Halit Elçi yazdı: Uçak krizinin Türkiye’nin iç politikasını doğrudan ve derin biçimde etkilemesini beklemek gerekir. Daha dün 1 Kasım’ın sonuçlarıyla özgüven patlaması yaşayan AKP ve Saray’ın façası derin bir çizik yedi. Ama ülkeyi karanlığa ve bataklığa sürükleyen AKP’nin alaşağı edilmesi için önümüzde uzun ve zahmetli bir mücadele kulvarı var.
Eğer “olağan” zamanlarda olsaydık, daha bir ay önce seçmenlerin yaklaşık yüzde 50’sinin oyunu alan iktidar partisinin en azından birkaç yıl boyunca ciddi bir toplumsal muhalefetle karşılaşmadan, uluslararası meşruiyeti sağlamlaşmış olarak rahatça ülkeyi yönettiğini görebilirdik. Oysa şu son ayda neler yaşandı ve yaşanıyor?
Kürdistan’da halkın özyönetim ilan ettiği ilçeler ve iller teker teker ağır silahlı, tanklı toplu polis ve asker güçleri tarafından kuşatılıyor; 10-15 günü bulan kesintisiz sokağa çıkma yasaklarıyla halk aç, susuz, elektriksiz, dışarıyla iletişimi kesik, yaralısını hastaneye, ölüsünü mezarlığa götüremeden evlerinde hapsediliyor; her bir ilçede onlarca insan (çocuk, kadın, yaşlı, genç) öldürülüyor. Halk ise bu dayanılması güç koşullarda kahramanca direniyor; sonunda militer güçler “Bijî berxwedana Cizre, Silvan, Nusaybin…” sloganları eşliğinde yolcu ediliyor!
İnsani yardım kılıfı altında Suriye’deki IŞİD, Nusra ve diğer cihatçı çetelere silah götürürken deşifre edilip aranan MİT tırlarındaki silahların fotoğraflarını yayımladıkları için, ülkenin saygın gazetecileri Can Dündar ve Erdem Gül, casuslukla ve terör örgütüne yardım etmekle suçlanarak hapse atılıyor.
Diyarbakır Barosu Başkanı, insan hakları savunucusu Tahir Elçi önce bir TV kanalında “PKK terör örgütü değildir, siyasi bir harekettir” dediği için medyada linç kampanyasına uğratılıyor, hakkında terör örgütü propagandası yapmaktan soruşturma açılıyor ve birkaç gün sonra sokak ortasında polisler tarafından öldürülüyor.
AKP’nin yeni Osmanlıcı hezeyanlarıyla Suriye’de boğazına kadar çamura batmış, her türlü pis işe bulaşmış, yenilgi üzerine yenilgiye uğramış Türkiye, bir Rus savaş uçağını düşürüyor. Rusya’nın buna tepkisi ağır oluyor: Türkiye’den turistlerini çekiyor, tarım ürünleri ithalatını fiilen durduruyor, TC yurttaşlarına vize muafiyetini kaldırıyor, sınıra S-400 füzelerini yerleştiriyor, Akdeniz’e savaş ve uçak gemilerini yığıyor… Yetmiyor, Erdoğan ve ailesinin IŞİD petrolünün ticaretini yaptığını iddia ediyor; bu da yetmiyor, uydu görüntülerini yayımlamaya başlıyor.
Hani istikrar gelecekti?
7 Haziran seçimlerine, demokratik ve özgürlükçü bir Türkiye vizyonunu içeren “Yeni Yaşam” perspektifi ve “Seni başkan yaptırmayacağız” sloganıyla giren HDP, barajı darmadağın edip yüzde 13 oy ve 80 milletvekili alarak AKP/Erdoğan iktidarına ağır bir yenilgi yaşatmıştı. Hem de bunu, AKP/Erdoğan’ın gerilimi yükseltme ve kutuplaştırma siyasetinin ürünü olan ağır saldırılar altında yapmıştı.
