Ertuğrul Kürkçü yazdı
Kimse insanlarımızı ve insan hakları savunucularımızı ya “90’lara dönülürse” diye korkutmayı denemesin hiç. Hak bilinci, şimdi bizzat devleti yönetenlerin başa çıkmak için bir çare bulmak zorunda kaldıkları bir toplumsal bilinç formuna büründü. Bundan geri dönüş, eğer söz konusu olacaksa, basitçe “tamburalı paşalar”ın şimdi Tayyip Erdoğan hizmetine girmesi olarak gerçekleşmez.
Eski Genelkurmay Başkanı emekli orgeneral İlker Başbuğ, 2014 sona ererken konuk olduğu bir TV programında, 2009’da Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’a “suikast iddiası” dolayısıyla yargıç ve polisin eski adı Özel Harp Dairesi olan Özel Kuvvetler Seferberlik Tetkik Kurulu Başkanlığı’nın “kozmik odası”na girmesine izin verişini şöyle gerekçelendiriyordu:
“…iyi ki o gün o kararı vermişim. O gün o kozmik odaya girilmeseydi Türk Silahlı Kuvvetleri büyük bir töhmet altında kalacaktı. İzin vermeseydik bugün hâlâ bu iddia üzerimizde, hatta bazı faili meçhuller de bir leke gibi üzerimizde duracaktı.”
Başbuğ’un savunmasının inandırıcılığı çok su götürür. O “oda” gerçekten Özel Harbin “kozmik odası” olsa, ele geçecek belgeler orgeneralin inanmamızı istediği gibi “bazı faili meçhuller”in lekesini Türk Silahlı Kuvvetleri’nin üzerinden kaldırmaz, tam tersine binlerce faili meçhul cinayeti aydınlatacak inkâr edilemez kanıtları adalete sunmuş olurdu. Böyle olmadığına göre, ya İlker Başbuğ Genelkurmayın kapısına dayanan polisleri “kozmik oda” diye ıskartaya çıkarılmış bir evrak deposuna sokmuştu ya da AKP ve cemaat polisleri “kozmik oda”da buldukları herşeyin şimdi ellerine düşmekte olan devletin genetik kodlarının ta kendisi olduğunu idrak ederek buldukları hakikatleri kendi “kozmik oda”larına taşımakla yetinmişlerdi.
Başbuğ kendisiyle aynı günlerde “görev” yapan Emekli Koramiral Atilla Kıyat’ın şu sözlerini bugüne kadarhiç tekzip etmedi:
“O zaman ülkeyi idare edenler, faili meçhulleri terörizme önlem olarak görüyordu. Çünkü bir üsteğmen, ‘Ben Hasan’la Mehmet’i bir halledeyim de bu terörizmi bitireyim’ diyemez. Birileri emir verdi”
“Bugün Ergenekon’da faili meçhul cinayetlerden dolayı suçlanan, tutuklanan albaylar vardır. Bu arkadaşlar o zaman üsteğmendi, yüzbaşıydı. Şimdi diyorlar ki ‘Sen Cizre’deyken muhtarı öldürdün’ ya da muhtarla beraber oldun, filancayı öldürdün.’ Sene kaç? 1994, 1995… Ben diyorum ki, 94’ün, 95’in, 93’ün, 96’nın, 97’nin Başbakanları, Cumhurbaşkanları, Genelkurmay başkanları, OHAL valileri… Yatağınızda nasıl rahat uyursunuz? Lütfen çıkıp açıklayın, bu yıllarda işlenen faili meçhuller terörle mücadele için devlet politikası mıydı? ‘Devlet politikası değildi’ diyemiyorlar.”
