Korkut Akın yazdı: Bakur
“Mühür kimdeyse, Süleyman odur”. Halkımızın geleneksel kabullenişinin yansıması bu söz, ama bazen -ki burada gerçekten belirleyici- egemen erkin, kendi koyduğu kural ve yasaları bile dinlememesini anlatıyor.
“Bakur” filmi, Çayan Demirel ile Ertuğrul Mavioğlu’nun iki yıla dayanan çalışması ile ortaya çıkan bir belgesel. Yapımından çekimine, parasal kaynaklarından -sadece kendi paralarıyla yapmışlar- montajına, hatta gösterimine kadar bağımsız bir sinema örneği. Başarılı bir çalışma.
Kolektif çalışmanın ürünü…
Bakur, önemli bir belgesel… İki temel nedene dayanıyor bu düşüncem… İlki, ilk kez bu denli yakın ve içlerine girerek tanıyoruz “gerilla” denilen insanları (çoğunlukla ana akım medya aracılığıyla kötülendiklerinden olsa gerek); ikincisi de belgesel pek tutulan bir tür değil bizim ülkemizde, yeni kapılar açabileceği için…
Ertuğrul Mavioğlu, bir imkanı değerlendirerek böyle bir film çekimine fırsat yaratınca -daha önce (Dersim) “38” ve “5 Nolu Cezaevi 1980-1984” filmleriyle ödüller alan- Çayan Demirel’le buluşuyor. Hem sinema hem gazetecilik izleri taşıyan bu önemli çalışmada Koray Kesik’in, Ahmet Bawer Aydemir’in, Burak Dal’ın ve Ayşe Çetinbaş’ın katkısı yadsınamaz. Her bir arkadaş sadece kendi işlerini yapmakla yetinmeyip bir de ortak akıl oluşturacak katkıyı sağlamışlar. Daha önce filmlerini izlediğimiz Çayan’ın ustalık döneminin Bakur’la başladığını söyleyebiliriz. Sağlığına kavuştuğunda (geçirdiği kalp spazmının ardından aylarca yoğun bakımda kaldı) daha çok proje var, yapılmayı/çekilmeyi bekleyen… Unutulmaması gereken bir nokta da Ertuğrul Mavioğlu ile dil birliği yakalamış olmaları… bu, başarıyı da taşıyor kuşkusuz.
Kim ne sorumluluk üstlendi?
Gerek çekim mekanları, gerek çekim koşulları, gerekse “gizliliği” dolayısıyla birçok zorluğun üstesinden aynı anda gelmeyi gerektiren bir film Bakur; tam bir bıçak sırtı yani. Sürekli anlatan biri ve/veya birileri izlenirliği azaltırdı, ama hareket ağırlıklı, görüntü merkezli bir film yapmış arkadaşlar olanca içtenlikleriyle. Belli bir güvenin ışığında insan ilişkilerini sağlayan Ertuğrul Mavioğlu’nun projeyi ne denli sahiplendiğinin de göstergesi bir bakıma. Çayan’ın kamerasını koyacağı nokta, çerçevenin büyüklüğü ve filmin ritmini tamamlayan yönetmenlik becerisiyle buluşunca güçlü bir görsel hafıza çıkmış karşımıza. Bu arada, ışığı ustaca değerlendiren -çünkü doğal ışıktan başka imkanları yok ellerinde- Koray Kesik’in usta işi görüntüleri ile temiz ve duru ses kaydını sağlayan Ahmet Bawer Aydemir -dar kadrolu ekibin setteki, Kürtçe bilen en hareketli gücü- ve yüzlerce saat tutan kayıtları ritmini düşürmeden montajlayan Burak Dal ve organizasyon yeteneğiyle filmin sağlıklı bir şekilde üretilmesini ayrıca uluslararası festivallere taşınmasını sağlayan Ayşe Çetinbaş’ı unutmamalıyız…
İkna yoluyla…
Her sette akla gelen/gelmeyen birçok sorun doğar ve hep de en sıkışık zamanlarda çıkar ortaya. Yönetmen şöyle olsun ister, kameraman böyle çekilebileceğini ileri sürer, yapımcı daha farklı bir açıdan bakıyordur, çekilecek kişinin de istekleri vardır muhakkak. Zor iştir film çekmek, ister istemez gün yüzüne çıkan sorunlar nedeniyle sık sık haber olur, hatırlarsınız… Bakur’da sorunların, ortak akıl ve ikna yoluyla çözümlendiği filmin hemen her karesinde gösteriyor kendisini.
