Mahir Sayın yazdı: Seçimler, Bölge Konjonktürü, Savaş ve Barış
Konjonktür değişti
Bölge konjonktüründe, bütünüyle değil, ama kısmi bir değişiklik Rusya’nın Suriye iç savaşına karışmasıyla gerçekleşti. Rusya’nın bu müdahalesi elbette bu arada gerçekleşen başka değişikliklerden bağımsız değil. ABD’nin kararlılıkla bölgede kara harekatlarına karışmama kararı, ÖSO güçlerinin eriyip gitmesi, ABD’nin TC ile birlikte eğitip bölgeye salmaya çalıştığı paralı askerlerin gidip IŞİD ya da El Nusra’ya katılması, Barzani’nin Suriye için Peşmerge alternatifini gerçekleştirememesi, IŞİD’in TC’nin bütün çabalarına rağmen Kobane direnişini kıramadığı gibi Tel Abyad’ı kaybetmesi ve Cerablus’u da kaybedebileceği ihtimalinin ortaya çıkması ve nihayetin de ABD’nin PYD’nin kara gücünden yararlanmak zorunluluğu içinde kalması bölgenin güçler ilişkisini ciddi anlamda değişikliğe uğrattı.
Bu değişimin öncesinde bölgede TC’nin desteklediği isyancı güçlerin hakimiyeti sürmekteydi ve Rojava Kürtleri hiçbir yerden destek göremeden kendilerini savunmak zorundaydılar.
Bunun için PKK rivayete göre 2000 nitelikli savaşçısını göndermişti. Elbette başka imkanlarını da Rojava için seferber etmiştir.
Rojava yaşanan büyük çatışmaların içine sürüklendiği tarihlerde A.Öcalan yeni bir barış atağına girişmiş ve Hükümeti Dolmabahçe görüşmelerine kadar sürüklemeye başarmıştı. Bu dönem için birçokları, PKK’nin AKP ile işbirliğine girip RTE’yi başkan yapacağını, ya da boşu boşuna barış için umutlandığını söylemekteydi. Hatta o kadar ki, daha sonra açıkça ifade ettiği üzere Karayılan bu dönemde girilen barış hattının yanlış olduğunu da söyledi. Ancak bunu söylerken bu barış döneminin Özgürlük Hareketine taktiksel açıdan Suriye’de kazandırdığı imkanları ve bunun ürünü olarak dünya çapında ulaşılan meşruiyet düzeyini başka türlü asla yakalayamayacak olduklarını unutmuş görünmektedir.
Aslında PKK, AKP’nin bir oyunundan öteye gitmeyen bu ateşkes dönemine bir anlamda mecburdu. Bütün cephelerde birden savaşmanın pek öyle kolay oylamayacağını onların bizden iyi bildiğine kuşku yoktur. Bu politikanın RTE’ye de yeniden iktidar kazandırdığına da kuşku yoktur. PKK’yi bu politikayı hayata geçirmiş olması dolayısıyla eleştirenlerin çoğunun aklından geçen, PKK savaşa devam etmiş olsa idi AKP iktidarda kalamaz ve bir başka seçenek hayat şansı bulabilirdi. Bu da belki doğrudur. Ama PKK’nin TC devletine karşı gerilla savaşı yürüten, bunu sadece TC devletini yıkıp yerine bir başka şeyi askeri yoldan kurmak için değil, siyaset yapmak, Kürt halkının özgürlüğünü bu yoldan kazanmak olduğu ve dolayısıyla da kendi savaş stratejisini düzen partilerinin hesaplarına göre değil, onların hesapları kendi hesaplarına ne kadar uyarsa öyle şekillendireceğini unutmamak gerekir.
Nitekim öyle olmuş ve diğer düzen partileri ve PKK’nin bir silahlı direniş örgütü olduğunu görmek istemeyen, onu herhangi bir sol örgüt gibi görme arzusunda olanları, işlerine gelmeyen bu hatta verip veriştirmekten kendilerini alamamışlardır.
