Berlin’de 8 Mart yürüyüşü için pek çok farklı grup her sene farklı güzergahlar ve farklı sloganlarla bir raya geliyor. Kimi insan haklarının evrensel mücadelesinin parçası olarak karma halde, kimi sanatsal ve kültürel faaliyet olarak sokakları vitrine taşıyarak ve kimi de feminist özneliğin her biçimi ile sokaklarda. Bu sene yine benzer pek çok eylemin çağrısı yapıldı bile. Pek çoğu zaten alışkın olduğumuz ve ayrımını kolayca yapabildiğimiz eylemlilikler. Avrupa’da göçmenlik zaten önemli bir ayrışma hattı iken, feminist platformlarda da benzer süreçler hakim.
Berlin’deki çağrılardan ikisine böyle bir perspektiften bakmanın anlamlı olduğunu düşünüyorum. Bu yazıyı da feminist eylemlerde de artık görünür olan bazı eğilimlere dikkat çekmek için yazıyorum. Feminist 8 Mart çağrılarına da yansıyan kırılmalar, Almanya bağlamı içinde çeşitli çatışma alanlarını ve feminist siyasetin ayrımlarını görmek anlamına geliyor aslında. Dolayısıyla sağ ve daha güncel bağlamda alternatif sağın etkileme kapasitesi hakkında da endişe uyandırıcı olduğu da açık.
Almanya bağlamında bir süredir feminist dış politika, Almanya feminist hareketinin beyazlığı üzerine epey konuşma imkanı sağlamıştı. Kürtaj tartışmalarının yanı sıra, kadına yönelik erkek şiddeti, iş hayatında cinsiyet ayrımcılığı ve cam tavan ile bakım yükümlülüklerinin eşitsizliğinin uzantısı olan her tür zaman yoksulluğu Almanya’da önemli gündemler kadınlar açısından. Aynı zamanda onur haftalarının şenlikli ortamına bakarak hayatını Kuirler için de çok kolay olduğunu söylemek zor. Özellikle kamusal alanda ve iş ortamında açıkça ve dolaylı yollardan kendini gösteren ayrımcılık ve şiddet biçimleri, pek çok katmana sahip. Almanya politik atmosferinin sağa kaymasıyla daha sokakta daha sık karşılaştığımız söylemler ve ırkçı tavırlar, hem cinsiyetçi, hem de homofobi gibi pek çok nefret suçunu da kolaylıkla içeriyor. Bahsi geçen şiddete karşı güçlü tepkiler de hızla örgütleniyor olsa da, fail ve mağdur konusunda Almanya’da kafalar epey karışık. Zira feminist platformlar, pek çok başka mücadele çevresinin de yaşadığı gibi konjonktürel olarak şiddeti görelileştirebiliyor veya Türkiye’den de alışık olduğumuz üzere, temelini tarihle yüzleşememelerinde bulabileceğimiz klişelerle suçu belirsizlikler alanı içinde yamultabiliyor. Adını koyarsak, Daha önce Rusya’nın Ukrayna’yı işgalinde gördüğümüz birbirine karışan sağ ve saman, şimdiden İsrail’in Gazze’yi haritadan silme teşebbüsünde biribirinden ayrılmaz hale geldi. Üstelik etiketlemelerin yanında, bizlerin yakından etkilendiği işten çıkarma ve sansürlemeye kadar varan bir pervasızlıkta.
Feminist 8 Mart yürüyüşüne günler kala, ilgili ayrışma iki ayrı çağrı ile böylece kendini gösterdi. Ekolojik hareket yakın zamanda Filistin eylemleri nedeniyle eleştiriye tutulup, barış talebini dillendirdikleri için, bölücü olmakla suçlanmıştı. Greta, istenmeyen kişi ilan edilmiş [1] ve büyük tepki ile karşılaşmış olduğu hepimizin hala aklındadır. Benzer şekilde 25 Kasım 2023 Berlin yürüyüşü de benzer nedenlerle eleştirildi; fazla “Filistin” konusu içermesi, Filistin’de yaşananların feminist olarak tanımlanması karşısında. Elbette bu yeni bir durum değildi: göçmenlikle ilgili gündemlerde kendini gösteren ırkçılık ve cinsiyetçilikle eklemlenen güvencesizliğin normalleştirilmesi ekseninde bu ayrışmalar.