Erdoğan bu siyasetin ilk adımını Mart ayında diyalog ve müzakere masasını devirerek atmış, daha sonra HDP’yi en ağır ithamlarla suçlayarak, operasyonları arttırarak derinleştirmişti. Yüzlerce HDP binası ve seçim bürosuna, HDP çalışanlarına yönelik saldırılar, bombalamalar, Diyarbakır mitinginde yapılan katliam girişimi bu siyasetin sonucuydu. Ama bütün bunlar HDP’nin seçim başarısını engelleyememişti.
7 Haziran seçim sonuçlarını gören Erdoğan, AKP’nin büyük ortak olduğu bir koalisyonun bile kendisini ve şürekâsını mahkeme önüne çıkmaktan koruyamayacağının, iktidarının sarsılacağının bilinciyle koalisyon kurulmasını engelledi ve 1 Kasım tekrar seçimini dayattı. Daha fazla terör, daha fazla korku, daha fazla kan gerekiyordu, iktidarını koruması ve güçlendirmesi için. Kürt Özgürlük Hareketi’nin sadece Kuzey’de değil tüm Kürdistan parçalarında ve Ortadoğu’da artan gücü, Rojava’da hayata geçmeye başlayan özgürlükçü toplum tasarımı ve kazandığı uluslararası meşruiyet karşısında geleneksel Kürt korkusu depreşen Ordu da, Erdoğan’la bu planın uygulanmasında ortaklaşıyordu.
Diyalog ve müzakere sürecinin sona erdirilmesi, Kürt halk önderi Abdullah Öcalan’ın tecrit edilmesi ve artan askeri/politik saldırılar karşısında KCK, barış için müzakere masasının kurulması halinde derhal çatışmasızlığa dönmeye hazır olduğunu ilan ederek, devletin savaş teklifini kabul etti.
Yaz ortalarında başlayan çatışmalarda yüzlerce sivil, gerilla, asker ve polis öldü. AKP’nin gizli müttefiki IŞİD’ci katiller iktidara hizmetlerini Suruç’ta 33, Ankara’da 102 kişiyi katlederek sundular. AKP/Erdoğan iktidarı savaşta akan kanı, yitip giden canları oya tahvil etmek için hiçbir fırsatı kaçırmadı. Bütün siyasi oyun planlarını daha fazla kan dökülmesine, savaşın yükseltilmesine, gerilimin arttırılmasına ve muhalefeti terör yoluyla sindirmeye göre kurdular. “Biz tek başımıza iktidar olmazsak kaos doğar, istikrarsızlık gelir, ‘beyaz toroslar’ ortaya çıkar” söylemiyle korku yaratmaya çalıştılar. Ve bu gayri ahlaki politikalarıyla sonuç aldılar: 1 Kasım seçimlerinde AKP oylarını yüzde 8 arttırdı. AKP/Erdoğan, “Biz gidersek Kemalistler gelir, din elden gider” korkutmasıyla 7 Haziran’da sandık başına gitmeyen seçmenlerinden; “Kürtlere karşı en sert mücadeleyi biz veriyoruz” diyerek MHP tabanından ve “bizi seçerseniz istikrar gelir, yoksa düzeniniz bozulur” tehdidiyle önceki seçimde HDP’ye kayan orta sınıf ve muhafazakâr Kürt seçmeninden hatırı sayılır miktarda oy çaldılar.
HDP ise 1 Kasım seçimlerine büyük baskılar altında girdi. “Müesses nizam” HDP’nin 7 Haziran’daki büyük başarısını hazmedememişti. Anaakım medya, Saray’ın da baskısıyla HDP’ye tam bir ambargo uyguladı. AKP/Erdoğan ekibi ve medyası beş ay boyunca HDP’ye yönelik tam bir kara propaganda kampanyası yürüttü. AKP’nin harekete geçirdiği faşist paramiliter güçler sadece iki günde, 5-6 Eylül’de 190 HDP binasına saldırdı, Genel Merkez binası polislerin gözetimi altında yakıldı, yüzlerce Kürt yurttaşın işyerleri tahrip edildi. Seçim sürecinde binlerce HDP yönetici, üye ve taraftarı gözaltına alındı, 500’ü tutuklandı. 20’den fazla HDP/DBP’li belediye eşbaşkanı görevden alındı. Suruç ve Ankara katliamlarıyla HDP’li seçmenler terörize edilmek istendi. HDP eşbaşkanları Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ sürekli olarak ölüm tehdidi altında çalışma yürüttü.
