Nejat Ağırnaslı’nın anısına…
Barış İçin Kadın Girişimi olarak evini, toprağını, kendinden olanları savunmak için Kobanê’de süren savaşı gözlemlemek, neler yaşandığını anlamak, sınır hakkında söylenenleri görebilmek için Suruç’a üç otobüs dolusu kadın hep birlikte gittik. Otobüsteki kadınlar olarak hepimiz birbirimizden olabildiğince farklıydık. Ne dünya görüşümüz, ne siyasetimiz, ne yaşımız ne başımız birbirinin aynıydı. Ama buna rağmen Türkiye’de bir barış süreci varsa, bu sürecin savaşı sınırın güneyine taşırarak devam edemeyeceğini bildiğimizden gittik. Barış eğer iki taraflı bir olguysa, her iki tarafın da görüşlerinin dikkate alınması gerektiğini bildiğimizden gittik. Barış böyle olmaz, bayram böyle olmaz demek için gittik.
Suruç’un Bethê köyünde geçirdiğim iki gün ve iki gece hayatımda zamanın, normalliğin, nefes almanın hatta durduğu iki gün oldu. 4 Ekim akşamüstü vardık. Hava kararmıştı. Köy meydanında kalabalık bir grup olarak şimdi başından yara almış olarak Urfa’da bir hastanede yatan Semra’nın köyde yaşam hakkındaki bize verdiği bilgileri dinlerken savaş çok uzaktı. Nerde yatacağız, sabah nerde kahvaltı yenecek, hangi evlere girilir, hangilerine girilmez gibi gayet gündelik bilgilerdi bunlar. Köyde oturan aileler vardı ve onların bazıları gelen misafirler (!) için evlerini açmışlardı. İstanbul’dan nerdeyse 300 kişi, Bitlis ve Yüksekova’dan gelenler bu köydeydik. Başka yerlerden gelenler başka köylerde. Okulun bahçesinde de yatabilirsiniz derken Semra, birden bir ses geldi. Işid’in havan topu dediler. Ama hala uzak. Taa ki köyde yürüyüp evlerin bittiği yere gelen kadar. Köşeyi dönünce savaş gerçek oluverdi. Köşeyi dönünce yol okulun önünden geçiyor ama önümde de bir tarla var. Makbule’yi de bulmuştum o karambolde, beraber yürüyoruz. Önce kırmızı ışıklar. Bir o tarafa bir bu tarafa. Bunlara izli mermi deniyormuş. Hedefi aydınlatıyormuş. Öyle diyorlar. Kim aydınlatıyor, kimin işine yarıyor, bunlar da hep miş’li cümlelerle aktarabilceğim şeyler. Ben ne bilirim savaşı, izli mermiyi! Ama çok hızlı öğreniyor insan. En çabuk da sesleri. Doçka ile havan topu farkını. Bu sesler aralıksız devam ediyor, biz tarlalarda yürüyoruz. Sonunda Makbule’dsen ayrıldım semaverli bir Bitlis’li grubuna yamandım ve geceyi kah onlarla birlikte çay içerek kah arkadaki bir açık kulubede yirmi hiç tanımadığım kadınla uyuyarak sabahı ettim.
Günün ilk ışıklarıyla birlikte büyük bir patlama oldu Miştenur tepesinde. Tepe tam karşımızda, aramızda bir-iki kilometre var. Kobanê’nin doğusunda şehre hakim bir nokta. Ağaçların altına doğru yürüyerek daha da yakınlaşabiliyorsunuz ama sınıra çok yaklaşmamanız hususunda uyarılmışsınız bir kere. Tepe YPG’nin elindeymiş ama yavaş yavaş çekiliyorlarmış. Patlama olunca herkes alkışladı. Biji berxwedana Kobanê diye sloganlar atıldı. İnsanlar biliyor ne olduğunu, en çok ona şaşıyorum. YPG cephane/tank patlatmış diyorlar. Seviniyorlar.
Ama sonra ben 13 Ekim’de Nejat’ın orada hayatını verdiğini öğreniyorum. Ama bunu sonra öğreniyorum. O an ben de seviniyorum. Ama o 5 Ekim günü sonunda tepe Işid’in eline geçti. Bizim orada olduğumuz tüm süreç içinde hep YPG geri çekildi. Sınırın bu tarafından da insan zincirleri, halaylar, sloganlar, marşlar, basın açıklamaları . Diyorlardı ki savaşçılar oradan bizi duyuyor. Ben bilmiyorum, onlar biliyor. Sabah İstanbul grubu olarak getirdiğimiz malzemelerle sabah kahvaltısı organize ettik. Sonra da yine küçük gruplar halinde semaverler başında savaş izlemeyi öğrenmeye devam ettik. Bazen bir grup insanın sınır kapısına epey yaklaştığını görüyorduk. Söylenilene göre Yüksekova ya da Batman’dan gelen bir aile savaşta yaşamını yitirmiş olan evlatlarının cenazesini almaya gidiyor. Sonra arada bir iki genç tarlalarıın ortasında doğu’ya doğru koşmaya başlıyor. Hemen arkalarından başka insanlar seyirtiyor, onları yakalayıp geri getiriyor. Karşı tarafa savaşmaya gitmek isteyen gençlermiş, öyle diyorlar.
