Şiddet bir çok açıdan üretici bir güçtür. Şiddet özne üretir, değer üretir, mekan ve zaman üretir, iktidar üretir. Bunu şiddet çalışan hiç bir antropolog, sosyolog ya da felsefeci inkar etmez. Şiddet araçları da tıpkı diğer üretim ve yeniden üretim araçları gibi eşitsiz dağılmıştır ve egemenler şiddet araçlarının tekelini ele geçirmişlerdir. Liberal teorinin sorunu tıpkı mülk gibi şiddet araçlarının da eşitsiz dağılımını sorun etmemesi ve şiddet araçlarının eşitsiz dağılımının yol açtığı sorunları, bu dağılımı değiştirmeksizin, kontrol altına almayı amaçlamasıdır. İnsan hakları söylemi nihayetinde liberal teoriye içkindir ve ezilenlere bu eşitsiz dağılımı değiştirmek yerine, dağılımın yarattığı felaketleri kısıtlamak için mücadele etmenin yolunu açar. İnsan hakları söylemi ifşa eder, suçlar, korur. Ancak sınırları da vardır. Çoğunlukla hakikat değil gerçek üretir. Oysa hakikat var olan dağılım ve görünüm rejimlerinin bozuma uğramasıyla ortaya çıkar.
İnsan toplumsal bir varlıktır, toplumsal inşasından ve deneyiminden soyutlanamaz. Kimi toplumsal deneyimler o toplumun içinde yaşayan insanları, soyut bir insan olmaktan çıkartır, insan hakları söylemlerinin yasalarına sığmayan somut ve bağlamsal insanlıklar, talepler, arayışlar ortaya çıkartır. Bugün Kürtlerin kıyımına sebep olan dinamik bir insan hakları ihlali olmadığı gibi, Kürtlerin isyanı da bir insan hakkı isyanı değildir. Kürdistan’da bugün ortaya çıkan isyan, şiddetin dağılım rejimine karşı bir mücadeledir. Savaş Erdoğan tarafından planlanmış olabilir. Ancak şu an itibarıyla Kürtlerin isyanı Erdoğan’ın savaşını aşmıştır ve Erdoğan tahtından indirilse ve Türkiye insan hakları kukuğuna uygun bir ülke haline gelse dahi talepleri karşılanmış olmayacaktır. Belki böyle bir an vardı. Belki böyle bir an gene olacak. Ancak içinden geçtiğimiz dönem tarihe Erdoğan’ı ve ihlallerini aşan bir hakikat işliyor.
Özyönetim ve şiddet
Erdoğan savaşını Suriye’ye taşıyabilirdi, iç savaş çıkma ihtimalinden de bahsetmiştik. Savaşın böylesine kısa bir dönemde sivil Kürtlere yönelmesi ise ancak bir yandan Kürtlerin Türkiye devleti tarafından sürekli harcanabilir olarak işaretlenmesine karşı bir dil ve bilincin Türkiye’de halen oluşmaması, bir yandan da Kürdistan’da savaşmaya hazır bir toplumsallığın ortaya çıkmasıyla açıklanabilir. Savaş alıştığımız gibi gerilla ve asker arasında cereyan etmiyor. Aslına bakarsanız asker ve gerillanın savaşmak için yeterli sebep bulamadıkları, aradan geçen zamanın bu alanda aşılması zor ve görece sabit bir egemenlik paylaşımını doğurduğu anlaşılıyor. Asker eski asker değil. Gerilla ise uzun bir zamandır barış politikalarını içselleştirmekle uğraştı. Üstelik uluslarası alanda kazanılanlar, gerillanın eski tür bir savaş vermesiyle gölgelenemeyecek kadar değerli. Bu durum değişebilir ancak şu anda kentlerde olanla karşılaştırdığımızda kontrollü bir çatışma ile karşı karşıyayız.