“Bakur” ilk kez İstanbul Film Festivali’nde çıkacaktı seyircinin karşısına. Yukarıda da dediğimiz gibi mührü elinde bulunduranlar, kendi koydukları kural ve yasaları yok sayarak, engellediler. Sansür bir şekilde yeniden gösterdi kendisini (hatırlayın, Antalya’da da Reyan Tuvi’nin çektiği Gezi Direnişi konulu “Yer Yüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek” belgeselinin gösterimi de engellenmişti).
Zemini de zamanı da uymuş…
Bakur, çok başarılı bir çalışma. Tamamen tarafsız bir şekilde anlatıyor ne gördüyse. Özellikle silah üzerine gazeteci titizliğiyle ihtimam gösterilmiş, dolayısıyla da ne özendirici bir nokta var ne de yerici. Neyse o.
Teknik anlamda da çok başarılı bulduğum film, yaklaşık dört aylık bir zaman diliminde çekilmiş. “Çözüm Süreci”nde çekilme döneminde, Temmuz-Ekim ayları arasında, adından da anlaşılacağı gibi “Kuzey”deki gerilla kamplarında (belki birkaçında) çalışmış dört kişilik çekirdek film ekibi. Gerillalar filmcilere karışmamış, filmciler de kuşkusuz onlara… Ama gizliliklerine, yapmak istediklerine özen göstermiş her iki taraf da içtenlikle. Işık kullanmaları mümkün olmadığı ve gün batımından sonra kendilerine kaldığı için saatlerce konuşmuş, tartışmışlar. Bu da demektir ki bir kitap da yolda.
Onlar silah, biz kamera…
Görüntü esaslı bir belgesel Bakur. Belli ki çekimler izlendikten sonra montajlanmış, tabii genel bir kurgu var önlerinde. Filmi izlediğiniz zaman, özgüveni yüksek bir topluluk olan bu insanların çok rahat, ama bir o kadar da tedirgin olduğunu, huzurlu ama kaygılı olduklarını görüyorsunuz… hem rahat hem kaygılı… tedirgin ama aynı zamanda huzurlu nasıl olunuyor diye soracaksınız. Bakur’u izleyin nasılına siz karar verin.
“Bizim beğeneceğimiz bir film çekmeyin” dediklerini biliyoruz. Bu, bir yanıyla çekim ekibine güven bir yanıyla da ‘tarafsız olun’ mesajı. Aynı zamanda da müthiş bir merak unsuru (teaser).
Ana yollarda devlet, kırsalda onlar…
Son kırk yıla damgasını vuran bir mücadeleyi sürdürenlerden söz ediyoruz. Bunca özgüvenli olmasalar, bunca kararlı olmasalar sürdürebilirler miydi sorusu gelip takılıyor kafama. Filmde eğitimini bitirenlere kimlik verildiği görülüyor. Demek ki kendi yapılanmalarını oluşturmuşlar. Ana akım medyanın anlattığının tersine silahla, kavgayla, çatışmayla ilgili bir tek hareket bile yok. Belli bir zımni anlaşma da yapılmış: ana yollarda devlet, kırsalda gerillalar yaşıyor. Her iki taraf da o “centilmenlik anlaşması”na uyuyor. Tabii, “masa devrilip” süreç değişince birçok şey farklılaşmıştır. Aynı rahatlık, aynı huzur -her iki taraf için de- yoktur artık.
Erdal Öz’ün “Fareler Cumhuriyeti” adlı bir kitabı vardı… Okuyunca fareleri çok seviyordunuz, öğretilmiş korku ve nefret yok oluveriyordu satırlar arasında. “Bakur”da da devletin bütün organlarıyla ana akım medyanın yaptığı propagandanın ne denli taraflı olduğu, dağlardaki insanların umudunu hiçe saydığını görüyorsunuz. Kuşkusuz barış ve demokrasi talebi geliyor yerine nefretin ve önyargının.
Barış ve demokrasi…
Bizim ülkemizde hep “düşman” olarak gösterildi barış ve demokrasi isteyenler, hala da gösteriliyorlar. İşte, Hrant Dink’in arkasından bir barış güvercini daha Tahir Elçi öldürüldü. Suruç’taki ve Ankara’daki toplu katliamda da aynı amaç vardı.
Barış ve demokrasi talebini çok açık ve net olarak haykıran Bakur belgeseli de izleyiciye ulaşmasın diye engelleniyor.
Bakur’u izlememizi sağlayan Sosyal Dayanışma ve İletişim Derneği’ne (SODİD) de bir teşekkür borcumuz var…
Bakur ne kadar çok izlenir, ne kadar çok insana ulaşırsa barış ve demokrasi isteyenler kazanır.