“İnsan diğer varlıkların acımasız yok edicisi olduğu sürece sağlık ya da barış nedir bilmeyecektir. İnsanlar hayvanları katlettiği sürece birbirlerini öldürecekler. Cinayet ve acı tohumları eken, sevinç ve sevgi biçemez.”
Pisagor
Makalemi okuyan ve beni tanıyan tanımayan tüm dostlara parev, merhaba, rojbaş. Yeni Yaşam gazetemizde ilk makalem olduğu için sizleri selamlayarak yazıma başlamak istedim. Düşünüyorum da uzunca bir süre halkların birbirine selam vermediği ayrışan bir düzen oluşturuldu. Böyle bir düzende bir merhaba demek bile birçok ön yargıyı değiştirmeye vesile olabilir.
Yazıma başlarken baştan belirteyim. Geçmişte yaşanmış acılara yer vereceğim iç acıtıcı bir yazı olacağı için okumaktan vazgeçebilirsiniz. Günümüzde coğrafyamızda nefret söyleminde ilk sırayı alan halkın ve inancın mensubu bir birey olarak ne yazık ki yazacaklarım pek parlak olmayacak.
İlk yazımın tüm az bırakılmış halkların ve inançların 6-7 Eylül 1955’te yaşadığı acının yıl dönümüne denk gelmesini özellikle istedim. Değişik mecralarda yazan biri olarak tarzımı ve değindiğim konuları bilenler bunun benim için anlamını tahmin edecektir.
Halen okumaya devam ediyorsanız, “6-7 Eylül acaba sizlere ne ifade ediyor?” sorusunu yöneltmek istiyorum. Bu sorunun cevabını ilk önce kendi kendinize vermeniz çok değerli olacaktır. İmkân olsa farklı ortamlarda denk geldiğimde cevaplarınızı dinlemek isterim. Hatta imkânı olanlar bana e-posta gönderebilir.
Komşumuz Agop, Eleni, Gabriel ve Eliza
Biz bu coğrafyanın az bırakılan halkları konu olunca özellikle yaş almış dostlarımızın çoğu şu cümleyi kurar: “Bizim köyde zanaatkâr Agop usta vardı, Süryani Gabriel’le birlikte okudum.” Ya da büyük şehirdeyse “Eleni ablanın dolması, Ani teyzenin topiği” hep konu edilir. Fakat ne acıdır ki hep güzel sözlerle bahsedilen bu insanların buralardan neden göç etmek zorunda kaldığı çok fazla konuşulmaz. Bu sevdiğiniz insanlar neden gittiler? Onların yaşadığı yerlere, mezarlıklarına ve ibadethanelerine ne oldu? Ve bir soru daha: Yaşadığınız yerde bizlerin mezarlıkları nerede biliyor musunuz?
6-7 Eylül 1955 Pogromu
Öncelikle pogrom kavramını tekrar kısaca hatırlatmak gerektiğini düşünüyorum. Pogrom; dinsel, etnik veya siyasi nedenlerle bir gruba karşı yapılan şiddet hareketleridir. Bu şiddet hareketleri, genellikle evleri, iş yerlerini veya ibadet yerlerini tahrip etmek, insanları dövmek, yaralamak, tecavüz etmek veya öldürmekten oluşur.
Pogromdan söz edilmesi, yani insanlık dışı bir durumun yaşanmış olması, bir ülkenin kara sayfalarının başında gelir. Bunun telafi edilmesi ise reel tarihle güçlü bir şekilde yüzleşme ile olabilir. Ne yazık ki özellikle 6-7 Eylül Pogromu ülkede çok az kesimin bildiği ve bunu anlatan sergilere dahi saldırıldığı bir yaşanmışlık olarak kara sayfalarda yerini aldı. Acı bir tarihi barındıran 6-7 Eylül’ü demokrat yapılar bile gündemine çok uzun bir zaman sonra aldı.
Pogrom nasıl başladı?
Nasıl başladığının bu mecrayı okuyan herkes tarafından bilindiğini düşünüyorum. Özetlemek gerekirse Atatürk’ün Selanik’teki evinin Rumlar tarafından bombalandığı dedikodusunun radyo ve İSTANBUL EXPRES gazetesi tarafından hızla yayılmasıyla başlar. Daha bu haber gazete(ler)de çıkmadan bazı kentlerden özellikle organize edilerek İstanbul’a getirilen halk önceden galeyana getirilmiştir. Hızla genişleyen yağmalama işinin içinde daha sonra siyaset yapan bazı ünlü simaların da olduğu bazı kaynaklarda yazılıdır. Önceden azınlık evlerinin işaretlenerek tespit edildiği de bilinir. Kolluk kuvvetleri olayları engellemeye çalışmaz, sadece seyreder. Saldırılar sadece Rumları kapsamaz. Ermeniler ve Yahudiler, yani tüm azınlıkların dernekleri, okulları, ibadethaneleri de nasibini alır.