İşte bu ağır koşullar altında seçime giren HDP, seçim çalışmalarını en alt düzeyde gerçekleştirebildi. 7 Haziran seçimlerinde yakaladığı geleceğe dönük, pozitif havanın aksine savunmacı bir pozisyona çekildi. Savaşın yükselmesi karşısında doğru biçimde barış dilinde ısrar etmiş olsa da, üzerindeki boğucu baskıyı tersine çevirecek politikalar üretmekte yetersiz kaldı.
Önceki seçime göre HDP’nin oylarındaki yüzde 2,5’luk düşüş elbette önemli bir kayıptır. Üzerinde hep birlikte düşünmemiz ve dersler çıkarmamız gereken bir durumdur. Ama buna karşılık, bütün terör ve kara propaganda kampanyalarına rağmen 5 milyon 150 bin seçmenin HDP’yi seçmekte gösterdiği ısrar ve kararlılık son derece değerlidir. Bu koşullar altında yaklaşık yüzde 11’lik oy oranı ve Meclis’e 59 milletvekili göndermiş olmamız bir başarıdır. Bu, HDP’nin “Yeni Yaşam” perspektifi ve barış politikasının toplumda güçlü bir karşılık bulduğunun göstergesidir.
1 Kasım sonrası
Yeniden kuruluşçu sosyalistler olarak 1 Kasım seçimlerinin hemen ardından yaptığımız değerlendirmelerde şu temel öngörülerde bulunmuştuk:
1. Tayyip Erdoğan ve mutlak liderliği altındaki AKP 1 Kasım’da aldıkları sonuçla, daha da saldırgan bir tarzla kendi otoriter, neoliberal, İslami muhafazakâr rejimlerini inşa sürecini bir anayasayla tamamlamaya yönelecek. Tayyip Erdoğan, 7 Haziran’da önü kesilen “başkanlık/sultanlık” hayalini gerçekleştirmek için yeniden harekete geçecek. Bir olası referandumu kazanmak için MHP tabanına oynamayı ve bunun mantıki sonucu olarak çatışma, gerginlik, kutuplaştırma politikasını sürdürecek.
2. Aldıkları yüzde 49 buçukluk oya, devlet kurumları üzerindeki hakimiyetlerine rağmen AKP/Erdoğan kliği toplumu kolayca yönetemeyecek. Karşılarında demokratik mevzileri, özgürlükleri, laikliği, yaşam tarzlarını savunmaya hazır ve kararlı büyük bir kitle bulacaklar. Kırılgan ekonomik yapı; özgürlük ve demokrasi talep eden örgütsel iradeye kavuşmuş Kürt halkı ile işçi ve emekçilerin, kadınların, gençlerin, Alevilerin ve tüm ezilenlerin direnişi; Suriye ve Ortadoğu’da batağa saplanan, iflas eden yayılmacı dış politika başlıca kriz dinamiklerini oluşturuyor.
1 Kasım’ın üzerinde daha ancak bir ay geçmişken bu öngörüler fazlasıyla doğrulandı.
Tayyip Erdoğan kendi aşırı güveni tazelenmiş olarak muhtarlardan öğretmenlere kadar bulabildiği her kalabalığa başkanlık sisteminin faziletlerini, HDP’nin “hainliklerini”, devletin büyüklüğünü, dört yanımızın nasıl düşmanlarla çevrili olduğunu vb anlatan nutuklar çekiyor.