“O zamanlar”, 1990’lardı… Bu devletin modern tarihinde servet ve kuderet sahiplerinin Türkiye ve Kürdistan’ı 1930’lardan sonra ikinci kez, bir uçtan öbürüne, elele, zulüm ve katliamlarla kat ettikleri dehşetin on yılı. Radikal Ankara temsilcisi İsmet Berkan’ın, 1996’daki “Susurluk Skandalı”nın ardından MGK belgelerinden aktardıkları, 1990’ların hak mücadelelerinin içinde yeşerdiği ortamı çarpıcı bir biçimde resmediyordu:
“Aslında her şey 1992 başlarına gidiyor. O dönemde Türk Genel kurmayı PKK ile mücadele stratejisinde köklü değişiklere gitti. Eskiden saldırı sonrası olaya müdahale eden ve sıcak takibe çıkan askeri birlikler gerilla gibi örgütlenmeye, PKK’nin eyleme geçmesini beklemeden hareket etmeye başladı. Bu strateji değişikliği meyvelerini kısa sürede verdi. Artık inisiyatif PKK da değil, askerdeydi. PKK kaçıyor asker kovalıyor. Zaman içinde PKK eylem yaptığı büyük yerleşim yerlerini terk etmeye, dağlara sığınmaya başladı. Ama Türkiye’nin teröre karşı aktif savaşı devam ediyordu. Bu kez köy boşaltmalarla PKK’nın dağlardaki lojistik desteği önlenmeye başlandı. PKK çok zayıflamıştı ve gidecek bitecek izlenimi veriyordu.
“Ancak bu strateji değişikliği sadece bölgede düşük yoğunluklu savaştan ibaret değildi. Terörün öteki kaynaklarını kurutmak için de aktif olunmasına karar verildi. Böylece biraz çaba ile bu iş bahara biterdi.
“Uygulanmak istenen tekniğin mucidi aslında İngilizlerdi. Bu yeni taktiğin iki önemli ayağı var. Birincisi terörist eylemini yapmadan ele geçirmek, gerekirse öldürmek. İkinci önemli ayak ise, teröriste maddi manevi destek verenleri de teröristle bir tutmak (…)
“Bu strateji değişikliği 1992 yılının sonlarında MGK’nın gündemine geldi. Bu satırların yazarının gördüğü bir MGK dokümanında vurulacak organizasyonun şeması ve bu organizasyonda görev alacak kişilerin isimleri de yer alıyordu. İsimler arasında Abdullah Çatlı da vardı. Örgütte özel timden polisler, bazı askerler, ve Çatlı’nın bazı arkadaşları da yer alacaktı.
“Bu yeni taktik MGK’dan önce kabul görmedi. Cumhurbaşkanı Özal ve dönemim Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Eşref Bitlis devletin resmi olmayan kişilerle işbirliğine giderek iş görmesine karşı çıkıyorlardı. Her halde bu konuyla ilgisi yoktur. Ama ilginç bir tesadüf, önce Orgeneral Bitlis, ardından da Turgut Özal öldüler. Biri kaza ile öbürü kalp krizinden
“Süleyman Demirel Cumhurbaşkanı Tansu Çiller de Başbakan oldu. Çiller ilk günlerinde Güneydoğu konusunda oldukça yumuşaktı. Bask modelinden söz ediyor, muhalefet liderleri ile iyi niyetli görüşmeler yapıyordu. Ama çok kısa sürede Çiller değişti. En sertten daha sert, en şahinden daha şahindi. Ya bitecek ya bitecek diyor, başka bir şey söylemiyordu. Belli ki biteceğine inanıyordu. Artık itiraz edenler de ortada olmadığına göre, konu yeniden MGK gündemine gelebilirdi Geldi ve bu yeni mücadele yöntemi 1993 sonbaharında onaylandı. Siz deyin Gladyo, ben diyeyim özel örgüt, MGK tarafından alınan bir kararla kuruldu.”
Emekli Koramiral Atilla Kıyat içinden çıktığı “ocağı” 2011’de eleştirirken, Berkan’ın 2006’da söylediklerini doğrulamaktan başka bir şey yapmıyordu aslında.
O yıllar, yani 1993-97 arası, Diyarbakır Jandarma Asayiş Kolordu Komutanlığı bölgesi ve İstanbul’un hemen dibindeki Kocaeli Jandarma Komutanlığı, bu acımasız kıyım stratejisinin iki ucundaki iki eylem üssüydü. Birincisi, PKK’nin silahlı mücadelesine destek vermesin diye Kürt köylülerini, ikincisi PKK’ye kaynak sunmasın diye Kürt iş insanlarını hedef aldı. Diyarbakır’dakinin komutan yardımcısı Tümgeneral İlker Başbuğ, Kocaeli’ndekinin komutanı Albay Veli Küçük’tü.