Erkek şiddetine bir şekilde maruz kalan biri olarak gittiğiniz doktorun doğrudan, erkeğin kökenini tartışmaya başlaması; polisin bir suç karşısında insanların tiplerine bakarak tepki vermesi, son zamanlarda özellikle anti faşist ve anti ırkçı eylemlerde polis şiddeti ile karşılaşılması, neonazilerin saldırılarının artmasına karşın şikayet etmenin bile zorlaştırılması Almanya’da NSU cinayetleri üzerine biraz bilgisi olanlara bile garip gelmeyecektir. Zira yine geçtiğimiz sene Almanya’daki bazı politikacıların Kreuzberg’ın değil Gilliamoos’un [2] Almanya’yı temsil etiğini söylemesi [3] gibi; toplumsal cinsiyet karşıtı olarak çevirebileceğimiz anti-gender toplantılarına katılmaları da Almanya’da soğuk duş etkisi yaratsa da benzer eğilimlerin ilk göstergeleri arasındaydı. Metz, Kreuzberg’den rahatsızdı, çünkü göçmenlerin rengini alan bir bölgeydi burası. Toplumsal cinsiyet eşitliği, Almanya’nın sağcı politik söylem üreticilerin övündüğü kalkınma modeline son derece ters idi.
Almanya’da kadınların durumu:
Almanya’da hane yapısı da, erkeklerin ve kadınları rolleri de aslında sanıldığının aksine son derece geleneksel. Hans Böckler vakfının yaptığı bir bakım yükü araştırmasından bazı istatistiki örnekler [4] verelim: Korona pandemisi dönemindeki kapanmada, erkeklerin çocuk bakım yükümlülüklerinde minik eşitlenme eğilimleri ortaya çıksa da, pandemi sonrası normalleşme döneminde hızlıca geleneksel rollere geri dönülmüş. Çocuksuz, çift gelirli çift hanelerden kadınların yüzde 63’ü tam zamanlı çalışıyormuş (erkeklerin yüzde 93’ü). Çocuklu hanelerde ise kadınların yüzde 29’u (ancak yine de erkeklerin yüzde 94’ünde) tam zamanlı. Kadınların yarısı Almanya’da yarı zamanlı çalışıyor; erkeklerin ise yüzde 10’u olduğunu hatırlatalım.
Aynı araştırmanın bir diğer önemli saptaması, çoğu hanede, part-time veya full-time çalışıp çalışmadıklarına bakılmaksızın günlük yaşamı – organize eden kadınlar olması. Alışveriş listeleri yapmaktan, akşam yemeği planlamasına, anaokulundan çocukların alınmasından, sağlık randevularının takibine, akrabalarla ilişkilerden vergi beyannamelerine kadar. Ücret elde edilen işlere ek olarak, günlük organizasyon çok fazla zaman ve zihin yükü demek aslında. Kadınlar yüzde 62, erkekler yüzde 20 oranında yükleniyormuş günlük işlerin organizasyon yükünü…
Bu istatistiğin, kadınların vasıf veya eğitim geçmişi ile ilgili olduğunu mu düşündünüz, hemen cevap vereyim: yanıldınız. Örneğin 2019 yılında, çalışma çağındaki kadınların yaklaşık yüzde 41’i, erkeklerin ise sadece yüzde 39’u lise diplomasına veya uygulamalı bilimler üniversitelerine giriş yeterliliğine sahiptir. Buna karşılık, erkeklerin ortaokul bitirme sertifikasına sahip olma olasılığı daha yüksektir [5].
Ancak beni Almanya’ya ilk geldiğim dönemden beri şaşırtan, mesleklerin cinsiyetçiliği. Türkiye’de Üniversitelerde pek çok alanda kadınlar neredeyse erkeklere son deece yakın oranlarda çalışmaktadır. Ancak Almanya’da zaten kalıcı sözleşmeli çalışan akademisyen sayısı çok az olmasına ek olarak, kadın profesör sayısı da son derece azdı. Üstelik beyaz olmayan ve kadın olanları siz düşünün. WSI Cinsiyet Verileri portalındaki bilgilere göre, Almanya’daki ikili eğitim sisteminde, kadınlar ve erkekler çeşitli meslek alanlarında çarpıcı bir şekilde eşitsiz dağılmaktadır. Yani pek çok meslekte cinsiyet neredeyse tipik hale gelmiştir. Bu özellikle Doğu Almanya’nın eşitlikçi cinayetler arası istihdam oranlarının Duvar yıkıldıktan sonra hızla geriye gittiğini de gösteriyor:
WSI 2022 Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Raporu’na göre, 2020 yılında kadınların işgücü piyasasına katılımı erkeklere kıyasla yaklaşık yüzde 7 puan daha düşüktü [6]. Oysa 1990’ların başında bu fark neredeyse üç kat daha fazlaydı. WSI’nin 2020’de yaptığı bir başka araştırma da Batı Almanya’daki kadınların istihdam oranının Doğu Almanya’daki erkeklere kıyasla önemli ölçüde düşük olduğunu göstermektedir[4,5]. Batı, diğer alanlarda da eşitlik açısından Doğu’nun gerisinde kalmaktayken hem de.