Tayyip Erdoğan ve memuru Ahmet Davutoğlu artık ne İmralı, ne Kandil, ne de HDP’nin Kürt sorununun çözümü için muhatap alınmayacağını, Kürtler içinde başka muhataplar (her neredeyse onlar!) ile sorunu çözeceklerini, isyankâr Kürtlerin ancak önlerinde diz çökerlerse aflarına mazhar olabileceğini vb hezeyanlarını ortalığa saçıyorlar. Öte yandan Esedullah vb adlarla çeteleşmiş kolluk kuvvetleriyle Kürt il ve ilçelerini kuşatıp özyönetimlerini ilan eden Kürtleri katlediyorlar; Kürt siyasetçilerine ve gençlerine yönelik operasyonlarını hız kesmeden sürdürüyorlar. Diyarbakır Baro Başkanı, insan hakları savunucusu Tahir Elçi önce yandaş medya eliyle politik linçe uğratılıyor, sonra polislerinin kurşunlarıyla öldürülüyor.
Cumhuriyet gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Can Dündar ile Ankara Temsilcisi Erdem Gül, sırf olağan gazetecilik görevlerini yaparak MİT tırlarındaki silahların fotoğraflarını yayımladıkları için tutuklandılar. Hem de casusluk, terör örgütüne yardım gibi akıl almaz suçlamalarla… Erdoğan’ın Dündar ve Gül hakkında daha önce sarf ettiği “Bunun bedelini ağır ödeyecekler” sözünü talimat sayan savcı ve hakimler, artık yasaların değil muktedirlerin emirlerinin geçerli olacağını göstermiş oldu.
Rus uçağı Saray’ın tepesine düştü
Türkiye kapitalizminin ekonomik, teknolojik, askeri gücünü fazlasıyla abartıp, ABD’nin himayesi altında bölgede giriştiği hamleleri kendi başına yaptığı zannına kapılıp yeni Osmanlıcı hayallerin peşine düşen AKP dış politikası en büyük ve yıkıcı yenilgisini Suriye’de alıyor. Bütün hesaplarını Esat rejiminin birkaç ayda yıkılacağı üzerine kuran Türkiye şimdi tam bir iflas halinde olduğunu bile idrakten yoksun. Bunda, Türkiye egemenlerinin kimyasını bozan ağır Kürt fobisinin de önemli bir payı var.
Nicedir ABD Esat rejimini kerhen ve geçici de olsa kabullenmişken, Rojava’da PYD’nin öncülüğünde bölge halkları eşitlikçi ve özgürlükçü bir ortak yaşam kurmaya girişmiş ve uluslararası meşruiyet kazanmışken, Batılı devletlerin daha önce göz yumduğu Türkiye’nin IŞİD’le el altından işbirliği epeydir bir “suç” halini almışken, AKP’nin dış politikası gerçeklere gözlerini kapamayı tercih etmişti. Ama ABD bazı gerçekleri Türkiye’ye sertçe hatırlatıverdi. Ve Türkiye, İncirlik üssüyle birlikte birçok hava üssünü ABD’ye açarak, IŞİD’e yönelik göstermelik de olsa kimi operasyonlar yaparak, Beşar Esat’ın hiç olmazsa 18 ay boyunca yönetimde kalmasını (Viyana Konferansı kararları gereği) kabul ederek adım adım geri çekilmeye başladı. Yine de kuyruğu dik tutmaya çalışıyor, Suriye’deki cihatçı çeteler eliyle denklem içinde kalmaya gayret ediyordu.
Rusya’nın askeri güçleriyle Suriye’deki çatışmaya müdahil olması Türkiye’nin bütün hesaplarını bir kez daha alt üst etti. Yine de hâlâ “büyük devlet” rolünün mutlu sarhoşluğundan kurtulamayan, öte yandan Rusya’nın aldığı inisiyatiften rahatsız olup “Merak etme arkandayız” diye Türkiye’nin sırtını sıvazlayan NATO’nun gazına gelen Türkiye, ağır hesap hatası yaparak bir Rusya savaş uçağını düşürme gafletinde bulundu. Üstüne üstlük nasıl bir kayaya çarptığını, başına neler geleceğini anlayamayıp birkaç gün efelenmeyi sürdürdü. Erdoğan’ın ağzından “Aynı şey bugün olsa yine düşürürüz” diklenmesini duyduk.
