Türkiye Cumhuriyeti içerisine girdiği kasırgayı küçük değişikliklerle atlatabilecek durumda değil. Kimi küresel, bölgesel ve yerel meseleler Türkiye egemenlerinin önüne çok bileşenli bir kasırga koymuş durumda. Aslında gelişi belli olan bu kasırgaya bu güne kadar doğru yaklaşmayan Türkiye devleti ve egemen sınıfları şayet bu tutumlarında ısrar ederlerse büyük olasılıkla önümüzdeki süreçte bir varlık-yokluk sorunuyla yüzyüze kalacaklardır.
Elbette yüz yılların deneyimi üzerine kurulu Türkiye Cumhuriyeti bir çırpıda silinip gitmez. Onun da tarihsel, köklü direniş damarlar, dünya kapitalistlerinin deneyimlerinden çıkardığı dersler ve ne kadar ölçüsüzleşebileceğini yakın ve uzak tarihindeki katliamlarından iyi bildiğimiz kanlı bir devlet geleneği var.
Ancak böylesi birikimler daha önceki imparatorlukların yeryüzünden silinip gitmesini engellemeye yetmediği gibi, bu durumun farkında olmamak çözülüşü hızlandıran en önemli faktör olmuştur.
Türkiye Cumhuriyeti kuruluşundan itibaren Osmanlı’dan bakiye kriz dinamikleriyle devam edegeldi. 90 yıllık cumhuriyetin en çalkantılı dönemlerini incelediğimizde farklı görünümler altında karşımıza çıkan sorunlar üç aşağı beş yukarı aynı. 90 yıldır çözül(e)memiş bir Kürt (milliyetler) sorunu. Kökü çok daha derinde ama Cumhuriyet’ten bu yana da tek bir ileri adım atıl(a)mamış Alevilik meselesi, daha doğrusu devletin laikleştirilmesi ve Müslüman/Sünni olmayan diğer inançlara yaklaşım sorunu. Bir türlü bırakılmak, vazgeçilmek istenmeyen “tek adam”/ “saltanat”lık anlayışı ve onun yönetim biçimi olarak katı merkeziyetçilik.
Ancak köklü bir dönüşü ve tam bir alt üst oluşla, yani bir devrimle çözülebilecek olan sömürü meselelerini ayrı tutuyorum. O, rejimin sorunlarıyla etkileşim içerisindedir ancak asıl olarak bir sistem meselesidir, kapitalizmin aşılması meselesidir.
Bu kadar kör, bu kadar basiretsiz, bu kadar çapsız bir sermaye sınıfını ve onun çiftlik düzeni/devletini bugüne kadar yıkamamış olmamız en başta biz sosyalistlerin kusurudur. Bunu böylece kabul ederek yazımıza devam edelim.
Bütün bu tekrarlar, çıkışsızlıklar, şiddet sarmalı, değişmemekte ısrar, Türkiye Cumhuriyeti’ni artık sona doğru yaklaştırıyor. Bu gidişle 100. Yılı kutlama planları ancak yeni bir kuruluş dalgasına uvertür olabilecek görünüyor. Kapitalizmin bir türlü aşamadığı krizi, krizi aşamadıkça gerilimi ve savaşı başka coğrafyalara taşıma eğilimi, emperyalistlerin kendi aralarında yükselen rekabeti de düşünüldüğünde nasıl bir değişim, savaşım dalgasının içerisinde olduğumuzu görmek hiç de zor değil.
Kıyılara vuran göçmen cesetleri geçip giden fırtınanın ardılları değil, yaklaşmakta olan tusunaminin ön dalgalarıdır. İnsanlık bu kıyıya vuruşa ya yok olmayı kabullenerek, ya da büyük bir direnişe imza atarak yanıt verecektir. Ülke ve bölge açısından “Yeni kuruluş”un ne yönde olacağı da bu süreçteki mücadelenin seyrine, mücadelede konum tutan güçlerin etkinliklerine, doğru konumlanışlarına ve taktik ustalıklarına bağlı olacak.
1 Kasım “tekrar seçim” sürecini hazırlayan koşulları bu çerçevede okumak lazım. Meseleyi sadece Erdoğan ve AKP’nin iktidar hırsına, hesap vermekten kaçışına bağlamak olayı bütünlüklü kavrayamamaya yol açar.