Nüfusun az olduğu dönemin İstanbul’unda 1 milyon 200 bin civarında insan yaşamaktadır. Bu insanların yaklaşık 210 bini azınlık diye tabir edilen (Rum, Ermeni, Yahudi, Süryani) toplumdan oluşmaktaydı. Yani azınlık toplumunun yüzdesi, genel nüfusa oranla o zamanlar oldukça yüksek. Bu oranın düşürülmesi amacıyla planlar yapan dönemin derin devleti, Anadolu’dan bilinçli olarak getirilmiş ve azınlıkların yabancısı olan halk ile takviye yaparak yağmalamayı başlatmıştır.
Trajedinin rakamsal boyutu
6-7 Eylül 1955’te yaşanan olaylarda tamamına yakını Rum, Ermeni ve Yahudi olan yurttaşların gördüğü zararların rakamsal büyüklüğünü yazmak istiyorum. 1004 tane ev, 4228 dükkân, 122 lokanta, 27 eczane, 2 sinema, 11 dispanser, 21 fabrika, 9 matbaa, 18 fırın, 73 kilise, 5 manastır, 8 ayazma, 52 okul ve 5 okul derneği tahrip edilmiştir. Kayıpların o dönem araştırılması sonucu maddi zararın 1 milyar dolara ulaştığı belirlenmiştir. Bu rakamlar, o tarih için düşünülecek olur ise olayın vahametinin maddi açıdan büyüklüğü ve dehşet verici boyutu ortaya çıkar.
Bu trajedinin insanlık dışı boyutunu anlatmak mümkün değil aslında. Resmi kayıtlarda 11 kişinin yaşamını yitirdiği ve 200 kadının tecavüze uğradığı yazılıdır. Fakat bu sayıların resmi kaynaklardaki verilerden çok daha fazla olduğunu tahmin etmek güç değil. Örneğin resmi kayıtlarda din insanlarına yapılan saldırılar yer almamıştır. Bu saldırılarda neler yaşandığının detaylarına özellikle inmiyorum.
6-7 Eylül’de yaşanan acılar, dönemin Rum Patrikhane fotoğrafçısı Dimitrios Kalumenos tarafından yaklaşık 1500-2000 karede fotoğraflandı. Bu fotoğraflar ortaya çıktıktan sonra Kalumenos’un tutuklanıp işkence görmesinin ne anlam taşıdığı malumunuz.
Bu pogromun mimarları
Yaşanan bu pogromda hâlâ netleşmeyen çok derin detaylar olduğunu söyleyebiliriz.
Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın olaylar sonlandıktan sonra Beyoğlu İstiklal Caddesi’ndeki hasarı görünce etrafındakilerin duyacağı bir sesle İçişleri Bakanı Namık Gedik’e söylediği “Galiba dozu fazla kaçırdık” sözleri planlamanın boyutunu göstermekte.
Dönemin Başbakanı Adnan Menderes, “Millî hislerin şevkiyle nezih gösteriler” tanımını yaparken eski Özel Harp Dairesi Başkanı Sabri Yirmibeşoğlu “6-7 Eylül de bir Özel Harp işidir ve muhteşem bir örgütlenmeydi. Amacına da ulaştı” sözleriyle anlatır. Bu sözler derin planlamanın nasıl yapıldığına dair kanıttır.
Diğer yandan yaşanan trajedi yine sosyalistlere ve komünistlere havale edilmek istenir. 6-7 Eylül Pogromu’nun komünistler tarafından NATO’ya sabotaj amacıyla düzenlendiği görüşü kullanılarak yaklaşık 40 sosyalist gözaltına alınmıştır.
Hafızalarımızdaki acılar
1909 Kilikya Kırımı, 1915 Soykırımı, 1934 Trakya Olayları, 1941 Yirmi Kura Askerlik, 1942 Varlık Vergisi ve 1955 6-7 Eylül Pogromu ile ülkede bulunan yerli halklar bu coğrafyadan koparıldı. O tarihlerde sadece İstanbul’da 210 bin azınlık yaşarken bugün Türkiye’de toplasanız nüfusumuz 70 bin sayısını geçmemekte. Yani 80 milyonluk bir ülkede ülkenin yerli halklarının nüfusunun bu kadar az olmasının ne anlama geldiğini siz okuyuculara bırakmak isterim.
Muhalif ve demokrat yapıların siyaseten tüm benliğiyle itiraz ettiği tekçi anlayışın planlı bir şekilde o günlerde başlatıldığını söylemem doğru olacaktır. O gün hedef, İslam dinine mensup olmayanlardı. Bugün ise hedefin nerelere yöneldiğini hepimiz biliyoruz.
Bugünlerde neler oluyor?