Öğleden sonra Suruç’a gittik. Kırık dökük Kürtçe’me güvenip çadır kentlerde mültecilerle konuşmaya çalışıyorum. Çoğunun ikinci, üçüncü göçü, çoğunun yakını Kobanê’de savaşıyor, çoğu yoksul çiftçi, çoğunun yakını çalışmaya Arap ülkelerine giderken Işid tarafından esir alınmış. Dinle dinle, anla anla bitmiyor. Kamptan şikayet de var, geri dönmek isteyen de. Genç erkekler çok huzursuz. Ama kadınlar yine hikaye anlatıyor, yine gülüyor, yine birileriyle ama en çok da kendileriyle dalga geçiyorlar.
Bir büyük organizasyon çabası da eski garajda, gelen yardımlarıın tasnifi için devam ediyor. Her yerde bir aciliyet, bir yetmeye çalışıp yetememe duygusu, bir telaş var. Telaşın içindeki düzen aslında insanı şaşırtıyor. Nasıl yapıyorlar, ben bilmiyorum. Herkes işini biliyor, söylenmeden yapıyor. Köye döndüğümüzde kötü haber geldi: köyleri boşaltıyorlarmış. Bu söz orada bulunan insanların neresine nasıl dokunduğunu anlamak için gözlerine bakmak yeterli. Böyle bir öfke az görülmüştür. Ama bu kez sanki “Bu sefer izin vermeyeceğiz!” der gibiler. Çünkü bunun bir başka seferini de gayet iyi biliyorlar. Bildikleri başka bir şey de köy boşaltmalarının Işid’e yarayacağı noktası. Yine ben bilmiyorum, onlar biliyor. İşid köylüler olmasa şehrin dördüncü cephesini de kuşatma imkanı bulacak diyorlar. Gece nöbetleri, sınırdan ayrılmamalar bundan.
İkinci gece de bir tank patlatıldı. Arîn Mîrkan adlı Afrin’li bir kadın canlı bomba olmuş. Yine alkış, slogan. Bu kez nereden biliyorsunuz diye sordum Bitlis’lilere. Bilmem kime telefon gelmiş. Bu da bu savaşın bir parçası: telefon! Bu taraftan birileri yakınlarını arayabiliyor. Bazen karşılarına aradıkları kişi yerine bir Işid cevap verince kötü haberi de almış oluyorlar. Bütün bunlar benim aklımın zor aldığı şeyler. Savaşın, bu savaşın gündelik, sıradan gerçeği. Bu tanklar orada patlatıldıkça burada insanlar Kobanê’nin düşmeyeceğine bir kez daha inanıyorlar. Ben savaşı seyretmesini öğrenirken neleri bilmediğimi öğrendim. Savaşı çay içerek seyretmek olmaz derdim daha önce bana birisi savaş seyredilir mi diye sorsa. Seyrediliyormuş. Hem seyrediliyormuş, hem de yakılan ateşler etrafında uzun sohbetler, siyasi yorum tartışmaları ve bol bol miş’li muş’lu alınan haberlerle birlikte seyrediliyormuş. Hem ben gazetecileri, onların o uzun namlulu kameralarını görmedim bile. Onlar da hem seyrediyorlar hem de seyrettiriyorlar. Kameralılar ve semaverliler!
Orada bulunmalarının bir anlamı, bir etkisi varmış. Savaşı değiştirebiliyorlarmış. Ama arada kendileri de değişiyor. Kavramlar karışıyor, sınıflandırmalar anlamını yitiriyor. Kim sivil, kim savaşçı, bilmek mümkün değil. Belki de ayrımın kendisi artık anlamsız. Savaşın üç cephesini izlerken twitter’da, gazetelerde, videolarda başka onlarca cephesi daha olduğunu farkediyorsunuz. O kadar gazete, sosyal medya, yorum ve video bir yana, savaşı seyrederken öğrendiğiniz miş’li muş’lu “gerçeklerin” yeri başka. Akılda o kalıyor. Siz başkasından duyduğunuz ve sizin bilme imkanınızın olmadığı bilgileri aktarmaktan başka tek yapabileceğiniz şey bu bilgilerin gece semaverden yayılan sıcaklıkta ve top seslerini dinlerken size ulaştığını dinlemek isteyene anlatmak!
(Evrensel Kültür 275. sayı – Nükhet Sirman)