Bir diğer geleneksel rollerin sürdüğünü gösteren istatistiği, eve ekmek getiren kişi rolünde bulabiliyoruz: Hanelerin yüzde 70’inde erkek eve ekmek getiren kişidir[4]. Çift gelirli hanelerin oranı ise yüzde 30’lara varmamaktadır. Sadece kadının geliri ile yaşayan hanelerin oranı ise en fazla yüzde 11’e kadar çıkmıştır[4].
Cinsiyete dayalı ücret farkı yine bir başka belirleyen. 2020 yılında Almanya’da kadınlar hala erkeklerden yaklaşık yüzde 18 daha az kazanmaktadır. Üstelik 46 sektörün 45’inde kadınlar erkeklerden daha az kazanmaktadır [4]. Daha düşük ücretler, daha düşük işgücüne katılım, daha düşük iş hacmi ve düşük ücretli sektörde çalışanların daha yüksek oranı, kadınların yaşlılıkta yoksul olma riskinin çok daha yüksek olduğu anlamına gelmektedir. Yasal emeklilik maaşları, mesleki ve özel emeklilik planları birlikte ele alındığında, kadınlar erkeklerden yüzde 49 daha düşük bir ortalama emeklilik geliri elde etmektedir. Sadece emeklilik değil, geçici desteklemelerde de bu dezavantaj değişmiyor. Örneğin, korona yardım paketlerinden erkekler daha fazla fayda sağlamış ama, korona nedeniyle iş saati azalan en fazla kadınlar olmuş!
Açıkçası bu istatistikler, Almanya’yı “kaçış durağı” olarak görenler için biraz düşündürücü olabilir. Ancak Ciani-Sophia Höder’in uyarısını eklemek [7] isterim, buradaki toplamda göçmenliğin güvencesizlikle kesiştiği, cam tavanların göçmen kadınlar için çok daha yükseklere çıktığını, mesleğin yapabilmek için kadınların çalışmalarının nasıl zorlaştığını ve sosyal desteklerin sorunsuz gerçekleşmediğini de eklemek önemli. Dahası yaşın da bir başka dinamik olarak analize katılması mantıklı olabilir.
Cinsiyetler arası ideolojik kutuplaşmaya Almanya’dan bakmak
Almanya’da kadınlar ve erkekler arasında göçmenlik veya ırk farklarına dair ayrışmaları dahil etmeden cinsiyetçi ekonomik çerçeve göze çarpıyor. Ancak bu durumu nispeten yeni bir eğilimle birleştirelim: Ocak ayının sonlarında Financial Times [8]’ta yayınlanan bir istatistik, bu cinsiyet bazlı şiddetin kaynakları üzerine düşünürken, toplumsal cinsiyet karşıtlığı olarak türkçeleştirilen bu saldırgan aşırı sağ politikaların küresel düzlemde kimleri nasıl etkilediğine dair bilgi veriyor. Kadın kırımına varan şiddet dalgasından ciddiye alınır bir cümlesi bulunmayan aşırı sağcıların Trump, Milleu, Erdoğan, Orban ve Wilders’ın seçimlerde nasıl kitleleri peşlerinden sürüklediklerine dair düşünmek için de çarpıcı.
İstatistik Güney Kore’de epey çarpıcı olan ama diğer ülkelerde de benzer eğilimler taşıyan bir kutuplaşmaya dikkat çekiyor: cinsiyetler arasında ideolojik kutuplaşma. Ülkelerde genel olarak belirli zamanlarda oluşan politik atmosfer aslında kadın ve erkekleri birlikte etkiler. Zeitgeist olarak Almanca’da ifadesini bulduğu gibi, zamanın ruhu, nesilden nesile politik görüşlerin ifadelendiriliş biçimini de siyasetin yapılma biçimini de çerçeveler. Ancak bu araştırma, bu genel kabul gören yaklaşımı kırarak, 18-29 yaş aralığındaki kadın ve erkeklerin politik yönelimlerinin giderek birbirinden ayrıştığını ortaya koyuyor. Gelin biz bu Gen-Z denilen nesil yaklaşımına prim vermeyelim. Ancak sonuçlar çok çarpıcı ve o kadar da mantıklı.
