20 Temmuz’dan bu yana gelişen iç savaş ortamında HDP’ye oy veren kitle içinde ve oy vermeyip Demirtaş’a sempati duyan kesimlerde, HDP’nin en büyük bileşeni ve kurucularından Kürt Özgürlük Hareketi’nin son eylemlerine dönük ciddi bir tartışma başladı.
Kamusal alanda çoğunlukla açıkça dile getirilmese de yüzyüze sohbetlerde KÖH’nin HDP’ye karşı sorumlu davranmadığı, hatta verdiği sözleri tutmadığı yönünde ciddi eleştiriler söz konusu.
Bilinir ki Kürtler, iki şeyi katiyen unutmaz. Biri kendisine yapılan iyiliği, ikincisi verdiği sözü.
Oysa şimdi Batı’daki HDP sempatizanlarına bu konuda yaygın bir kaygı hakim.
Herkes, Kürt Özgürlük Hareketi’nin 20 Temmuz’a kadar, geçmişte çok farklı refleks gösterebileceği gelişmeler karşısında, Batı’ya verdiği söze uygun bir tutum içinde olduğunu düşünüyor.
Seçim süreci boyunca, Erdoğan kliğinin çözüm sürecini bitiren bütün açıklamaları, HDP bürolarına 120’nin üzerinde sistematik saldırı, Mersin, Adana Diyarbakır Gladyovari organize katliam girişimleri karşısında verilen söze sadakat, örgütlü sağduyu ve sabır olarak vücut buldu.
Peki 20 Temmuz ve sonrasında ne oldu?
Verdikleri sözden mi döndüler, oyunu mu bozdular?
Elbette buna resmen yanıt vermesi, herkesi aydınlatması gereken, KÖH resmi sözcüleri.
Özellikle de KCK ve Kandil. Bu yanıtı ben de birinci ağızdan duymayı çok isterim.
Ama madem ki birileri çoktan çıkıp, bu soruları soran açık mektuplar vb. girişimlerde bulunmak yerine, hızla yorum yapmak, eleştirmek, aleyhinde konuşmak hakkını kullanmayı tercih ediyor; ben de hem bu soruları sosyal medyada, hiç değilse FB sayfalarında, açıktan ve içtenlikle soran az sayıda insana katılayım, hem de esas olarak “Türkler” arasında süren bu tartışmada bir “Türk” olarak kendi yorumlarımı yapma hakkımı da son kez kullanayım.
Sunduğum tartışmayı olumlu bir biçimde derinleştirebilmek için bazı sorulara yanıt vermek gerektiğini düşünüyorum.
20 Temmuz’dan bu yana Kürt coğrafyamız ile Batı’daki dışa vurumlar, tepkiler, siyasi davranış “normalleri” çok farklı.
Bu farklılık, gelinen noktada, bir çok il ve ilçede “özyönetim ilanı” ile çok daha radikal bir nitelik kazandı.
İki coğrafya ve ve üzerindeki toplum kesimleri bakımından ciddi bir asimetri söz konusu.
Bunun nedeni çok açık, bilenlerden özür dileyerek, bilmeyenler için yazayım.
Kürtlerin bu topraklardaki son örgütlü isyan hareketi 35 yıl önce başladı. Ve kesintisiz biçimde gelişip, büyüdü.
Günümüz Kürt coğrafyasında politik bilinç gelişimi Batı’ya oranla çok yüksek.
Bugün Ortadoğu’da küçük bir gezi yaptığınızda ilk farkedeceğiniz; Kürtlerin tamamına yakını, yüz yıllık uluslararası bir inkar ve imha politikasını yıkmış; zincirlerini kırmış, dizlerinin üzerinden, yeniden ayaklarının üzerinde doğrulmuş bir toplumun ferdi olarak görüyor kendisini.
Yakıştırırsınız veya yakıştırmazsınız; bu algıya katılır veya katılmazsınız – ki bence de bir gerçek – bu, bir toplumun algısı, bir ulusun yeniden doğuşu.
Kürtleri tersine ikna etmeyi ya da bu inanıştan geri adım attırmayı düşünen peşinen bunu unutsun derim.
Bu ülkede ve Ortadoğu’da Kürtlerle birlikte, barış, huzur ve refah içinde yaşamak isteyen herkesin kabul etmesi gereken, birlikte yaşamın koşullarını müzakere etmektir. Çözüm süreci de bunun ta kendisidir. Yani yeni bir toplumsal sözleşme. Yeni bir Medine Sözleşmesi.