Barış şartları çıtası yükseldi
RTE HDP’nin siyaset sahnesinde kendi hesaplarını engelleyecek bir güç düzeyine yükselmesini engelleyebilmek ve iktidarını onun baraj altında kalmasıyla garanti etmek yoluna girince müzakere yerini savaş durumuna terk etti. Şimdilerde AKP’nin iktidar oluşunun günahını PKK’nin üzerine yıkma hevesinde olanlar sıkça “PKK’nin çatışmaları tırmandırmasına” verip veriştirmektedirler. PKK, 7 Haziran seçimlerine kadar hükümetin hemen hiçbir provokasyonuna yanıt vermemeye özen göstermiş ve bunun sonucunda da AKP’nin Dolmabahçe mutabakatının inkarı ve Kürt sorununun olmadığı duvarına çarpmak durumunda kalmıştır. Bu noktaya gelinceye kadar savaş durumunu yaratan AKP olmuştur. O zamanlar da bunu inkar eden kimseler yoktu ve sabrından dolayı PKK takdir edilirken, HDP’nin barajı aşmak suretiyle gösterdiği başarının sonucunun AKP’nin tek başına, bırakalım anayasayı değiştirmeyi, hükümet kuramayacak duruma düşmesi PKK’nin muarızların da sevince boğmuştu.
Ne var ki 7 Haziran seçimlerini ardından PKK’nin hükümetin yarattığı savaş durumunu kabul ettiğini gördük. Her şeyi parlamento çerçevesinde düşünen ve bunun için de bütün taktiklerin seçime göre düzenlenmesi gerektiği düşüncesinde olanlar PKK’nin bu tutumundan büyük hüsrana uğradılar. Onun bu tutumun kendilerine karşı gerçekleştirilen bir komplo, AKP ile ortaklaşa yürütülen bir taktik olduğuna karar verdiler.
PKK mücalesinin tümünü parlamenter düzeyde görmeyen, buna karşılık sahip olduğu silahlı gücü sivil siyaset yapabilme koşullarının yaratılması için kullanma stratejisini benimsemiş bir örgüt olarak AKP’nin bu saldırılarını şöyle değerlendirerek, savaşı kabul etmeden, hükümetin tek taraflı bir savaş yürüttüğünü iddia ederek, ancak meşru savunma ve misillemelerde bulunarak çift taraflı bir ateşkes önerisinde bulundu:
“ AKP iktidarı, bizim en nitelikli elemanlarımızı Rojava’ya gönderdiğimiz için savaş kabiliyetini kaybettiğimizi ve yüklendiklerinde bizi dizlerimizin üstüne çökertip kısa zamanda yeniden görüşme masasına dizlerimizin üstünde oturtabileceklerini düşünmektedirler. Böyle bir gelişmenin hazırlığı olarak kimi etkili Kürtlerle görüşmeler yaptıklarını da biliyoruz. Diğer taraftan PKK’nin dünya çapında kazandığı prestiji kaybetme korkusuyla da savaşmaya kalkışamayacağını hesaplamakta ve böyle atıl duruma gelmiş olan PKK’yi bir vuruşta kolayca çökertebileceklerini hesaplıyorlardı. Böyle bir durumu sağladıktan sonra da terörü yenmiş iktidar olarak terörün uzantısı diye ilan ettikleri HDP’nin üzerine çullanacaklar ve onu miting bile yapamaz hale getireceklerdi. Bizim direnişimiz bu hesabı bozmak ve hükümeti yeniden normal koşullara dönmeye zorlamak için olmuştur. Şimdi savaşın HDP’yi değil AKP’yi zayıflattığını görüyoruz. Kürdistan’da bütün partiler silinip gittiler. AKP, HDP meclise girse de girmese de seçim sonrasında da savaşa devam etmeye çalışacaktır. Kendisi için başka kurtuluş yolu görmemektedir.”
Hiç birimizin beklentisi gerçekleşmedi ve AKP kurduğu stratejiyi başarıyla uygulayıp beklediği sonucu fazlasıyla aldı. Bu ana kadar iç ve dış savaş girişimleri esas olarak seçim kazanma amacına yönelikti ve yaratılan savaş atmosferi AKP’nin lehine işleyip sonuca ulaştı. Ama AKP savaş politikalarından vazgeçmeyeceğini ilan etmeye devam ediyor. Suriye politikası Rusya’nın müdahalesiyle birlikte defnedildiyse de, RTE Kürtleri savaş yoluyla dizlerini üstüne çökertme amacından vazgeçmemiş olduğun ilk beyanlarıyla ortaya koydu. PKK’ye silahları göm öyle gel diye barışın şartının teslimiyet olduğunu bir kez daha ilan etti. Şimdi kazandığı başarının verdiği güvenle de bu politikayı daha iyi yürütebileceği umudunu korumaktadır.