Giderek yoksullaşan ve güvencesizleşen tüm topluluklarda, insanlar gelecek endişesi taşır. Almanya’da giderek artan yaşam maliyetleri, işlerin daha kısa vadeli ve güvencesiz hale gelmesi, konut sorunları, sağlık hizmetlerindeki kayıplar ve kentsel altyapıların giderek daha kötü biçimlerde hayatı sekteye uğratması gündelik hayatın normalleri haline geldi. Sağlıksızlık, yaralanma, iş kaybı ve iklim değişiminden kaynaklanan olumsuz şoklara karşı her zaman savunmasız olanlar, güvencesizliğin uçurumuna tünemiş durumda. Üstelik, liyakat veya meritokrasi gibi sömürüyü çerçeveleyerek eziyeti çekilebilir kılan idealler boş gösterene dönüştü her yerde; Özellikle demokratik ilkelerin zayıflamasıyla, toplumsal alana değil müttefiklere sahip olma zorunluluğu, imtiyazlı hissetmenin karşısında insani empatiyi yıkıp geçti bile. Öyle ki aile kurumu veya tarikatlar, gibi pek çok kapitalizmde yıkılacağı iddia edilen bağlar, kapitalist sömürgeci varyasyonları ile tüm kazanımlarımıza karşı güç birliği halinde, egemenlerin de sömürüyü gizlemek veya geniş kesimleri kontrol etmek için araçları haline gelmiş durumda.
Bu bağlam aynı zamanda, imtiyazlıları her mekansal toplumsal yapı içinde yeniden dizebiliyor ve hiyerarşileri kurabiliyor. Bu noktada kadın olmak, kuir olmak her zaman yetim kalmak demek. Zira nesillerden aktarılan güvence hafızasının ortadan kalktığı ve Berman’ın değişiyle katı olan her şeyin buharlaştığı durumda, eşitsizliği doğal düzen gibi dinselleştiren bu kurumlara yapışıp kalmamak için en fazla şiddet gören ve ezilen olmanız gerekiyor. İşte kadınların makasın yükselen ucunda olması, muhafazakarlaşan kuruşu düzen ve hegemonik söylemlere karşı daha da isyankar tutumları bilinçli olarak tercih etmeleri hiç de tesadüf değil. Kadınların özgürleşmeyi direten hayatları karşısında, erkeklerin giderek muhafazakarlaştığı ve ideolojik olarak da kendilerine ev içerinde mutlak iktidar, işyerlerinde biat ettikleri takdirde imtiyaz vaadeden sağ partilere daha fazla sığınmaları da çaresizliğin bir hali olsa gerek [9]. Aşağıdaki grafikte “Almanya’da yaşayan yabancılar yaşam tarzlarını Almanlarınkine uydurmalıdır” ifadesine katılmayanların oranında genç kadınların yanıtlarının ayırt edici bir tarafı, işte bu bilinçlenme ile ilgili. Kadınlar içinde doğdukları baskı ve şiddetle direnirken tanışıyor feminizmle ve demokrasiyle. [8]
Almanya’da bu perspektif, dünyada örnekleri çok görüldüğü gibi göçmenlik ve ırk bağlamlarında çeşitleniyor. Düz dünyacılar, aşı karşıtları, yöneticilikte sadece erkeklere pozisyon açılmasına inananlar, saf alman ırkını korumaya dair kuruntuları olan utangaç naziler ve bilimum bu minvalde inanca sahip kafası karışıklardan oluşan grup, artık siyasal alanda ve kamusal çevrede temsiliyet bulabiliyor. Zara kürtaj tartışmalarındaki ana tartışma hatlarının hala dinsel dogmalardan beslenmesi ve ailenin tartışılmaz bir kuruma dönüşmesi bizleri bu çerçevenin ne derece geriden tartışmaya başlamamız gerektiğine dair işaretler verdiğini düşünüyorum.