Bu “düşük yoğunluklu savaş” bütün doksanlar boyunca toplumun her hücresini bir ur gibi kapladı. Bugün zehirli etkileri hala eskisi kadar yıkıcı olmayı sürdüren milliyetçilik ve ırkçılık; devlet şiddetinin insani ham maddesini beslemekte vazgeçilemez olan maçoluk, kadın düşmanlığı ve cinsiyet ayrımcılığı; farklı ve aykırı olanın bastırılması için en dolaysız araç olarak nefret söylemi; uluslararası dayanışmanın ezilenlerin hak mücadeleleri için yarattığı imkanların önünün kesilmesi için lazım olan yabancı düşmanlığı; yaratıcılık, bilgi ve yeni toplumsal ilişki biçimlerinin içerdiği değişim potansiyelini bastırmak için durmaksızın yeniden üretilen mufazakarlık 1990’larda köklendi ve boy attı.
Doğrusu son otuz yıldır yaşadığımız hayata gözlerimizi kısarak baktığımızda, Özal, Demirel, Erbakan, Çiller, Yılmaz, Ecevit ve Erdoğan’ın (ve Davutoğlu’nun) şu ya da bu ton farkıyla esasen hak mücadeleleri karşısında hep aynı devlet pratiğini sürdüregeldiklerini görebiliyoruz: Görünüşteki kimi “önemli” değişikliklere karşın “Türk-İslam sentezi” öğretisine dayalı bir baskı rejimi, şimdi Tayyip Erdoğan’ın üslubuyla, Türk hakimiyetinin değişmeyen karakteri olmayı sürdürüyor.
1990’lar sona ererken, Türk-İslam sentezinin gayri resmi “Mekteb-i mülkiyesi”, Milli Türk Talebe Birliği (MTTB) kökenli bir kadronun iktidar yürüyüşüne başlaması, “yeni dünya düzeni” ikliminde ordunun güdümünü dengeleyecek yeni bir gücün siyaset sahnesinde parlayışı, devletin Turgut Özal’ın açtığı yola dönüşü olarak selamlanıyordu: Milenyumun Türkiye’ye müjdesi bir AKP iktidarından başka ne olabilirdi. Tarihin istihzası diye bir şey varsa, herhalde bu kof hayallerin sahiplerinin, bugün derin bir hayal kırıklığı içinde ve cüceleşmiş umutlarıyla yüzlerini Kürtlerin cellatlarına çevirip onlardan Bonapart rolü oynamalarını beklemeleri olmalı. Ezilenler, yoksullar, hakları çiğnenenler, zulme uğrayanlara biçtikleri rol ise “1990’lara dönülmesin” diye mazlumların kanaatkârca bu eski yemeğe talim etmeleri.