Ne var ki, PKK’de artık 2013 Eylül’ünde olduğu gibi bir ateşkes durumuna mecbur konumda değildir. Ortaya çıkan yeni güçler ilişkisi ve çelişkisi çerçevesinde Rojava kendi savaşını başarıyla yürütecek konuma geldiği gibi, TC devletinin müdahalesine de kolay kolay imkan tanımayacak bir durum ortaya çıkmıştır. RTE’nin yıllardır ilan edilmesini istediği uçuşa yasak bölge Türk uçaklarına karşı oluşmuş ve Rus uçakları, RTE’nin korumak istediği Suriye haydutlarını her gün havadan ve Suriye ordusu da karadan bombardımana tabi tutmaktadır. TC uçaklarının sınıra yaklaştırmadığı, yaklaşanı vurup indirdiği, Suriye uçaklarının yerini Rus uçakları alınca, sınıra yaklaşamayan bu kez TC uçakları olmuştur. Rojava özgürlük güçlerinin artık bölgenin tüm halklarından oluşan on binlerle ifade edilen (sırf Rakka’nın kurtarılması için hazırlanan ordu 25.000 kişiden oluşmaktadır) bir savunma gücü oluşturduklarını dünya alem biliyor. RTE ancak bunlara karşı (Tel Abyad ve Kobane’ye) taciz atışları yapıyor ve onların da yakında kendi başına bela açması ihtimali çok yüksektir. Çünkü dün ABD bölgede alternatifsiz bir güç iken yapacağı yardımı, askeri taktikleri canının istediği gibi belirleme şansına ve hakkına sahipti ve Rojava halkının da bunun karşısında diyebileceği çok fazla bir şey yoktu. Ama şimdi Rusların gelişiyle birlikte iki gücün rekabeti Rojava halkına daha serbest bir hareket alanı sağlamaktadır. Nasıl RTE Batıya karşı gidip Putin seçeneğiyle (ne kadar işlediği tartışma götürür) bir oyun alanı yaratmışsa, Rojava için bundan daha reel bir harekat alanı ortaya çıkmış bulunuyor; Rojavalıları kazanmak isteyen rakip güçler diğer tarafın yapabileceklerini göz önünde bulundurarak ilişkilerini ve yardımlarını düzenlemek zorundadırlar. Kısacası ABD 50 ton silah vermişse Rusların da 55 ton vermesi muhtemel hale gelmiştir! Bunu için de TC’nin etekleri tutuşmuş ve ABD’lileri bu silahların PKK’nin eline geçmesi ihtimaline karşı uyarmaktadırlar. ABD sözcüleri ise sanki dalga geçer bir havadadırlar. Onlar silahları Kürtlere değil Araplara verdiklerini, onun için de TC’nin merak etmesini gerektirecek bir durum olmadığını söyleyip geçmişlerdir. Tabi Araplara verildiği söylenen bu silahların Kürtler ve Araplar ve Süryaniler ve Türkmenler tarafından oluşturulan Suriye Demokratik Güçleri’ne verildiğini ve bu 25 bin kişilik ordunun 20.000’inin Kürt olduğunu TC de gayet iyi bilmektedir.
Bu durum karşısında PKK’nin eli kolu iyice serbest hale gelmiş demektir. Dolayısıyla 2013 Eylül’ündeki gibi bütün şartlarını TC devletinin tayin ettiği bir görüşme süreci öne sürülerek ateşkesin ve gerillanın sınır dışına çekilmesinin sağlanması mümkün değildir. Bu kez çıtanın epeyce yükseklerde tutulacağına kuşku yoktur. Zaten seçimin ertesinde KCK “tek taraflı eylemsizlik kararının” bitirildiğini ilan etmiştir.
KCK Yürütme Konseyi'nden yapılan açıklamada,
"Dolmabahçe mutabakatını reddeden AKP seçimden sonra da bir savaş hükümeti olacağını ortaya koymuştur. Kuşkusuz HDP, Türkiye'deki bazı çevreler, yine dış güçler bir çatışmasızlık ortamı istemektedirler. Bu çağrılara her zaman anlam verdik. Çift taraflı bir ateşkese hazır olduğumuzu her zaman ortaya koyduk. Ancak AKP'nin mevcut politikaları ortamında eylemsizliği sürdürmek mümkün olmadığı gibi, bu politikalar ortamında bir çatışmasızlığın sağlanması da mümkün değildir. Yeni bir çatışmasızlığın ancak Türk devletinde Kürt sorunu konusunda bir çözüm iradesi ortaya çıkması ve çözümü hedefleyen müzakereyle sağlanabileceği açıktır. Yoksa bizim tek taraflı irademizle ne çatışmasızlık gerçekleşebilir, ne de Kürt sorununun çözümünde sonuç alınabilir" denildi.
Kürt sorunu, anayasa değişikliği ve savaş
Seçimlerin bitişiyle birlikte Türkiye toplumunun olduğu gibi TC devletinin karşısında dikilen sorunlar da artık bahane kalmadığı için acil çözüm bekler hale geldiler.