Toplumsal cinsiyet eşitliği söylemi
Bugün toplumsal cinsiyet eşitliğinin peşinde oldukça zigzaglı olan tarihimize bakıp iç geçirebiliriz. Karşıtları o kadar güç kazanmış durumda ki, en liberal eşit hak talepleri için bile devrimci bir mücadeleye ve birbirimize muhtacız. Zira erkeklerin kendinde hak gördüğü kadın bedenine yönelik şiddet ve doğurganlığın kontrolüne karşı çok önemli kadın hakları olarak yasalara yansımışsa da, hala kürtaj ve karşılığı ödenmeye emek zamanına dönük eril müdahaleleri görüyoruz. Mücadele aralıksız sürüyor. Fransa’da kürtaj hakkı geçtiğimiz günlerde anayasal hak haline geldi. Almanya’da ABD’de ise tartışma sürüyor. Erkek şiddetinden hayatta kalan kadınlara yönelik iltica hakkı da ülkelerin en fazla şerh koyduğu madde İstanbul Sözleşmesinde. Yeni teknolojiklerle hayatımıza giren şiddet biçimlerin tanımlanması ve cezai hükümler arasında yer alması yine kocaman bir hukuki soru iken, aile kurma ve çocuklanmaya dair teşvikler sadece vergi sisteminde değil, ayı zamanda hala ülkelerin “kalkınma hedefleri” çerçevesindeki nüfus ihtiyacı ile politik müdahalelere dönüşüyor.
Ancak Almanya bağlamında liberal partilerden hristiyan demokratlara, bu politikaların, aslında biyolojik olarak Alman kabul edenlere yönelik olduğu anlaşılıyor özellikle sosyal destekleri kısmaya yönelik politikaları savunurken. Örneğin, göçmen kadınların yardımlarını kesmeyi teklif edebiliyorlar çok çocuk doğurduları için. Tanıdıktır, demografinin bozulmasını gündeme alıyorlar, gerçekliği yamultarak. Halbuki araştırmalar, göçmenlerin vatandaşlık bağıyla bağlı oanlardan daha az çocuk yaptığını söylüyor. Almanya’nın feminist uluslararası ilişkiler politikasını gündeme getirenlerin ise geçtiğimiz dönemde İran ve Afganistan; bugün ise Filistin’e kadar kesişiyor kadın hareketleri ile bağları.
Beyaz Feminizme karşı isimli kitabın yazarı Rafia Zakaria’nın [10] gösterdiği gibi, beyaz kadın hakları savunucularının pazarlıkları her yerde beyaz kadınların Siyah ve Kahverengi erkekler üzerindeki ırksal üstünlük iddialarına dayanıyordu. Zakaria, sözde güçlendirici hayırseverlik jestlerinin, “kadınların mevcut durumunu sömürgeci tarihlerden, küresel sermaye genişlemesinden, ulusötesi yatırımlardan ve kadın emeğinin devam eden sömürüsünden kopardığını” belirtiyor. Öyle doğru ki, Almanya’da yaşayan feminist bir kadın olarak ancak göçmenlerin yoğunlukta bulunduğu feminist ortamlarda sokağa yansıyan bir mücadelenin içinde hissedebiliyorsunuz. İşte Metz’i rahatsız eden de bu. Zira Batı dışı toplumlardaki kadına yönelik şiddet ve denetim mekanizmaları hakkında çarpıcı raporlar yayınlarken, batı tipi hetero-normatif aile biçiminin ve düzenlemenin yarattığı ve normalleştirdiği hiyerarşilerin alternatif hayatları seçenler için bir vergisinin ve şiddetinin olduğunu gizliyor kolayca.
Zakaria gibi iletişimin ve birbirimizi dinlemenin her şeyi çözeceği gibi bir optimizme [derli toplu bir eleştiri için:9] sahip olmayı isterdim. Ancak Almanya’da kadına yönelik şiddet artıkça mültecilerin suçlanması, Almanya’daki herhangi bir sorunu konuşurken bizlere misafir olduğumuz hatırlatan susturucu nezaket, davet aldığımız “feminist” etkinliklerin beyaz erkekler tarafından Almanya’daki olanaklarımızın anlatıldığı biçimde düzenlenmesi bana Almanya kapitalizminin yapısal ırkçılığı hakkında yeterince içgörü sağlamış durumda. Bu “Avrupa üstünlükçülüğe” boyun eğmeyi naif bir bilgisizlik meselesi olarak görülmesine de suç ortaklığını reddeden bir muhabbet kadar tahammülüm yok.