Yüzyıl önce “suni sınırlarla birbirinden kopartılmış olduğunu düşünen” Kürt halkı, siyaseten farklı kümelerde dursa bile, hiç bir zaman duygudaşlığını, akrabalık hissini zaten yitirmemiş bir toplum.
Günümüzde ise bu duygu tavan yapmış durumda.
7-8 ekim olaylarını “Demirtaş veya PKK emriyle sokağa dökülmek” olarak okuyabilirsiniz; ama ya HDP sözcülerinin dediği gibi gerçek bir duygudaşlığın infiali ise ne yapacaksınız?
Çözüm üretmek isteyenin, bilgisi yetersizse bile, bu ihtimal üzerinde durması daha akılcı olmaz mı?
Bu duygudaşlık, mezalimin acısını da, başarı ve zaferlerin coşukusunu da ortaklaştırır.
Türkiye’de yaşayan milyonlarca Kürt’ün Rojava coğrafyasında yaşanan acıyla da başarıyla da duygudaş olduğunu ihtimal dahiline aldığımızda tablo biraz daha aydınlanmaya başlar. Ki tersi de ayniyle vakidir.
8 Haziran’da Rojava halkları, bütün kantonlarda sokağa dökülüp HDP için zafer kutlamaları yaptı.
Çünkü bu duygudaşlık alanı ile Kürt Özgürlük Hareketi haritası artık tamamiyle örtüşmüş durumdadır.
Yani Rojava’da PYD’ye duyulan saygı ve bağlılık, Türkiye’de HDP’ye de duyulmaktadır. Ki bunun tam tersi de bir gerçektir.
Bütün dünya basınının açıkça ve defalarca anlattığı gibi – ne yazık ki havuz medyası sefil bir biçimde tam tersini anlatamaya çabalıyor, alternatif yerel medya da sansürleniyor- IŞİD adlı cinayet şebekesini yenebilen, yüz binlerce Ezidi, Kürt, Arap, Süryani, Türkmeni IŞİD kıyımından, kadınlarını pazarda satılmaktan kurtaran; gelecekte de Suriye’nin IŞİD’den temizlenmesinde tek ciddiye alınabilir yerel seküler gücün omurgasını oluşturan KÖH’dir.
Üstelik, bu gücün teklif ettiği, Arap, Türkmen ve Süryanilerin mutabakatı ile yürürlükte olan anayasa, bu gün bir çok Batı Avrupa anayasasından daha ileridir.
Hayır, artık KÖH, PKK’den çok daha geniş, çok daha büyük bir koalisyonun adıdır.
Bu koalisyonun en büyük ortak böleni Öcalan ve onun fikriyatı, yeni paradigmasıdır.
Peki Rojava eşittir PYD midir?
Hayır, çok daha geniş, çok uluslu, çok dilli, özyönetim ve özsavunma ilkesi üzerinde yükselen; merkezine ekoloji ve kadını koyan bir “yeni yaşam” formunun inşa sürecidir.
Benzer soruları Türkiye için de sorabiliriz.
Türkiye’de KÖH tıpkı Rojava’da olduğu gibi Öcalan fikriyatı ve anayasa perspektifi çevresinde buluştuğunu anlatan, büyük bir koalisyonun adıdır.
Konuştuğunuzda ve gözlemlediğinizde PKK ve Kandil’in çok özel bir yeri, saygınlığı olmasına rağmen, hareket bir çok bakımdan kendi içinde de adem-i merkeziyetçi bir yapılanmaya sahiptir.
Hatta bu açıdan, Türkiye kesiminin savaş ve yasaklar nedeniye Rojava’dan biraz geri kalmış olduğu kanaatine bile sahibim.
Ama sonuç olarak, daha önceki yazılarımda da sıkça paylaştığım gibi, 200’e yakın ülkede örgütlü, Ortadoğu çapında siyasi, askeri ve kültürel alternatif olan ve yükselen bir güçten söz ediyoruz.
KÖH, Suriye Demokrasi Devrimi güçlerinin öncüsü olmaya doğru var gücüyle çalışıyor. Böyle bir hedefi var. Ve çok yakında böyle de tellaffuz edilmeye başlanacak gibi görünüyor.