Asıl savaş Kürdistan’ın silahlanmış gençliği ve Türkiye’nin polisi arasında gerçekleşiyor. Karşılıklı tahriklerle başlayıp, yaygınlaşan, polisin tüm alanları terörize etmesi ve yargısız infazlarıyla devam eden, insansızlaştırmaya yönelen bir savaş. Kürdistan’ın orta sınıfları, eğitimli gençleri, siyasileri, seçilmişleri, tıpkı Türkiye’nin barış isteyen demokratik kesimleri gibi bu savaşın seyircisi konumuna itilmiş durumdalar. Kendimi de içinde saydığım bu gruplar, Kürdistan’da yükselen sesi duymakta güçlük çekiyorlar ve barış talebini oluştururken özyönetim ilanlarını, silahlı gençliği ve daha burada sayamayacağımız bir çok başka gerçekliği görmezden gelmek zorunda kalıyorlar. Benzer bir pozisyon Kürt orta sınıfları için de geçerli, ortaya çıkan durumun kendi öznelliklerine yer bırakmadığının, şu anki savaşın sadece Türkiye cumhuriyetine değil, yaygın liberal vatandaşlık anlayışına, liberal vatandaşlığa içkin cinsiyet, sınıf, yaş, eğitim ve görünürlük eşitsizliğine karşı da geliştirildiğinin farkındalar. Daha bundan on yıl evvelden beri biz müzakere edecek son kuşağız derken kastettikleri, sezdikleri, bu yeni tabloydu.
Bugün Kürtlerin isyanı açık ve net olarak yönetim ve şiddet araçlarının eşitsiz dağılımına karşı bir isyandır. Özyönetim ve özsavunma iç içe geçmiş iki düşünce olarak geliştirildi Kürt Özgürlük Hareketi’nde. Özyönetim yönetim araçlarının, özsavunma şiddet araçlarının eşitsiz dağılımına karşı toplumsal hareketlenme, direniş ve inşa olarak tanımlanmıştı. Demokratik özerklik bu araçların Kürt siyasileri ya da seçkinlerine değil, demokratik olarak tüm halka yeniden eşit dağılımı anlamına geliyordu ve meclisler, komünler ve akademiler aracılığıyla ortaya çıkacak demokratik modern öznellikler ve toplulukların karar ları ortak vermeleri gibi, üretim, yeniden üretim ve savunmayı da beraber gerçekleştirmeleri tasarlanıyordu. Gerçekleşen bu değil elbette. Hatta bunun çok uzağında. Gerçekleşen bu olmuş olsaydı, ne özerklik inşa yerine ilan edilir, ne savunma çatışma yoluyla olur, ne de mahalleler, ilçeler, sokaklar birbirlerinden böylesi kopartılabilirdi. Başka seçenekler vardı. Meclisin açılmaması karşısında milyonlarca Kürt sivil itaatsizlikle Türkiye’yi felç edebilir, tıpkı açlık grevlerindeki gibi, Kürdün iradesini tanımayan Türk devletine anlık da olsa sonunu işaret edebilir, iradesine boyun eğdirebilirdi. Üstelik de bunu can kaybı yaşamadan, ölmeden öldürmeden yapabilirdi. Daha önce Kobani olayları sırasında benzer bir yazı yazmıştım. Hdp örgütlü davransaydı, DTK yapısı çalışıyor olsaydı, DBP üstüne düşeni yapsaydı, Kobani isyanı da ölüleri ile değil, Kürt halkının eşi benzeri görülmemiş refleksiyle anılacaktı. Ancak tarih istediğimiz ya da dilediğimiz gibi gerçekleşmiyor. Tarihin beklenenden farklı gelişmesi, beklentilerimizin boşa çıkması, hep hayalimizde oluşturduğumuz ve radikal farklılıklarını tanımayı red ettiğimiz öznelerin eyleyişlerinin asli belirleyici olmasındandır.
Tekrar edelim: Hem Kobani isyanı hem bugünkü direniş bir özyönetim ve özsavunma isyanıdır. Şunu Kürtlere kim açıklayabilir? Kürtler bir halk olarak Rojava’ya destek olmak isterken, Rojava’nın yanında yer almak isterken, devlet nasıl olur da onların bu kolektif iradesini hiçe sayar, aşağılar? Nasıl olur da bugün hala dağdaki kendi evlatlarından ayrı yaşamaktadırlar? Nasıl olur istedikleri için hep önce Türk halkını ikna etmek zorundadırlar? Nasıl olur Türkiye’nin yolladığı vali, polis, askerin kaprisine, arzusuna boyun eğmeleri gerekir? Nasıl olur kanunlar bir tek onlara üstelik de en zerresine, en ayrıntısına kadar bir tek onlara karşı uygulanır? Nasıl olur da hala Türkçe eğitim görmek, Türklerin dahi beğenmedikleri en milli ve dini eğitimleri almak, kendi kültürlerinin a’dan z’ye yok sayıldığı bir resmiyete mahkum edilmektedirler? Nasıl olur da kendini yönetmez, kendini savunamazlar? Bunun adı sömürgeciliktir, işgaldir ve yönetim ve şiddet araçlarının tekelini elinde tutmak, sermaye, siyaset ve eğitim aracılığıyla ancak ve ancak kısıtlı bir zümreyle paylaşarak sömürgeciliği görünmez kılmaktır. Kürt gençliğinin isyanını insan hakkı ihlaline indirgemeye çalışmak, hatta katliam var demek, Erdoğan’ı suçlamak, bu savaş kimin savaşı diye sormak, bazen işte bu sömürgeciliği görünmez kılmaya hizmet edebilir. Gever’de, Silopi’de, Silvan’da, Varto’da gençler, tam da sivil itaatsizliğin yokluğunda, kendilerine kapanmış siyasetin cevap olamayışında, beğenelim, beğenmeyelim, hatası sevabıyla, modelimize uygunluğu uygunsuzluğuyla kaderlerini eline almış, var gücüyle yönetimin ve şiddetin tekelleşmesine karşı savaşmaktadır.