Demem o ki, TIR’larla taşınan silahlar, eğitilip, donatılıp Suriye’ye salınan cihatçı teröristler, tekmelenen müzakere masası, yükseltilen çatışma ortamı ve en son olarak sergilenen faşist kalkışma sadece diktatör heveslisi Erdoğan ve şürekasının eseri değil. Şimdilerde yavaş yavaş terk edilen Erdoğan, bütün bu hamleleri yerel ve küresel sermayenin cesaretlendirmesiyle yaptı. Şimdi ise içine düştüğü bataklıktan kurtulmak ve yeniden bu kesimlerin el uzatmasını sağlamak için çırpınıyor, çırpındıkça da daha fazla batıyor.
Dolayısıyla bizlerin 1 Kasım seçimlerini, asıl olarak devam etmekte olan daha kapsamlı bir yeniden konumlanışın manevra alanlarından biri olarak ele almamız daha doğru olacaktır. Yerel, bölgesel, küresel egemen güçler ve onları siyasi/askeri temsilcileri bu gelişmelere uygun bir konumlanış arayışı içerisinde. Erdoğan ve AKP de bu konumlanışı kendileri açısından en iyi sonuçlanacak şekilde yönlendirmeye çalışıyorlar.
Şayet 1 Kasım’da seçim olabilirse (ki bu garanti değildir, kaybedeceğini anlayan Erdoğan son bir ölüm perendesiyle kaderinden kaçmaya, en azından ertelemeye çalışabilir) ortaya çıkacak olan tablo bugüne kadarki mücadeleler sayesinde elde edilmiş mevcut pozisyonların nasıl değerlendirildiğine bağlı olacaktır. Sınıflar var olduğu müddetçe, sınıf savaşında mutlak olarak kazanılmış, garantiye alınmış hiçbir mevzi yoktur.
Kürt Özgürlük Hareketi sadece Kürdistan’da değil, bölge düzeyinde devrimci bir etki yaratan Kürt halk hareketini oluşturamamış; Türkiye sosyalist, feminist ve demokratik hareketlerinin önemli kısmı şovenizm tuzağından kurtularak enternasyonal bir tutumla Kürt halkıyla birlikte mücadeleyi yükseltmenin önünü açmamış olsaydı, mevcut olanaklarımızın, seçeneklerimizin pek çoğuna sahip olamayacaktık büyük olasılıkla.
Ama hayat sadece bizim gücümüze ve konumlanışımıza göre şekillenmiyor. Dışımızdaki güçler de hem kendi kazançlarını/kayıplarını hem bizlerin potansiyellerini değerlendirerek belirliyorlar atacakları adımları. Şayet sahadaki tüm güçler iddialarını ve çizgilerini 1 Kasım’a kadar sürdürecek olurlarsa Türkiye’yi üç seçeneğin beklediğini düşünüyorum.
İç savaş gelişebilir
Birinci seçenek bir iç savaş olasılığıdır. Türkiye devleti, sermaye sınıfları, siyasi temsilcileri birbirlerinden farklı tonlarda olsa da bugünkü aymazlıklarını seçimlerden sonra da sürdürürlerse, hatta bu kaos ortamını aynı zamanda bir fırsat olarak görmeye devam ederlerse “Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olmak” deyimini bir kez daha realize etmekle yüzyüze kalacaklardır. Bu ihtimal içten içe düşünülenin “Erdoğan’ın/AKP’nin ipini çektiler” bakışının aksine hiç de uzak değildir. 7 Eylül’den bu yana yaşanan vahşet (tüm zayıflığına rağmen) bir iç savaş senoryosunun devreye sokulabileceğinin en açık kanıtı olmuştur.
Türkiye sermayesinin ucuz işgücü dışında satabileceği hiçbir şeyi yok! Bu koşullar altında bölgesel bir güç olma hamlesinin ancak ve ancak enerji kaynaklarına sahip olmakla mümkün olacağını onlar bizden çok daha iyi hesap ediyorlar. Bunca akan kana, karmaşaya, ulusal ve uluslar arası hukukun çiğnenmesine rağmen suskunlukları bundandır, efendiliklerinden değil!