Öcalan perspektifi gereği KÖH, Türkiye’nin Batı’sında yaşayan solcular başta olmak üzere kendi dışında kalan tüm topluma, “Biz artık ulus devlete inanmıyoruz, ulus devletler eli kanlı olmak zorundadırlar, biz ayrı devlet hatasına düşmeyeceğiz, gelin Rojava’daki gibi “demokratik ulus” perspektifiyle, demokratik bir anayasa temelinde “Yeni bir Türkiye”yi birlikte inşa edelim, Ortadoğu’ya rol model olalım, bunun için Türkiye sınırları içinde birlikte örgütlenip, birlikte mücadele edelim; dedi. Ayrıca bunu devlete de, topluma da teklif etti.
Bunu yaparken de konvansiyonel, hiyerarşik, monolitik bir sol parti yerine çok daha demokratik bir model olarak HDK’yı ve seçim partisi olarak da HDP’yi önerdiler.
BDP’yi kapatıp, DBP’yi kurdular, belediyeleri bu partiye bağladılar.
Geri kalan bütün HDP kadrolarını ve kitlesini de HDK/HDP’ye taşıdılar.
Bizler de bu büyük asimetriyi bilerek ve kabul ederek HDP’ye katkı vermeye başladık.
Yani KÖH’nin yalnız Türkiye’de değil, Ortadoğu’da yarattığı büyük koalisyonun parçası olmayı kabul ettik.
Oy verirken de aslında bu koalisyonun sadece yerel değil, HDP’nin “Yeni Yaşam” belgesiyle özdeş Ortadoğu parçasına da destek vermiş olduk.
Önce de altını çizdiğim gibi, bu koalisyon, newton fiziğiyle açıkalanabilir bir çalışma düzeneğine sahip değil. Organları birleşik ve eşitsiz gelişen dolayısıyla asimetrik, otonomisi güçlü bir “canlı”.
Bu nebulayı belirleyen ve her biri bir devrimin teması olabilecek, birbiriyle gerilimli iki önemli vektörün varlığının da farkındayız. Ulusal mesele ve sosyal mesele…
Doğal olarak çok farklı. Bu nedenle refleksleri de, attıkları adımlar da çok farklı.
Örneğin, bugün her bir Kürt abartısız söylüyorum, kendi öğrenim derecesiyle doğru orantılı ama, içerik olarak özdeş, yaşamak ile hayatta kalmak arasındaki fark üzerine bir tez yazabilecek deneyime sahiptir.
Ölümü veya öldürmeyi psikopatlar dışında kimse sevmez.
Ama ne yazık ki, yaşayan bir ölü olmak yerine, ölerek yaşamı kazanmak, döve döve, öldüre öldüre öğretildi Kürtlere.
Sonra onlar da bunu bilerek, farkındalıkla onurlu bir yaşamın temel ilkesine dönüştürdüler.
Onların hayatında ölümle umut bir arada ve bir anda yaşar.
Bugün “ölümden öte köy yok” cümlesini mecazen herkes kullanır, ama bir hakikat olarak yaşayan tek halk yine Kürtlerdir.
Eminim bu satırlara parelel her biriniz, usulca, kendi yaşam ve hayat denklemini gözden geçirdi.
Gördüğünüz gibi iklimlerimiz, ruhsal biçimlenişimiz ve ahlak anlayışımız oldukça farklı.
Buna karşın Kürtlerin eylemleriyle bizim eylemlerimiz özdeş mi?
Evet özdeş.
Çünkü hepimiz “yeni yaşam belgesi” nin vücut bulması için çabalıyoruz.
Eğer böylesi bir çokluktan oluşan, çok merkezli, asimetrik koalisyona geleneksel ulus devlet çerçevesi, merkeziyetçi parti ruh hali ve newton yasalarıyla bakarsak, elbette asimetrilerin hepsi birer sorun, hatta ahlaki birer sorun haline geliverir.
Yok bu gerçekliğe kendi hakikati içinde bakıyorsak, bu tür asimetriler son derece doğaldır ve herkesin, her şey için, hesap verme sorumluluğu da yoktur.
Böyle bakmadığımızda, örneğin İzmir’deki bir sözcümüz, hayatında bir ay bile toplam yaşamadığı Amed’in siyasal reflekslerinden ötürü sorgulanırsa, hatta hakaret görüp, dayak yerse, zihnen bu gelişmeye de hazır değilse, bu duygusal iklimde onun dönüp, hemen yol arkadaşını eleştirmeye başlaması mümkün hale gelir.
