles kılıcı gibi sallanmaktadır. Kıbrıs birleşince bu üslerin bölge halklarına karşı kullanımına itirazı bir politik koz olarak birbirlerine karşı kullanacak aktör sayısı azalacak olduğundan Ağratur ve Dikelya halklar için daha da büyük bir sorun haline gelecektir. Kıbrıs’ın kendi işçi ve emekçileri açısından da bu üsler baş belasıdır! Bu üslerden düzenlenecek saldırılar her zaman Kıbrıs halkını dış tehditlere açık bir konuma sürükleyecektir.
İşçi sınıfı ve ezilen halklar için “Kıbrıs sorunu” ikinci olarak Türkiye ve Yunanistan’ın Kıbrıs’a karışmasıdır. Yeni müzakereler de aynen eski girişimlerde olduğu gibi, Kıbrıs’ı Türkiye ve Yunanistan’dan sorulacak bir mesele olarak ele alıyor. Pek parlak bir yöntem olarak pazarlanan “çapraz görüşme” yöntemi, aslında tam da belanın devam ettiğinin kanıtıdır. Bilindiği gibi, geçtiğimiz günlerde Güney Kıbrıs temsilcisi Ankara’ya, Kuzey Kıbrıs temsilcisi ise Atina’ya görüşmeler yapmak üzere gitmiştir. Bu, Türkiye ve Yunanistan’ın “garantör ülke” statüsünün baştan kabul edildiğinin kanıtıdır. Oysa bu iki ülkenin garanti ettiği herhangi bir şey varsa, bu yarım yüzyıldan uzun bir süre boyunca Kıbrıs’ın iki halkının birbirlerine düşürülmesi olmuştur! Garantör sistemi terk edilmelidir!
Kuzey Kıbrıs solunun çoğunluğu “aman kapağı AB’ye atalım” telaşı içinde muhtemelen her şeye evet diyecektir. Güney Kıbrıs’ta 2013’te yaşanan büyük ekonomik çöküşün iktidardan süpürdüğü AKEL de bu sefer tavrını değiştirmişe benziyor. Proleter sosyalistleri ve enternasyonalistler, emperyalist üslerin varlığına son vermeyecek ve yarın Kıbrıs’ı yeniden kargaşaya sürükleyecek “garantörlük” sistemini ortadan kaldırmayan hiçbir çözüme evet dememelidir.
Bırakın masayı Kıbrıs halkı kursun! Şayet halkın gerçek temsilcileri kurarsa, o ne güzel bir Akdeniz masası olur kim bilir!