AKP onlara ABD’nin izniyle Müslüman coğrafyayı fethetme projesi sundu, onlar da bu projeyi kabul ettiler. Bunca absürtlük onların “son noktada” rızası olmadan yapılamaz. Bakmayın siz onların kamuoyuna dönük yaptıkları “demokrasi” sızlanışlarına. Hiç birinin gerçek bir tavır koyduğunu gördünüz mü? Örneğin hangisi bankasında işlemleri durdurdu, sekteye uğrattı? Hangisi fabrikasında işi yavaşlattı, şalteri indirdi? Hangisi piyasaya mal sevkiyatını kesti? Gerçekten istemedikleri bir hükümet olduğunda bu yollara başvurduklarını hep birlikte yaşadık yakın tarihimizde. 24 Ocak kararlarını uygulatmak ve 12 Eylül askeri darbesine ön açmak için bu yöntemlerin hepsini uyguladılar. Olası bir HDP hükümetini indirmek için (Syriza’ya yapıldığı gibi) bunlardan on kat fazlasını uygulayacaklarına hiç şüphe yok. Var mı AKP döneminde böylesi tek bir uygulamaları? Yok! Çünkü AKP iktidarında, tüm cumhuriyet tarihinde edindikleri serveti 4-5 katına çıkardılar. Servetlerini geometrik büyütenler sadece AKP’ye yakın “yeşil sermaye” de değil. Hatta onlar (ölçekleri küçük olduğundan) Koç’a, Sabancı’ya, Eczacıbaşı’na göre pastadan daha az pay aldılar da denilebilir. Asıl parseyi toplayan MÜSİAD değil, TÜSİAD sermayesidir.
O yüzden, 1 Kasım seçimlerinde kaybetmiş (ya da kaybedeceğini anladığından seçimleri iptal etmiş) AKP’nin arkasına geçerek (Stepne MHP’yi de yanlarına alıp), bölge rantından daha fazla pay alabilmek için ABD’nin Ortadoğu’yu yeniden dizayn etme savaşını Türkiye’ye de taşıyacak bir iç savaşın önünü açmaları ihtimal dışı değildir. Bundan vaz geçmelerinin tek yolu böyle bir savaş sürecinin kazananı olamayacaklarını kesin olarak görmeleridir!
Darbe ihtimali devre dışı değil
İkinci seçenek bir Askeri darbe ihtimalidir. Bu seçenek birilerine göre tedavülden kalktı ve olacaksa bizzat Erdoğan’ın başkumandanlığında olabilir ama kazın ayağı hiç de öyle değil. 30 Ağustosta Genelkurmay Başkanı seçilen Hulusi Akar, ABD’nin ve NATO’nun çok özel yetiştirdiği bir askerdir. Neredeyse tüm kariyerini Türkiye’nin çetrefilli bölgelerinde ve ABD/NATO’ya bağlı görev alanlarında yapan Akar, Genelkurmay Başkanı olur olmaz istihbarattan muhabereye, emir subaylarından anakarargah sorumlularına tüm komuta kademesini kendisine göre sil baştan şekillendirdi.
Eski statükoyu (olağan kapitalist, emperyalist ekonomi-politikalarının yanı sıra) TSK’nın komuta kademesindeki üst düzey subaylar aracılığıyla yöneten ABD, Gülen-Erdoğan koalisyonu eliyle TSK içerisinde bir değişimi gerçekleştirdikten sonra Akar’la birlikte şimdi mutlak kontrolü yeniden sağlamaya çok yaklaşmış durumda. Bugünkü Genel Kurmay Başkanı Hulusi Akar Erdoğan’dan çok ABD ve NATO’ya bağlıdır. Son tahlilde ne yapacağını Türkiye Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan değil, Washington ve Pentagon belirleyecektir.
Seçimi kaybetmesi durumunda Erdoğan dizginleri mutlak olarak ABD’ye teslim etmezse Türkiye bir Mısır’laşma sürecine girecektir. Türkiye’nin Mısıra dönüşmesi ne demektir? Mısır halkının temelde neoliberal sömürü politikalarına ve diktatör Mübarek’e karşı ayaklanmasını Müslüman Kardeşler aracılığıyla kontrol altına alan ABD, Mursi kontrol dışına çıkmaya meyledince General Sisi’yi (orduyu) ve Suudi Arabistan destekli Selefi güçlerini de yanına alarak Mursi’yi bir darbeyle tarihin çöp sepetine atıverdi. Mursi ABD için bir dönem Mısır’daki en büyük demokrasi temsilcisi ve ittifak gücüydü! Şimdi ise idam cezası onaylanmış biçimde cezaevinde affedilmeyi bekliyor. Nasıl diyordu şarkı, “Bir zamanlar kral idi Mısır’a, şimdi düştü kilim ile hasıra”!