Emek vermemiş, salt oy vermiş olansa çok daha sert tepkiler üretebilir.
Bu bölünme ve çatlama potansiyeli de başlatılan saray savaşının hedeflerinden biri zaten.
Sonuç olarak Kandil ile veya Varto halkıyla aynı partiye oy versem de onların kararlarından sorumlu değilim.
Ama HDP programını seçmiş olmam zaten Kürtlerin tarihi, hakları ve bütün halkların birlikte nasıl yaşayacağı konusunda mutabık olduğumuz anlamına gelir.
Yani varto halkıyla ekoloji ve kadın merkezli, öz yönetim esaslı bir yaşam formu hedefini paylaşıyoruz diye kabul ederim.
Zaten bu yaşam biçiminin İzmir, İstanbul için de çok elzem olduğuna inanıyorum.
İlan edilen ayrı bir devlet olsa, misak-ı milli bütünlüğünü değiştiren bir karar olsa, sormalarını değil, haber vermelerini beklerdim.
Zaten ta baştan Birleşmiş Milletler’in kuruluş ilkesini benimsemiş, halkların kaderlerini tayin hakkının altına zımnen imzamı atmışım.
Kürtlerin öz savunma ve ayrılma hakkını tanımışım.
Buna dönük adımlarından ötürü de eleştirmem gerekmez.
Yani kabul etmişim ki, koalisyonun bütün unsurları, esas olarak kendi iç dinamiği ve ritmiyle belirlenir.
Öte yandan son “öz yönetim” ilanlarını da, Erdoğan’ın savaşına yanıt olarak sivil, siyasi bir itaatsizlikten öte görmüyorum.
Kendimize şöyle sorabiliriz, eğer HPG misillemelere başlamamış olsa, Erdoğan’ın Kandil’i bombalaması karşısında Varto halkı öz yönetim ilanıyla yanıt verse, ne diyecek, ne yapacaktık?
Bu sefer de aynı partide olmaktan doğan bir itiraz hakkımız mı olacaktı?
Olmamalı zaten.
Bırakalım ayrı ulus, halk denklemini, yarın HDK’nın herhangi bir bileşeni, ya da bir grup HDP bileşeni, yerel insiyatifle vereceği ve Varto’ya çok ters düşecek bir karara da, ortak ilkeleri ve programı ihlal etmiyorsa, onların itirazı olamasın.
Ve bu tür inisiyatifler gerilim değil, demokrasi ve zenginlik üretsin.
Seçilmiş Varto halk meclisi, öyle inanıyorum ki, zihniyet olarak, imkan olsa örneğin Kuşadası HDK meclisiyle tartışmak isterdi bence. Ama böyle bir tartışmanın imkanı ve mekanizması var mı?
Üstelik bir çoğumuzun hayatında itaatsizlik teriminin anlamı çok daha naif kaldığı için, birden sindirememiş olmamız da çok doğal.
Hele “böyle eylemler hücum hücum ilkesiyle yürür, nasıl savunacaksınız, yenilirsiniz, ne cesaret” mealindeki açıklamalar, bence haddini aşan, kibirli yaklaşımlar.
Hamleyi yapan 9 il ve ilçe yönetimi ile sırada bekleyen ve buna onay vermiş onlarca il, ilçe halk meclisinin aklını, sağduyusunu küçümsemekten öte bir anlam taşımıyor. Önce böyle söyleyip, sonra “HDP’yi savunma girişimleri” inandırıcı da olamıyor.
Bu basbayağı bir sivil itaatsizlik eylemi. İçeriği parti programına çok uygun, zamanlaması tartışılabilir.
Tarih bilgisi sınırlarım içinde örneğine de rastlamadım.
Ayrıca bütün laf kalabalığını silkeleyin zamana dayanıklı olarak kalacak iki cümle var: özyönetim ve özsavunma.
Buna ne diyoruz? Savunacak mıyız, savunmayacak mıyız, bu kararı.
Şimdi geleyim benim de açıklamakta zorlandığım sorulara.
Tabi en önemli soru Erdoğan’ın fırsat beklediği savaşa katılmamak, seçim süreci ve Diyarbakır ruhunu sürdürmek mümkün değil miydi?