Nasıl bir Kürt gençliği?
Rojava Kuzey halkının kaderini Batı halkının coğrafyasına ikiz kıldı. Batı halkı için onlarca kuzeyli genç canını verirken, Ortadoğu savaş coğrafyası silahlarla dolar ve Rojava direnişiyle, özyönetimiyle, haysiyetiyle dünya sahnesinde görünür olurken, Kürt gençlerinin Kuzeyde küfüre, aşağılamaya, bekletilmeye, dışlanmaya, sokaklarında misafir gibi yaşatılmaya; sabırla, iyi duygular ve anlayışla karşılık vereceğini beklemek elbette akıl dışıymış. Benim hayalimde barış inşa eden, özsavunmayı topyekün halk örgütlenmesi olarak anlayan bir devrimci gençlik vardı. Sosyolojiyi yok sayan bir siyaset anlayışı böyle yanıltır insanı işte.
Ne olacaktı yani? 90’larda zorunlu göçle birlikte analarının, babalarının doğadan kopartılıp, bilgeliklerinden kopartılıp, vasıfsız işçi kılındığına tanıklık etmişler, okulda artık hayatlarından tamamıyla kopmuş, düşmanı işaretleyen bir Türkçeyle terbiye edilmeye kalkışılanlar, Türk gençlerine umut tacirliği yapan onlarca imtihanın hiç biri hiç bir yerlerine değmeyenler, gerilla türküleriyle büyüyüp, gerillalara kavuşamayanlar, Kürt siyasetçilerin- siyasetin doğası sebebiyle- kullandıkları dilde kendilerini bulamayanlar, barışçıl, üretici, devrimci ama uslu öznelere mi dönüşecekti? Kalekollarda, sokaklarda üniformalarıyla gezenlerin silahla edindikleri güce sırt çevirip, vicdani red mi örgütleyeceklerdi? Benzer şeyler kadınlar için de geçerli. Nitekim Kürdistan’daki kadınların da canından bezdikleri ne olacaksa olsun dedikleri bir ortamdayız. Çıplak aramalar satır tutmuyor gazetelerde. Varto’ya gitmiş bir arkadaş kadınların artık polislere sapık gözüyle baktığını, kendilerini bir sapıktan korurmuşçasına koruduklarını, evden çıkmadıklarını, çıkamadıklarını anlatıyor. Temizlik yapmıyorlar, yemek pişirmiyorlar.
Bunlar insan hakları meselesi değil. Bunlar Erdoğan’ın savaşı meselesinin de ötesinde. Kürt halkı şiddet araçlarını ve yönetim araçlarını sömürge ve işgal gücü olarak gördüklerinden geri almak için isyanda ve Rojava savaşı zaten inşa halinde olan bu isyana araç, amaç ve bir iç dil verdi. Bu iç dil güçlü, iradeli, haysiyetli ve savaşçı bir dil. Ancak elbette belli bir ahlaka akmazsa, Rojava’da temellerini gördüğümüz demokratikleşme, içerme ve şeffaflaşma hamlesini yapmazsa tehlikeli bir dil de. Nitekim gene bölgede çalışanlar ajanlık üzerinden suçlamalardan, bölge içinde ayrışıp, birbirini direnişle, zaferle, kayıpla test eden, dışa olduğu gibi içe de dönmeye hazır bir enerjiden bahsediyorlar.