Sonuç yerine
Almanya’da 8 Mart yürüyüşünde iki enternasyonalist feministler grup ayrıştı. Ayrışan grubun sloganı seçici feminizme karşı birleş”[11, 12]. Çağrı metinlerinde islamofobi’ye karşı oldukları belirtseler de Hamas’ın saldırısını öne çıkararak “şiddetin görelileştirildiği” ile barış talebinin feminist olduğunu iddia edenleri suçluyor; İsrail’in Gazze’yi haritadan silmesini ve bir bütün olarak kentte yaşayanların cezaslandırılmasını; etnik temizliği ve hatta filistinlilere yönelik aparteid rejimini görmezden geliyorlar. Barış, demokrasi, özgürlük ve adaletten coğrafi referanslarla bahsetmediğimizde kimsenin reddetmeyeceği bir ideal olmanın ötesine geçmiyoruz. Bir coğrafyaya ve toplulukların tarihlerine referansla bahsetmek ise her zaman bir taraf olmayı gerektirir. Ezenlerin yazdığı resmi tarih, şiddet ve sömürgecilikle yüzleşmekten kaçınmanın en önemli aracı. Uluslararası hukuk normlarına rağmen tarihsel bagajlarla kurulan anlatıdaki feminist birleşme geliş çağrısı, bende bir sansür olarak çınlıyor, Türkiye’den de aşina olduğumuz gibi…
Bu 8 Mart’ta yerimi alacağım yürüyüş hattının sloganı “kahrolsun emperyalist feminizm”[14]. Filistin, Afganistan, İran, Kolombiya ve Kürdistan’daki kadınların mücadelesini görmezden gelerek, feminizm mümkün olabilir mi? Maria Mies yıllar önce kadınların anavatanı yoktur [15, 16] başlığı artmıştır bir makalesine, ancak bugün kadınların anavatanlarına göre politikada seslerinin duyulduğunu görüyoruz. İşçilerin de ten renklerine, etnisiteleri ve dinsel aidiyetlerine göre ücretlerinin kademelendirildiği sistemler fazla uzağımızda olmadığı gibi. Halbuki bugün Almanya’da feminizm içinde sesi duyulan öznelerin bir kısmının izlediği stratejiler [17] tarihsel bağlama göre politik hatta gedikler açıyor; beraber yürümeyi sürtünmeli bir yüzeye yayıyor. Politika yapmak ise ancak çocukluğa ve mağduriyetlere hapsedilmek istenen göçmen bir politik özne olarak yetişliğinizi ispat etmenizle yani, kendi örgütlülüğününü yaratmanızla mümkün. Enternasyonal mücadele ister feminist ister sosyalist perspektifte olsun, tekil olarak politik bilincinizi fazlasıyla aşan çok katmanlı duvarlarla, bloklar ve taşlarla dolu bir yüzeyde iletmek gibi bugün. Sömürgeciliğin bugünkü eşitisizlikleri hala doğurduğu bir yapı içinde, feminist öznelerin de bu bilgiyle politika yapması politik olanı, eşitsizlikleri, hiyerarşileri görmezden gelmeyen bir kapsayıcı ve kurucu politikanın başlangıç noktası olabilir.
Bazı okuma önerileri:
[3] https://www.ozgurpolitika.com/haberi-kreuzberg-almanyada-mi-181133
[4] https://www.dw.com/en/german-women-face-large-equality-gap-in-child-care-study/a-60883610
[6] https://www.wsi.de/de/wsi-genderdatenportal-14615.htm
[7] https://www.dw.com/en/rafia-zakaria-feminism-is-not-only-white/a-61169177
[8]https://www.ft.com/content/29fd9b5c-2f35-41bf-9d4c-994db4e12998
[10] https://www.ft.com/content/b33b71aa-0721-45ae-be86-cd8ced29d6ac
[13] https://feminism-unlimited.org/english/
[14] https://iwspace.de/event/protest-on-international-womens-day/
[15] Mies, Maria. “Thesenpapier zur Arbeitsgruppe: Frauen haben kein Vaterland.” Blick zurück im Zorn. 52-58.
[16] Lennox, Sara. “Divided Feminism: Women, Racism, and German National Identity.” German Studies Review, vol. 18, no. 3, 1995, pp. 481–502. JSTOR, https://doi.org/10.2307/1431776. Accessed 6 Mar. 2024.
Copy