Eğer Erdoğan bu yaklaşımlarında ısrarcı olursa, Türkiye’nin Mursi’si olmaya adaydır. Yeni Genel Kurmay başkanı Akar ise daha göreve gelmeden Türkiye’nin Sisi’si olmaya hazırlanmış durumda.
Tabi ki böyle bir darbe süreci en çok özgürlük ve demokrasi güçlerine zarar verir. Asla bir medet ummamak gerekir böylesi bir süreçten. Türkiye’de darbe süreçleri hep benzer yaşanmıştır, sağa uyarı verilip sola vurulmuştur. Böyle bir süreçte Erdoğan ve şürekası siyaset dışına çekilse de asıl darbe özgürlük ve demokrasi güçlerine vurulmak istenecektir.
Böyle bir süreç bütün halklarımız açısından çok sancılı olacaktır ancak bu kez Kürt Özgürlük Hareketinin 40 yıllık savaş tecrübesi, sosyalist hareketin bugüne kadarki birikimleri ve Gezi İsyanı deneyimi sayesinde 12 Eylül sürecinden daha hazırlıklı ve imkanları olan bir durumdayız.
Demokrasi kazanabilir
Üçüncü seçenek ise halkalarımıza nefes aldıracak, demokratikleşmenin önünü açabilecek tek seçenektir. HDK/HDP örgütlenmesiyle geliştirip yeni bir aşamaya sıçrattığımız bölge halklarının birlikte mücadele ve kurtuluş çizgisi bu süreçte gelişerek yeni mevziler kazanabilir.
Egemenleri iç savaş mı darbe mi ikileminden çıkartacak tek gerçeklik böyle bir işe giriştiklerinde iktidarı tümden kaybedebilecekleri kaygısı olacaktır. Tümden bir kaybediş yaşamamak için demokratik bir dönüşümün önünü açabilir, onlar için zor olanı seçebilirler.
Bunu yaptıklarında dahi bizleri çok düşündüklerinden değil, başka türlüsünün onlara tam bir yenilgi yaşatacağını sezdiklerinden olacaktır. O durumda dahi bugünkü sömürü ve eza düzeni karşısında birleşmeyi başarabilmiş toplumsal dinamikleri birbirlerinden koparmanın yolunu zorlayacaklarından, mümkünse geri dönüşlerin önünü açmaya çalışacaklarından kimsenin şüphesi olmamalı. Zaten Burjuva demokrasisi denilen şey yeryüzünde sadece bu yolla gelişebilmiştir. Yoksa hiçbir burjuva devlet halkına kendiliğinde daha rahat ve demokratik bir sistem bahşetmez.
Elbette bu sürecin “burjuva demokrasi” etabında duracağının bir garantisi yok ve onlar da bunun farkındalar. Onlar bir geri dönüşün imkanlarını arayacaklardır. Biz ise bu süreci devrimsel bir ilerleyişe taşımaya konsantre olacağız. Kaos ve karmaşa ortamı sadece egemenlere fırsat tanımaz, örgütlenen ezilenler de bu süreçlerden büyük kazanımlarla çıkabilir.
1 Kasım sürecini, seçimlerde HDP’yi güçlendirme, HDP’yi güçlendirirken asıl olarak halkın öz örgütlenmelerini güçlendirme, sokağı hareketlendirme, halk iktidarı kanallarını zorlama ve deneyimlerini çoğaltma perspektifiyle ele alırsak gerçek bir kazanım elde edebiliriz. Tek başına sandık konsantrasyonu bir şey ifade etmez. Önemlidir ama sürecin gerilimlerine, imkanlarına karşılık vermeye yetmez. Hem sandıkta güçlenmeyi, hem sokakta, hayatın her alanında güçlenmeyi başarmak zorundayız. Ancak bu şekilde kazanabiliriz.