Bugün Kürt Özgürlük Hareketi’nin en önemli meselesi bu enerjiyi ahlaklı ve evrensel kılacak, gençleri harcamayacak ve harcatmayacak bir siyasi ve toplumsal liderliği geliştirmek olmalıdır. Türkiye demokratik hareketlerinin ise en önemli görevi bu enerjiye bir karşılık geliştirmektir. Yarın öbür gün masa gene kurulursa, haydi hendekleri kapatın diyerek, bayrak Gever’den, Silopi’den, Cizre’den alıp, Diyarbakır’a, İstanbul’a, Van’a teslim edilirse, sadece bir sonraki Battasuna Hareketi’nin ateşine odun taşınmış olur. Geçen sürede Türkiye milletvekillerinin bu gençlerle buluşmaması ile Türkiye’deki yüzlerce gencin faşist güçlere teslim edilmesi aynı yanlışlığın ürünüdür. Bir gün elbette bu Türk gençleri için de yazı yazacağız. Ancak şimdilik şunu söyliyelim. Yukarıda bahsi geçen meseleler en açık, basit ve ismi konulmuş şekliyle ve gençleri özne kılacak şekilde tartışılmadığı sürece Türkiye’de demokratik siyasetin önü açılmayacak, açılırsa ancak sana bana, o da kısa bir anlığına açılacaktır.
Ya barış?
Kürt Özgürlük Hareketi, demokrasi ve sol güçleri ile ittifak yaparak ve büyük bir emekle Türkiye’de barış talebinin muhattaplarını oluşturdular. Nitekim dört bir yanda kadınlar, barış bloku, Mazlum-Der, kimi zaman aynı saikle olmasa da asker aileleri, barış ve çatışmasızlık talebini yükseltiyorlar. Cemil Bayık’ın da, Duran Kalkan’ın konuşmaları da bu talebin Kürt Özgürlük Hareketi’nde bir karşılığı olduğunu gösteriyor. Ancak batıda Kürt gençlerinin ve kadınlarının sesinin bir karşılığı henüz yok. Sömürgenin radikal farkını görmeden, tanımadan ve evrensel bir dile kavuşturmadan bu karşılığın ortaya çıkması çok zor. Şimdilik HDP dahil bir insan hakları örgütünü aşmış durumda değiliz. Duran Kalakan’ın tepki çeken açıklamasına katılıyorum. HDP meclisin açılmasını beklemeyebilirdi. Bunun kurucu bir meclis olabileceği temasını işlyebilir, Kurtuluş Savaşı’nı başlatan, Samsun, Amasya, Sivas, Erzurum kongrelerini andıracak toplantılar yapabilir, meclis açılmıyorsa biz açıyoruz diyebilirdi. Nitekim Erdoğan darbesi dediğimiz Demir Küçükaydın’ın defalarca dediği gibi böyle bir eyleyişin Cumhurbaşkanı eliyle sarayda gerçekleşmesidir.
Syriza örneği bizler için büyük bir ders olmalı. Halk içinde yeterli örgütlenmeyi yapamayan, kendine bir türlü güvenemeyen ve denge siyasetlerine kendini kitleyen Syriza bugün kendi eliyle erken seçime gidiyor. HDP’nin denge siyasetlerinin değil hakikatin partisi olması gerektiğini de bu satırlarda defalarca yazdık. Kimi zaman bu nitelik açığa çıksa da, çoğu zaman HDP izleyici konumunda bir parti olmaya devam ediyor. Bu yapısal bir sorun. Örgütlerin, vekillerin ve halkın uyumunu sağlayacak mekanizmaları oluşturmak cesaret ve yaratıcılık gerektirir. Cesaret ve yaratıclığı oluşturacak akıl ve halkın hakikatine sadık bir siyasi irade ancak, emekçilerin, gençlerin, anaların, ev kadınlarının yani toplumun ezilmişlerinin temsilci seçmesi değil, seçilmiş kılınmasıyla olur.
Yine de Hdp’ye yüklenmeyelim. Topyekün bir devlet saldırısını üstelik legal alanda bertaraf etmek, bunu da oyları kurban etmeden hem Türkiye hem de Kürdistan’ı gözeterek yapmak imkansızı başarmak. Bu sefer belki barajı aştırmazlar. Belki o zaman savaş çok daha beter olur. Saraydan gelen beyanatlar, muhbirlik dayatmaları, keskin nişancılar, ödül avcıları yaratmayı amaçlayan yeni yasalar yüzlerce yıldır yaşadığımız toprakları cehenneme çevirirken hepimizin bir eve ihtiyacı var. HDP en kötüsünde dahi hepimize bir ev sunmaya hazır olduğu konusunda şüphe yaratmıyor.
*Nazan Üstündağ’ın yazısı Ortak Haber’den alınmıştır.