Ekonomideki durum aslında yapısal olarak her an derin bir krize sürüklenmeye hazır haldedir. Bu kadar büyük ölçüde borçlanan ve gelişimini ancak yeni sermaye girişleriyle sürdürebilen bir ekonomi, yine aynı nazik yerinden vurulabilecek durumdadır. Yeni sermaye girişi olmadığı takdirde ekonomi de tümden bir yıkım ortaya çıkabilir. Bunun için hükümetin Batıyla çok fazla çatışabilecek imkanları yoktur. RTE’nin Putin’e, “Alın bizi de şu örgüte de bu mesele de bitsin!” dediği Şanghay Ekonomik İşbirliği Örgütü şantajını bugüne kadar kimse yutmamıştır. Çin’den 4 milyar dolarlık füze alma girişimi de RTE’nin elinde pimi çekilmiş bomba gibi kalıvermiştir. RTE ya dünya kapitalizmini ya da Türkiye kapitalizmini veya her ikisini birden tanımıyor. Veya kendisini cin cümle alemi de enayi yerine koyuyor. Yaptığım yanıma kar kalır sanıyor. Güney Kürdistan’da Türk subaylarının başına çuvalı kimin geçirdiğini, Ergenekon’un başına gelenlerin nereden geldiğini bir kere daha incelese iyi ederdi. Herhalde bu işi de kendisinin becerdiğini sanmıyordur.
Barış ve Anayasa asıl acil iki önemli meseleyi oluşturmaktadır. Barış şiddetlenecek olan savaşın zorunlu olarak yükselteceği talep iken Anayasa meselesi de RTE’nin vazgeçmediği başkanlık sistemi arzularının sonucu olarak alevlenecektir. Barış meselesinin alevleneceğinin haberi iki taraflı olarak geldi. RTE saldırıların devam edeceğini ilan ederken, KCK’de “tek taraflı eylemsizlik kararının” kaldırıldığını ilan etti. Yani artık misillemelerden ve savunmadan oluşan HPG yanıtları yerini giderek tırmanan karşı ataklara bırakacak demektir.
AKP bu durumu değiştirmek için kısa vadede herhangi bir girişimde bulunmayacak görünmektedir. Sadece zevahiri kurtarmak babından koşulları yerine gelmeyecek barış beyanatlarında bulunmakla yetinecek buna mukabil kamu güvenliğini sağlıyoruz diyerek Kürdistanı yine kan deryasına boğacaktır.
AKP anayasa değişikliği yoluyla başkanlık sisteminde ısrar edecek görünüyor. İlk beyanatlar hemen bunun üzerine oldu. Ne var ki, halk oylamasına sunulacak bir anayasa değişikliği için 330 oy ancak diğer partilerden alınabilir. Bunun için de hesaba katabilecekleri tek kaynak MHP olacaktır. HDP’yi kazanmak gibi bir politikaya yanaşmaları hemen hemen imkansızdır zira, anayasaya geçecek en ufak bir kolektif hakkın geri alınması, inkar edilmesi daha önceki oyalama politikalarına benzemez. O nedenle de Anayasaya gidecek bir Kürt kolektif hakkı üzerinde pazarlığa yanaşmayacaklarını şimdiye kadarki tutumlarıyla ortaya koydular. Hele bölge konjonktürünün muazzam ölçüde Kürtlerin lehine değişmiş olması Dolmabahçe protokolüne girmiş olan yuvarlak formülasyonlarla idare edilmesine imkan da vermez.
O zaman AKP için eksiklerin tamamlanacağı kaynak MHP’den başkası olamayacaktır. Bu eksiği tamamlamak için de MHP’lileri tatmin edecek bir şoven politikanın sürdürülmesi Anayasayı kabul ettirme planın parçası olmak zorunda olur. Bu çerçevede savaş AKP açısından iki temel gerekçeyi de karşılayan bir araç olarak kutsanmaya devam edecektir. Hele savaş aracılığıyla seçimi kazanmış olmanın verdiği güven bu aracın daha çekincesiz bir biçimde kullanılmasına yol açacaktır. Böyle bir yola girileceğini aslında RTE ve onun sözcüleri 10 Ekim Ankara katliamını tam tamına seçimleri kazanma amacına yönelik olarak kendilerinin yaptığını ortaya koyan ve 1 Kasım seçimlerini uluslar arası bir komploya karşı “bu ülkeden başka vatan yok” şiarıyla bir “haçlı saldırısına ve vatan hainlerine karşı savaşa” dönüştürmeyi amaçladıklarını “Türkiye teyakkuza geçmelidir” başlığı altında apaçık ortaya koymaktadır:
“Dünkü saldırı, bir örgütün kabiliyetinin çok ötesinde. Örgütler koalisyonunun da ötesinde. Bu bir çokuluslu servistir. Sadece tetiği çekene, bombayı patlatana odaklanmak körlüğe neden olacaktır.