6-7 Eylül Pogromu sonrasında da az bırakılan halklara yönelik nefret bitmedi. “Peki ya bugünlerde durum nasıl?” diye soranlar olacaktır. Az bırakılan bizlere gösterilen tavrı, yakın tarihte Ergenekon soruşturmaları kapsamında ortaya çıkan Kafes Operasyonu belgelerinden görebilirsiniz. Gerektiğinde zaten kodlarla kayıtlı olan toplumlar olarak muhtemel hedef olmayı sürdürüyoruz. 6-7 Eylül olaylarının tekrarlanması gayet de olasılıklar dahilinde. Hrant Dink ve Sevag Balıkçı’nın katledilişleri, kilise, okul ve mezarlıklarımıza yapılan saldırılar, kimlik olarak ötekiler olarak tanımlanmışların hedef olduğunun yakın süreçteki kanıtlarıdır. Tarihle yüzleşme ekseninde bir paylaşımda bile sosyal medyada hedef gösteriliyoruz. Hrant Dink Vakfı’nın araştırmalarında genellikle Ermeni ve Hristiyanların yani az bırakılan halklar ve inançların nefret söylemlerinde ilk sıralarda yer aldığı görülüyor.
Tarihsel yüzleşmenin önemi
O günlerde az bırakılan halkların kapıları işaretlenirken günümüzde ise bu tehdidin muhatabı bazen Aleviler, bazen Kürtler ve son zamanlarda artarak hedef gösterilen göçmenler olabiliyor. Özellikle yakın zamanda Alevi canların kapılarına işaret konduğunu Mersin, Sivas ve birçok yerde gördük. Bu işaretlenme, 1955’teki pogrom zihniyetinin planlı bir şekilde hâlâ devam ettiğinin görünür ve somut halidir. Bu nedenle tüm gerçeklerle kalıcı bir yüzleşme sadece az bırakılan bizlerin değil, tüm halkların talebi olmalı.
Kayseri’de pogrom girişimi
Coğrafyaya en çok zarar veren şeyin kendine demokratlık olduğuna inanırım. Örnek kendinizi Ermeni bir demokrat görüyorsanız Kürt halkının sorununu görmezden gelip susamazsınız. Sadece kendi sorununu gündem yapan veya yurt dışında bir Türk’ün, Alevi’nin veya dini inancından dolayı hak kaybına susan birinin demokratlığını sorgularım. Dünya tarihinin göçlerle dolu olduğunu hepimiz sanırım kabul ederiz. Emperyal etkenler sonucunda özellikle son 10 yılda coğrafyamıza yüz binlerce göçmen ve mülteci göç etti. Bugün bu göçlere ırkçı söylemlerle itiraz edenlerin savaş tezkerelerine “EVET” diyenler olduğunu hatırlayalım.
Coğrafyamıza orantısız göç etmek zorunda kalanlar da, ülkenin yerli halkları da, siyasi rantlar ve plansız göçler nedeniyle sıkıntı yaşıyor. Kayseri’de 1 Temmuz günü meydana gelen ve takip eden günlerde de süren göçmenlere yönelik saldırılar aslında ülkede pogromların yaşanma riskini bir kez daha gösterdi. Ülkenin en yoksul semtlerinde yaşayan göçmenlerle birlikte yaşayan halklara ve sınıf farkı gözetmeksizin her kesimden insanlara, ülkenin göçmen politikaları ve neredeyse tüm sözde muhalefetin söylemleriyle de ekilen nefret tohumları kaygı verici bir hal aldı. Ülkemize göç etmek zorunda kalan halklar, Kayseri’deki pogrom girişiminden çok daha ağırını yaşama riski altında. DEM Parti Göçmen ve Mülteciler Komisyonu’nun Kayseri’de yaşananların araştırılması için verdiği önergenin iktidar yapıları tarafından reddedilmesi, aslında bu saldırıların araştırılmasından rahatsız olunduğunun göstergesi. Bu nedenle ırkçı yapılar tarafından dayatılan nefret yalanlarına karşı uyanık olma çağrısını tüm halklara buradan bir kez daha yapmış olayım.
Yeni Yaşam’daki ilk yazımda hafızamızda yerini koruyan acı bir konuya yer verdim. Sizlerin de bildiği gibi özellikle biz az bırakılan halkların temsilcilerinin sözlerini söyleyebileceği çok fazla objektif mecra yok. Aslına bakarsanız konuşacak çok sayıda insanımız da kalmadı. Bu son cümlemi ötekileştirilen halkların, inançların ve sınıfların iyice düşünmesini özellikle vurgulayarak yazımı sonlandırmak istiyorum.
6-7 EYLÜL POGROMU HAFIZAMIZDA.
*DEM Parti Merkez Yürütme Kurulu Üyesi, Göçmen ve Mülteciler Eşsözcüsü