Nasıl ki, çok karanlık ve hala aydınlatılmamış, iki polisin uykuda infazı ile Suruç katliamı T.C. nin Kandil’i 30 uçak, 400 sortiyle defalarca bombalaması için yeterli sebep olamazdı; biliyoruz. Ve bundan ötürü eminiz ki bunlar, Erdoğan’ın bir süredir planladığı koltuk savaşı için yaratılmış, iyi bahaneler oldu.
Ancak ANF’den okuduğumuz kadar madem ki, Kandil’in veya “medya savunma alanlarının” bombalanması hiç bir ciddi etki yaratmıyor – ki benim tahminim de bu yönde- neden hem gündemin direksiyonunu Erdoğan’a teslim eden, Batı’da HDP sempatisini zora sokacak, bir savaşı kabul etti PKK?
Buradan bakıldığında Kandil’in uslubu “savaş istiyorsan savaş, barış istiyorsan barış” olarak okunabiliyor.
Oysa yeni strateji, “Sana gündemi de belirletmeyeceğiz” cümlesini duyma beklentisi yaratmış durumda.
Erdoğan istedi diye savaş olmayabilseydi, savaşı kucağına koyabilseydik, gerçekten gündemi biz belirlemiş olurduk.
Gündem belirleme yeteneğini kaybetmiş olan Erdoğan, 20 Temmuz’dan itibaren gündemi yeniden belirlemeye başladı.
Yine buradan bakıldığında örneğin Varto ve benzeri sivil itaatsizlik eylemleri sürecin ruhuna çok daha uygun görünüyor.
Zaten kısa sürede görüldüğü üzre, sivil itaatsizlik eylemi ile temasa girdiğinde Erdoğan kliği ve yönettiği devlet çok kolay teşhir oluyor, bolcana hata yapıyor.
Oysa HPG misilleme eylemleri yeni mazlumlar, can acıları, öfke ve nefret yaratıyor.
Cenazelerde bir süredir öfkenin Erdoğana yönelmeye başlaması, Kürtlerden sarfı nazar edilmesi anlamını taşımıyor.
Ya da şöyle soralım, burdan görünenden farklı olan her ne ise, misillemelerin neden kaçınılmaz olduğunu vb. HDP gibi savaş ve şiddet karşıtı bir partinin taraftarlarına, anlaşılır bir dille anlatılması PKK için bir sorumluluk mudur, değil midir?
Öcalan’ın ortaya koyduğu zihniyet ve hükümetin önce kabul edip sonra çöpe attığı mutabakat metni, benim görgüm çerçevesinde PYD siyasi zihniyeti, KÖH’nin kendi dar çıkarları dışında çok geniş bir çıkar kesiminin, koalisyonun ortak çıkarlarını doğru okuyabildiği ve tercüme edebildiğini, hatta bunların örtüştüğünü düşündürüyordu.
Şimdi son hamleler bununla ilgili bir kaygı uyandırdıysa en azından bir iletişim sorunu anlamına gelmez mi?
Çünkü burada yalnızca HDP’nin Batı’da oy aldığı yüzbinleri değil, büyük ihtimalle bir sonraki seçimde vereceğini hissettiren ve bizi %20 lere taşıyacak olan HDP ve Demirtaş sempatisinden sözediyoruz.
Sonuçta “misilleme” de olsa; PKK “gerçek savaş kapasitesini” ortaya koymamış da olsa, bunu bizler bilemeyiz, ölçemeyiz.
Bu arada bütün mecraların yasaklanmış olması, bu konularda eğer derli toplu açıklamaları varsa bile, bunlara ulaşmamızı da engelliyor. Çünkü bu türden soruları anlayacağımız dilden yanıtlayan açıklamalar çok elzem.
Yazımı bir soru da kendim ekleyerek bitireyim.
Neden Kandil, “Türkiye’de silahlı mücadelemize ihtiyaç bırakmayacak tek güç HDP’dir.” Onun güçlenmesi, siyaset kanallarının açılmasıdır; mealinde açıklamalar yapmaz? Ya da Demirtaş’ın bu mealdeki çok özenli açıklamalarını bile kucağına koyduğunu düşündürecek, açıklamalar yapar?
Oysa bu türden açıklamalar, Ortadoğu demokrasi koalisyonunun gelişmesi, onun potansiyel bir kanadının Türkiye’de hükümet edecek güce ulaşması için, Batı’dan bakıldığında çok elzem ve çok tutarlı.
Ayrıca benim için tersi varit oluncaya kadar vaadedilen işbirliği protokolüne de uygun.