bianet’in bir aydır sürdürdüğü “90’ların hak mücadeleleri” dizisi ibret olsun! İnsanlar ve insan hakları savunucuları, bugün geriye dönüp bakıldığında bu cüce umutlar ve yufka yüreklerin asla hayal bile edemeyecekleri bir cesaret ve yüce gönüllülükle nasıl göğüs germişlerdi JİTEM cellatlarına; Devlet Güvenlik Mahkemelerine, “tamburalı paşalar”a, devrimcileri helikopterlerden dağlara atan “vatan kahramanları”na… “Bin operasyon”la öğünen Susurluk katillerine…
Madenciler, on binlercesi, nasıl yeraltındaki ocaklarından çıkıp yeryüzüne ışık saçmışlardı… Haberciler nasıl gerçeğin peşinde -o gerçek kendilerine doğru yol alan bir mermi halini aldığında dahi- koşmaktan usanmamışlardı… Değme devrimcinin karşısına çıkmaya çekineceği “Hortum Süleyman”ın meydan dayaklarına nasıl siper etmişlerdi bedenlerini Beyoğlu’nun -o zaman şimdiki gibi mazbutça LGBTİ olarak bile nitelenmeyen- travestileri… Kadınlar nasıl her 8 Mart’ta zalim, tacizci, küfürbaz polislerin copuna, suyuna “bana mısın” demeden dikilmiş, öğretmenler ve bilcümle kamu emekçisi bugün KESK diye bildiğimiz -gücünden biraz yitirse de hala- öğretmenin hemşirenin kalesi olan konfederasyonun her bir kolunu örmek için nasıl Ankara’nın ayazında, Çukurova’nın sıcağında meydan meydan direnmişlerdi… Aleviler, Sivas’ın, Maraş’ın, Çorum’un kanlı kıyımlarından geçip, Madımak’ta ateşle imtihan edilmeye kadar her türlü Yezidlikle başa çıkacak yol ve yordamı bulup kimliklerini yeniden inşa ederken nasıl hayran kılmışlardı herkesi kendi kültür ve öğretilerine… Her cumartesi Galatasaray Lisesi’nin önünde “kayıplarımızı istiyoruz” diyerek toplanan bir avuç kadın ve erkek nasıl adım adım örmüşlerdi direnişlerini ve nasıl “gözaltında kaybetme” denilen insanlık suçuna son vermeyi başarmışlardı bir kaç yıl içinde…
Ve Kürtler, en akıl almaz zulmün, en haysiyet kırıcı tecavüzlerin, asit kuyularında canlı canlı eritilmelerin, diri diri gömülmelerin; evladının önünde kurşuna dizilmelerin içinden, kan ter içinde büyük şehirlere kovalanarak, oralarda kendi partilerini, derneklerini, kültür kurumlarını, gazetelerini inşa ederek; kendilerini bekleyen ölümü bile bile kurumlarını insansız bırakmaksızın açık tutarak; dağ başlarında yeni hayatlar ve yeni mücadele odakları kurarak, onur ve saygınlıklarını her gün yeniden kazanarak ve insanlık diye bir şey varsa onu hepimizin gözleri önünde, gözlerimizi kamaştırarak nasıl yeniden doğurmuşlardı…
Öyleyse kimse insanlarımızı ve insan hakları savunucularımızı ya “90’lara dönülürse” diye korkutmayı denemesin hiç. Son yirmi yıl hak savunucuları için her biri büyük bedellere mal olmuş büyük deneyimlerle dolu geçti. Hak bilinci, şimdi bizzat devleti yönetenlerin başa çıkmak için bir çare bulmak zorunda kaldıkları bir toplumsal bilinç formuna büründü. Bundan geri dönüş, eğer söz konusu olacaksa, basitçe “tamburalı paşalar”ın şimdi Tayyip Erdoğan’ın hizmetine girmesi olarak gerçekleşmez.
Yurttaşın yurttaşla savaşını göze almaksızın hiç bir güç artık ne Türkiye’yi ne Kürdistan’ı 1990’lara geri döndürebilir. Velev ki dönülebilsin o zaman elde İHD geleneği, KESK geleneği, özgür basın geleneği, siyanürlü altına, HES’lere, termik ve nükleer santrallere direnen köylülerin geleneği, Zonguldak madencilerinin geleneği; işgalciye direnen Kürdün geleneği oldukça herkes yüreğini ferah tutabilir. 2000’lerin hak mücadelelerini yürütecekler için geriye atılacak bir adım söz konusu bile olamayacağı gibi, geride adım atılacak bir yer de yok.
12 Eylül 1980 günü çocuklarının hayat ve onuru için Diyarbakır’da, Mamak’ta, Metris’te askeri cezaevleri önünde dikilip dipçiklere göğüs geren kadın ve erkeklerin başlattığı yeni hak mücadeleleri dalgası 1990’ların fırtınalı yıllarını aşıp bugüne nasıl geldiyse, günümüzün tiranlık heveslerini de boşa çıkararak hepimiz için başı dik, korkusuz ve özgür bir yaşamı kazanıncaya kadar hep sürecek.
(Bu yazı 31 Aralık 2014 tarihinde Bianet’te yayınlanmıştır.)