“Eğer çokuluslu bir proje ile Ankara'ya terör üzerinden mesaj veriliyorsa, Türkiye'nin başkentini vuruluyorsa, bu ülkenin teyakkuza geçmesi, tedbirlerini normalin ötesine taşıması, bir adım sonrasında nelerle yüzleşebileceğini öngörmesi gerekir.
“Devlet aklı kadar toplumsal hafızanın da diri tutulması gerekir. Radikal önlemler almak gerekir. Olağanüstü şartlara hazırlanmak gerekir.
“Bize bu ülkeden başka vatan yok, olmayacak da. Son sığınağı korumak ömür borcudur.
Bu ülke namusumuz, kimliğimiz ve kişiliğimizdir. Bize bir daha Balkanlarda yaşadıklarımızı, Kafkaslarda yaşadıklarımızı, geniş Ortadoğu coğrafyasında yaşadıklarımızı yaşatamayacaksınız.
“Acımasızca direneceğiz. Acımasız direniş kavramını bayraklaştıracağız.
Kenetleneceğiz..
“Her şeye rağmen, alçakların dışında kalanlar olarak omuz omuza yürüyeceğiz
“Asla pes etmeyeceğiz
“Asla korkmayacak, diz çökmeyeceğiz.”
RTE’nin medya prenslerinden Yeni Şafak gnl yayın yönetmeni İ. Karagül, Y.Şafak, 11 Ekim 2015)
Tam anlamıyla bir savaş davulu çalıyorlar ve apaçık bir varoluş yok oluş savaşı ilan etmektedirler. Kendi içinde kemikleştirilen yandaşlara savaşa hazır olun mesajı verilmektedir. Yasal basında bu kadar açık yazılanların içerde işleyen propaganda da ne hallere büründüğünü tahmin etmek zor değildir. Bu konuda “Geziciler camide içki içtiler, gelinimizin üstüne işeyip, linç ettiler, elimizdeki videoları halk infiale gelmesin diye yayınlamıyoruz (aslında bu nefreti körüklemek için hayal gücünün kullanılmasını sağlayan bir yalandır) örnekleri şimdi nelerin söylenmekte olduğu konusunda fikir verebilir. Bu konuda daha önceden yapılan yayın ve alınan tutumlarla bir çok kişi RTE’nin seçimleri kazanmak için bir savaş çıkaracağı tahminlerinde bulunmuş, savaş çıkmamış olsa da böyle bir durumun eşiğine gelindiği atmosferi Türkiye’ye hakim olmuştur. RTE’nin bu işi ciddi ciddi düşünmekte olduğunun herkesin için kanıtlayıcı mahiyetteki adımları da, Kürt halkına ve PKK’ye karşı savaşın tırmandırılması, sınırlarda yarattıkları provokasyonların yanın da tedbir olarak oğlunu bile İtalyaya göndermesi olmuştur. Kurgulanan bu senaryoya şimdi kamu güvenliğinin sağlanması gereçkçesiyle birlikte başkanlık sistemi için gerekli anayasa değişikliğinin yapılmasının gerekleri eklenmiş bulunuyor.
KCK’nin yaptığı açıklamayla eylemsizlik durumuna son verdiğini ilan etmesi de artık bu yoldan dönüşün imkanlarının tükenmesi ve yoğunlaşmış bir savaşın başlaması için savaşın günahını karşı tarafa yükleyebilmek amacıyla kimi taktik hesapların yerine getirilmesine kalmış bulunuyor.
7 Haziran seçimleri öncesinde AKP’nin bir açık diktatörlüğü, topyekun bir savaşı adım adım kurguladığını ve buna karşı da topyekun bir savunma girişiminin geliştirilmesi gerektiğini ifade etmiştik. Bu gereklilik gün be gün daha acil hale gelmekte olduğunu 1 Kasım seçim sonuçları bir kez daha reddedilemez bir biçimde önümüze koymuş bulunmaktadır. Bölgesel konjonktür aslında RTE’nin yaptığı bu hesapların aleyhine ve bizim güçlü bir direnişle bu gelişmeyi engelleyebilmemizin lehine bulunmaktadır. Bakalım ‘ne olacak’ rehavetine kapılmadan hızla demokratik direniş cephesinin örülmesi en aktüel görevimizi oluşturmaktadır.