Rusya’nın tepkisi hızlı ve sert oldu. İlk elde S-400 füzelerini Lazkiye’ye konuşlandırdı. Yeni uçak ve savaş gemilerini bölgeye yolladı. Böylece sadece Türkiye topraklarının büyük bir bölümünü değil, İsrail’e kadar uzanan bir bölgeyi kontrol altına almış oldu. (Rusya düşürülen uçak olayını bölgeye askeri olarak yerleşmek için bahane olarak kullanıyor. Zaten Rusya’nın asıl derdi Türkiye değil, ABD’ye karşı hamle yapmaktı.) Tabii küresel bir güç olarak Moskova’nın Türkiye’ye de ibretlik bir ders vermesi gerekiyordu. İlk olarak Rus turistlerin gidişini durdurdu ve Türkiye’den tarım ürünleri ithalatını fiilen kesti. Ortak enerji yatırımlarını askıya aldı. Vize muafiyetini kaldırdı vb vb. Ardından da Erdoğan ve ailesinin IŞİD’le petrol ticareti konusunda çarpıcı iddialar ileri sürdü. Belgelerinin de ellerinde olduğunu ilan ettiler.
Rusya’nın Suriye’de Türkiye aleyhine attığı adımlar Ankara’nın elini kolunu bağlıyor. Ne angajman kuralları kaldı ne de bu yolla oluşturduğu kısmi güvenli bölgeler… Türkiye artık Suriye üzerinde ve yakınlarında uçaklarını uçuramıyor. Eğer ABD engel olmazsa, YPG’nin Rusya’nın hava desteğiyle Cerablus’u alması, Kobanê ile Afrin’i birleştirmesi birkaç haftalık bir mesele. Türkiye’nin en hassas olduğu Rojava’ya Rusya’nın desteğini arttıracağı besbelli; hatta doğrudan PKK’yle ilişkilenmesi imkan dahilindedir.
Özetle, Türkiye Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan oldu. Şimdi AKP ve Saray yelkenleri suya indirmiş, Putin’in gönlünü almaya, bu beladan en az hasarla kurtulmaya çalışıyor. Ortada ne efelenme kaldı, ne de “haysiyetli” dış politika…
AKP diktasına karşı en geniş cephe
Rusya ile patlayan krizin çok yönlü sonuçları oldu, olacak. İlk sonuçlarından biri, Türkiye’nin ABD ile Rusya-Çin ekseni arasında daha geniş manevra alanı yaratma hayalleri suya düştü. Ankara, Rusya’nın basıncı karşısında ABD, NATO ve AB’nin “güvenli” kollarına sığınmaya çalışıyor şimdi. AKP/Erdoğan değil ama ABD Türkiye’nin sırtını sıvazlarken böyle bir sonucu bekliyordu muhtemelen.
Uçak krizinin Türkiye’nin iç politikasını da doğrudan ve derin biçimde etkilemesini beklemek gerekir. Daha dün 1 Kasım’ın sonuçlarıyla özgüven patlaması yaşayan AKP ve Saray’ın façası derin bir çizik yedi.
Ama ülkeyi karanlığa ve bataklığa sürükleyen AKP’nin alaşağı edilmesi için önümüzde uzun ve zahmetli bir mücadele kulvarı var. İşçi ve emekçiler, Kürtler, Aleviler, kadınlar ve tüm ezilenler olarak her alanda örgütlenmek ve mücadeleyi yükseltmek zorundayız. HDK ve HDP bu mücadelenin öncü ve motor gücü olarak elimizdeki en büyük olanaktır.
Bununla birlikte bugün çok daha geniş demokratik güçleri kapsayacak bir cephe oluşturmak hem mümkün hem de zorunludur.